Melankoli kavramının açıklanıp kuramsallaşmasında büyük paya sahip olan Sigmund Freud, "Yas ve Melankoli" adlı makalesinde, melankolinin ana nedeni olarak yaşanan kayıpları gösterir. Bu kayıp bir kişi yahut nesne olabileceği gibi siyasal bir düşünce, ideal veya arzu da olabilir. Kişi yaşadığı kayıp sonrasında bu kayıpla yüzleşmeyi reddederek onun varlığını kendi egosunun korunağında yaşatır ve saklar. Bu garip halin nedeni, egonun kayıp nesneyle kurduğu yoğun bağ ve egonun aşırı içselleştirmesidir. Bir zaman sonra nesneyle aynı hale dönüşen benlik, nesnenin kaybını kendi kaybı olarak görür ve buna uygun savunma mekanizmaları geliştirerek yaşam mücadelesini sürdürür. Kişi, grup yahut milletler yaşadıkları kayıplara farklı ruh halleriyle tepki verirler; kendini sorgulama ve suçlama, karşı tarafı sorgulama ve suçlama, kendini değerli ve çok kıymetli görüp karşı tarafı küçük görme gibi davranışlar sergileyebilir. Kısaca melankolide kişi, narsisizm ve kendinden nefret etme, kendini sevme ve aşağılık kompleksi duyguları arasında gidip gelir.
Ego ideali
Tanınmış mimarlardan Romi Khosla, Batılı olmayan mimarinin durumunu anlattığı makalesinde Batı'nın üstünlük mitinin sebep olduğu bir oryantalist komplekse değinir. Bu mitin dünyaya dayatılmasını ve kendisi de dahil olmak üzere birçok insanın eserlerini bu mit etkisinde şekillendirmesini eleştirir. Bu konuya paralel olarak, ülkemizde Versus Yayınları'nın bastığı Frantz Fanon'un Yeryüzünün Lanetlileri kitabında Fanon şöyle der: "(Batılı cephe) Sömürgeleştirilmiş insanı kendi kültürünün değersizliğine ikna etmek için her yola başvurur." Sömürgeciliğin kültürel politikası tarafından Batılı olmayan toplumlara aşılanan aşağılık duygusu, sadece bir düşünceyi değil, dış görünüş ve yaşam tarzını da değiştirme ve yeni bir ego ideali oluşturma gayretindedir.
Cumhuriyetçi modernleşmenin ilk yıllarında hortlayan ve devletin resmi ideolojisi haline gelen Batı hayranlığı, toplum hayatında yer etmiş değerleri, gelenekleri ve yaşayış biçimlerini bütünüyle reddetmiş ve bu kültür ikiliğinin doğduğu ortamda büyük bir değer kargaşası yaratarak bu topraklara ait insanların kimliklerini sorgulamasına ve bazen de hayatlarına doğrudan yasal güçlerle müdahale edilmesine neden olmuştur. La Turquie ve Yeni Hayat gibi Cumhuriyet döneminin hem resmi hem popüler dergileri incelendiğinde; mavi gözlü ve sarışın olmanın, Batılı sporlar yapmanın, Batılı görünen evlerde ve kurumsal binalarda yaşamanın ve çalışmanın modernliğin bir göstergesi olarak lanse edildiği ve böylece bir ulusun vatandaşlarına yeni bir ego ideali yapılandırıldığını kolaylıkla söyleyebiliriz.
İdealin (aynı zamanda ulaşılmaz olarak da algılanan) "Batılı yaşam ve tip" olarak yapılandırılması, Batılı olmayı beceremeyen benlikte kaçınılmaz bir melankoliye sebep oldu. Ortaya çıkan melankoliyi değersizlik ve aşağılık hissi olarak yaşayan kişiler bu kayba yani Batılılaşmaya engel olan topluluğa karşı savunma mekanizmalarını kullanarak yaşadıkları duyguları yansıttılar. Türkiye'de halktan nefret eden, küçümseyen, değersiz gören fötr şapkalı ilericiler yaşadıkları melankoliyi, kendilerini yücelterek ve değerli görerek aşmaya çalışıp narsistik bir vaka haline dönüştüler. Nihayetinde Türkiye "Batılı" olamadı ve ego idealine ulaşamadı. Bu da narsisizm/kendini sevme ve kendinden nefret etme/aşağılık kompleksi olarak toplum psikolojisine zuhur etti.
Aynı zamanda bir psikiyatrist olan Frantz Fanon; sömürgeleşen, ego idealine ulaşamayan ve kendi kültürünün aşağılığına inanan toplumların iki farklı tepki verdiğini söyler. Melankoli yaşayan kişi yahut topluluk; ya kendi ulusal kültürünü olumsuz şekilde eleştirmek için eline geçen her fırsatı değerlendirir ya da kendi kültürünün iddialarını tutkulu fakat zayıf ve yüzeysel bir şekilde savunma yoluna gider. Yani kendini sevme ve kendinden nefret etme arasında yahut Batı'ya karşı gizli hayranlık ya da tiksinti duyma arasında gidip gelen bir içsel süreç yaşanır.
"Türkçe soylu bir dildir" sözüyle zihinlerde yer edinen Prof. Dr. Tahsin Banguoğlu, 1943 yılında yazdığı "Aşağılık Duygusu" isimli makalesinde Türk halkı hakkında şunları söyler: "Aşağılık duygusu adamı ya pısırık ya atak yapar. Bunlar, aşağılık vehmiyle üstünlük iddiası arasında bir rakkas gibi gidip gelirler. Bir an yok olur yerlere geçerler, bir an sonra vücudu aleme rahmet gibi bir dâhi bir kahraman kesilirler. Aşağılık duygusu fertlerde olduğu gibi milletlerde de ya pısırıklık ya ataklık şeklinde kendini gösterir. Bu duygu altında pısırıklaşmış milletler milli kültürlerini hor görmeye başlarlar ve körü körüne bir yabancı hayranlığına ve taklitçiliğine düşerler. Milli ataklık da bu duygunun tepme halidir. Bunlar milli tarihlerini şişirirler, milli güçlerini şoşartırlar. Ataklık da pısırıklık da milletleri felakete sürükler." Banguoğlu'nun temelde vurgulamak istediği şey aslında bir dengedir. Bizler bütün dünyaya Osmanlı imparatorluğu ile büyük bir teklif sunduk ve sunduğumuz bu insanî teklif, geniş coğrafyalarda kabul buldu. Bundan sonra ise gerek siyasal gerekse sosyolojik olarak bu teklifi temsil etme şansı yakaladık fakat sonrasında imparatorluğun kötü gidişini engellemek amacıyla başlayan Osmanlı Batılılaşması ve hemen ardından gelen Cumhuriyet Batılılaşması bizlere kim olduğumuzu unutturarak uç tepkiler vermemize neden oldu. Özetle teklifimizi ve bu teklifimize uygun temsil vazifemizi layıkıyla sürdüremedik.
Türk toplumu neden Batılılaşmadı?
Modernleşme dediğimiz olgu, Batılı olmayan toplumların Batılı olanları çeşitli alanlarda model alarak köklü bir değişim sürecine girmesidir ve bu bakımdan Batılılaşma ile aynı manada kullanılmaktadır. Modernite ise; Batılı devletlerin belirli siyasal, ekonomik, kültürel ve toplumsal gelişmelerin uzun yıllar içerisinde kendi iç dinamikleriyle oluşan ve kendiliğinden gelişen bir değişim sürecidir ve modernleşmeden farklı bir anlam taşır. Zira modernleşme Batı dışı toplumların bilinçli bir çaba ile gerçekleştirmeye çalıştıkları doğrudan müdahaleye dayalı bir süreçtir. Bu süreç Anadolu coğrafyasında çok zor ve hatta zaman zaman da çok kanlı geçmiştir. Batılılaşma arzusunu varoluş gayesi haline getiren yöneticiler ve aydınlar hiçbir zaman halkla organik bir ilişki içerisinde olamamış ve halkla her çelişkiye düştüklerinde yaşadıkları yalnızlık ve çaresizlikle Batı'ya dönüp "Şimdi ne yapmalıyız" diye sormuşlardır.
Batı hayranı yönetici ve aydınların sahip olduğu düşünceler hiçbir zaman toplumsal bir birikimin ürünü ve talebi olmamıştır. Bu sebepten dolayı bütün değişimler ve Batılılaşma hareketleri tepeden inme, halk için ama halka rağmen yapılmıştır. Halk bu değişimlere yabancı kalmış ve içselleştirememiştir. Toplumun kendi benliğinden vazgeçerek, kimliğinden sıyrılarak başka bir şey olması beklenmiş ve kökü dışarıda olan bu hamle geniş halk kitleleri tarafından karşılık bulamamıştır.
Batılılaşma fikri sömürge düzenine dayalı Batılı toplumlar için kaçınılmaz bir çıkış yoluydu fakat özünde sömürü canavarlığına karşı olan Anadolu, bu sömürge çağrısına karşı direnmiş ve her alanda bedel ödetilmek zorunda bırakılmıştır.
Ait olunan yere dönüş
Kişi ekmek yediği yerin kılıcını sallar, bu böyledir ve böyle olacaktır. Son dönemde Türkiye'nin toprak ve kültür bütünlüğüne savaş açan sömürge zihniyetinin temsilcileri ait oldukları topraklara yani Avrupa ve Amerika'ya geri dönmek zorunda kalmıştır çünkü halk, üzerindeki ataletten ve ayaklarındaki prangalardan kurtulup bu sömürge müsveddelerine gereken cevabı vermeye başlamıştır. Toplumu ve Türk devletini küçümseyen, hor gören, çağ dışı bulan zihniyetin bu topraklara ait söyleyecek sözü ve eylem alanı kalmamıştır.
Aydın ve kanaat önderi pozlarındaki bu tiplere karşı Kemal Tahir'in çizgisi çok nettir. Sömürücü Batı'dan hayır ummak yazara göre, eğer vatan hainliğinden gelmiyorsa, düpedüz alıklıktan gelir ve Batılılaşma tarihimiz de bu açıdan baştan sona bir hainlik ve alıklık tarihidir.
Önümüze Batı'dan ithal ettikleri köksüz ve şahsiyetsiz bir insan ve yaşam prototipi koyup onu taklit etmemizi beklediler. İstediler ki her Türk ailesi Yeşilçam'da propagandasını yaptıkları gibi her akşam yemeğinde alkol tüketsin, Batılı gibi giyinip Batılı müzikler dinlesin, gençler diskoya gitsin, özgürlükler hoyrat ve sınırsız olsun, adet örf gelenek çağdışı sayılsın, ağır ve onlara göre "düşük" işlerde çalışanların hepsi Anadolu'nun garip vatandaşları olsun.
Prof. Dr. Oktay Sinanoğlu katıldığı bir televizyon programında bu tipleri şöyle özetlemişti: "Bir milleti yaşatan kendi gelenekleri, binlerce yıllık gelmiş süzme süzme kültürüdür. Kültür Hakkari'de bale gösterisi yapmak demek değildir. Kültür arada bir konsere gidip hava atmak demek değildir. Çağdaşlık Moda'nın ara sokaklarında köpek gezdirmek değildir. Bizde böyle sahte çağdaş, sahte aydın sınıfı yetiştirildi. Bizde demeyelim, her sömürgede böyle sahte çağdaş ve aydın sınıfı yetiştirilmiştir ve bunlar kendi kültüründen kopuk, kendi milletinden halkından aslında tiksinen, kendi kültürüne yabancı ama arada halkçılık edebiyatı yapan tipler yetişmiştir. Türkiye'nin başına da bunlar bela edilmiştir." Ama işler bu belalı tiplerin istedikleri gibi gitmedi. Sahip oldukları zihniyet kaybetti. Sadece iki vazife verdikleri (çiftçilik, askerlik) sırtlarında bir yük olarak gördükleri, çağdaşlaşmanın ve kalkınmanın önünde en büyük engel olarak tanımladıkları yaşmaklı kadınlara, örgü desenli süveter giyen mütevazı adamlara karşı kaybettiler. Toplum mimarisini istedikleri şekilde gerçekleştiremediler ve Türkiye'nin ruhunu bütünüyle Batı'ya satamadılar. Demokratik yollarla girdikleri her seçimde halk duvarına çarpıp sonunda yine halkı suçlayıp hakaretler savurdular. İşte bu memlekete duydukları öfkeleri ve melankolik narsistlikleri yaşadıkları bu kayıp nesne ve ideolojiden kaynaklanmakta. Benlikleri ve inandıkları ne varsa bu topraklarda karşılık bulamayıp hiçliğe kavuştu.
Unutmamak gerekir ki kaybedenlerin bu toprağın insanlarına, hayat tarzına ve varoluşuna olan öfkesi asla dinmeyecek. Önemli olan bizlerin bu narsistik melankoliye karşı hangi donanım ve cesaretle cevap vereceğimizdir.