Hiç şüphesiz geçtiğimiz asrın en asil, en cins kafalarından biriydi Cemil Meriç. Meraklarıyla, heyecanlarıyla, arayışlarıyla devasa bir lügat, devasa bir ansiklopedi... Bir mağluplar ve müstağripler yüzyılında Batı'ya doğru giderek Doğu'yu bulan nadir isimlerden biri. Meriç'in yazdıklarını ayrıcalıklı ve önemli kılan en temel nokta burada saklı. Türkiye'de modernleşme meselesi etrafında konuşanlar genelde çeviri modernleşmesi ile makyaj modernleşmesi arasında salınıp dururlar. Ne Batı'yı Batı yapan kavramlara hâkimdirler ne de içinde yaşadıkları ülkeyle kurdukları bir ünsiyet bağı vardır.
Cemil Meriç öncelikle bize berrak bir Batı fotoğrafı sunar. Sanatıyla, edebiyatıyla, felsefesiyle düşünen, sorgulayan ve ahir ömründe hiç vazgeçmediği o vahşi, o acımasız tabiatıyla sömüren Batı… Tek bir Batı yoktur, nasıl tek bir Doğu yoksa. Burada mesele hem Batı'yı hem Doğu'yu kadim tarihin izinde çözümleyip onları var eden zihniyetin kodlarını çözebilme meselesidir. Batı'yla hesaplaşırken öncelikle Batı'yı bu topraklara ithal eden kelimelerle, kavramlarla hesaplaşmak gerekmektedir. Meriç ilk elde bize bunu öğretmiştir.
Hint edebiyatını, Saint Simon'u yazıp Paris'e gittiğinde Meriç'in dünyasında nasıl bir Batı vardı bilinmez ama Türkiye'ye döndüğünde yazdığı ilk kitap Bu Ülke'dir. Sıradan bir kitap adı olmasının ötesinde çok derin anlamlar içeren bir ana yol levhasıdır Bu Ülke. Konuştuğu, sustuğu, ıztırap çektiği, aradığı, düşündüğü, öğrendiği, hatırladığı her bir ayrıntıyı ve ânı bağrında taşır bu isim. Meriç, Mevlana'nın o meşhur pergel metaforundan mülhem, o pergelin sabit ayağını nereye koymamız gerektiğini ihtar eder kibarca.
Kavramların mahşerinde istiklâl kavgası
Kavramlarla nasıl hesaplaşır Meriç? Bu Ülke'de şöyle der mesela: "Çağdaşlaşmak, Avrupa'nın yeni bir ihraç metaı, kokain ve LSD gibi. Şuuru felce uğratan bir zehir. 'Çağ-dışılık' ithamı, iftiraların en alçakçası, en abesi. Aynı çağda muhtelif çağlar vardır. Çağdaşlaşmak neden Hıristiyan Batı'nın putlarına perestiş olsun?" Meriç, ilerici, gerici, yobaz vb. çok işlevsel bir şekilde ulu orta kullanılan tanımları da sözün terazisinde adaletle yargılar, hükümler verir.
Tanımlar meselesi Meriç'in dünyasında apayrı bir öneme sahiptir. Tanımları koyanlar Hegel'in o meşhur efendi köle diyalektiğinden yola çıkarak ithal malı ideolojilerini pazarlamakla meşguldürler. Meriç, ilk elde bu tanımlarla ve tanım koyan komplekslerle hesaplaşır. Tıpkı atlaslarda, haritalarda olduğu gibi kavramlarda da bir Avrupa merkeziyetçilik söz konusudur. Bu merkeziyetçi ve tek biçimci okumalar insanın haysiyetine ve doğasına aykırıdır. Bu aykırılık bir noktadan sonra aşağılama ve hakarete dönüşür.
Bizler, cephede kazandığımız bir savaşı kelimelerde ve kavramalarda kaybetmiş bir toplumuz. Bu yüzden olsa gerek Meriç, Batılılaşma meselesini doğru yerlerden düşünmek ve çözümlemek için ilk cephe savaşını kelimelerde ve kavramlarda vermek gerektiğini hatırlatıyordu sürekli.
Onun yaptığı savaş, daha çok kavramların ve dolayısıyla zihinlerimizin, yüreklerimizin gerçek anlamda istiklâline kavuşması uğrunda verdiği bir savaştı. Kelimelerle savaşamayan o kelimelerin ardındaki dünyayla hiçbir şekilde savaşamazdı. Meriç'in yazdığı metinler, o savaşın, kavganın, mücadelenin içinde açılmış muhkem bir cepheden farksızdır. Fildişi kule aslında tam olarak işte bu cepheyi karşılar. Bir müstemlekeye dönüşmüş aklımız özgürleşmeden, insan nasıl ve ne şekilde özgürlükten bahsedebilir?
Meriç, en kadim kaynaklarına inerek anlatır Batı'yı. Onun merak süzgecinden geçmeyen isim, dönem, olay yok gibidir nerdeyse. Yorumları ve yargıları keskindir. Düşüncede, felsefede öne çıkan isimleri anlatır uzun uzadıya. Bu metinler o mufassal Batı haritasının çok önemli parçaları olarak görünür. İnsan hem bir kelime hem de bir hakikat remzi olarak çok önemlidir Meriç'te. Bütün meseleler er ya da geç gelip insana dayanır. Umrandan Uygarlığa kitabında şu cümleyi söyler: "Avrupa hastadır. Maddeci medeniyet önce Tanrı'yı öldürdü, sonra insanı." Meriç'in başta ideoloji olmak üzere Batı mahreçli kelimelere, onların çağrışımlarına dair yazdıkları insanlık adına kaybedilen mevzilerin yeniden alınmasına dönük bir kaygıdan başka bir şey değildir. Anlamını ve masalını kaybeden bir dünyada insanı yine kendisiyle yüzleştirir bu bağlamda. Bir karakter aynası tutar insanın yüzüne.
Aydın, intelijansiya, entelektüel… Meriç, Türkiye'de gerçek anlamda bir uyanışın gerçekleşebilmesi için mütefekkirlere ihtiyaç olduğunu söyler. Ona göre mütefekkirlerin aydınlatmadığı bir toplumu şarlatanlar aldatır. Bir insan öncelikle kendi kimliğini kendi tarihini tanımadan başkalarını nasıl tanıyabilir? Meriç, Umrandan Uygarlığa'da tam da bu zavallı aydınların içler acısı hâlini anlatır: "Zavallı Türk aydını… Batılı dostları alınmasınlar diye hazinelerini gizlemeye çalışır. Sonra unutur hazineleri olduğunu. Düşmanın putlarını takdis eder, hayranlıklarını benimser. Dev papağanlaşır." Türkiye'de hem sosyal hem entelektüel düzlemde Batı'ya karşı geliştirilen aşağılık kompleksinin uç verdiği yer tam da burası bana kalırsa. Meriç'in bütün yazdıkları, papağanlaşan o deve olan haklı isyanın işaret taşlarıyla örülmüş gibidir aslında.
Avrupalılaşmak mı Avrupalılaştırılmak mı?
Kırk Ambar'ın ikinci cildinde Meriç, Batılılaşma üzerine bir kazı çalışması yapar. Onun bu mesele üzerinde geliştirdiği fikirler en açık en net bir şekilde buradan okunabilir. İlk elde başlığa koyduğu soru, hayatiyet kesbeden bir duruşu ifade eder. Kavramları insan zihnini sömürgeleştiren bir "İngiliz anahtarı" gibi kullanan algıya karşı bir kimlik hatırlatması yapar Meriç. Örneğin; "Çağdaşlaşma Batı dillerinde karşılığı olmayan bir mefhumdur." Ona göre bu habis kelimeyi, lügat hazinemizden tardetmedikçe düşünce selametine ulaşamayız. "Az gelişmişlik yalanı ise sömürgecilerin kendilerine vesayet hakkı kazandırmak için uydurdukları bir mahkûmiyet kararıdır." Avrupalılaşma, Batı'nın yükselme devrinde, Batılı sömürgeciler tarafından imal edilmiştir. Tanzimat intelijansiyasının meçhulü olan bu mefhum sonraları bayrak olmuş, tarihlerinden kopan bir avuç şaşkının omuzladığı bir teslimiyet bayrağına dönüşmüştür. Meriç'e göre; "Bir iflasın ifadesidir Avrupalılaşma, bir inkâr çılgınlığı, bir intihar kararıdır."
Sürekli yeni tanımlar icat ederek yine o tanımlarla kendisi gibi olmayanların canına okuyan bir zihniyete karşı uyanık olmak, mevziyi ve mevzuyu kaybetmemek gerekmektedir. Meriç, bu tanımlar dekorunda sahnelenen Batı oyununun boyalarını döker tek tek. Onun kavramlarla giriştiği istiklâl savaşı tam da burasıdır aslında. Meriç'e göre emperyalistler ele geçirdikleri ülkeleri yok etmek için onları kendilerine benzetmek isterler. İngilizler İngilizleştirmek, Fransızlar Fransızlaştırmak, Portekizliler Portekizleştirmek peşindedir önceleri. Hıristiyan korsanların istilâ sınırları genişledikçe bu tabirler yetersiz kalmaya başlar, daha müphem, daha kucaklayıcı bir tabir keşfedilir: Avrupalılaştırma. Giderek bu mefhum da fazla dar, fazla gurur kırıcı bulunur, yerine yeni bir yalan bayraklaştırılır: Batılılaşma. Şuurlanan Doğu, bu kelimeden de rahatsız olunca modernleşme sahneye çıkarılır. Avrupalılaştırma, bu bağlamda Avrupa'ya has sosyal hayat tarzının Asya, Amerika, Afrika kültür ve medeniyetlerini istila etmesidir.
Avrupa İslam'ı tanımaz
Bizim Avrupa'ya dair bilgilerimizden, komplekslerimizden başka Avrupa'nın bize bakışı nasıldır peki? Batı'nın sömürgecilik tarihi bu bakışın psikolojisi hakkında bize gerekli malumatı veriyor aslında. Edward Said'in sömürgeciliğin keşif kolu olarak anlattığı oryantalizmin tarihi de bu konuda şüpheye mahal bırakmayacak kadar açık ve net bilgiler ihtiva ediyor. İşgalin, talanın, yakıp yıkmanın sonrasında daha sevimli daha yumuşak daha sinsi bir hüviyetle yaşamaktadır sömürgecilik. O da kültür sömürgeciliğidir. Meriç'e göre; "Çağdaş sömürgeciliğin maskesi olan kültür sömürgeciliği Avrupalılaştırma davasının bir diğer çehresidir."
"Avrupa İslam'ı tanımaz çünkü İslam medeniyetini yok etmek için canlarını tehlikeye atarken, Avrupa'nın İslamiyet'e anlayışla davranması beklenebilir miydi" diye sorar Meriç. Ona göre kavga haçla hilalin kavgasıdır. Haçlılardan bu yana Avrupalının amacı, İslamiyet'i tanımak değil İslamiyet'i yıkmaktır. Bu kavgada hilalin tarafında olanlar niçin hilalin tarafında olduğunu bilmek zorundadır. Meriç'in Türk aydınına yönelttiği kimlik ve hafıza sorgusu, işbu yersizlik ve yurtsuzluk hastalığı merkezinde somutlaşır daha çok.
Batı söz konusu olduğunda, körü körüne bağlanış ve kutsama ne denli sorunluysa, ucuz düşmanlıklar da o derece sorunludur. Cemil Meriç'in neredeyse bütün eserlerine yayılan; Batı'ya, düşüncesine, sanatına, edebiyatına dair değerlendirmeleri, bu köhnemiş ve sorunlu algıyı kırıp parçalayan bir öze sahiptir. Mutlak kötü veya mutlak iyi algısıyla kemikleşmiş bir akıl yürütme tarzı bizim için çıkmazdan ve bunalımdan başka bir şey doğurmaz. Batı'yla olan karşılaşma/ hesaplaşma tarihimiz işbu çıkmazın ve bunalımların manidar örnekleriyle doludur bir bakıma.
Sahici bir kılavuz
Meriç, sömürgeciliğin, ideolojilerin bir cadı kazanına dönüştürdüğü dünyayı anlatırken köklere yani tarihe yani kavramlara atıf yapar sürekli. İnsan kökleriyle insandır. Köklerini kaybeden bir toplum ilk önce insan olma vasfını kaybeder. Cemil Meriç'in metinleri bu kaybedişi önleme adına yangın kulesinde feryat eden sahici bir entelektüelin çığlıkları gibidir. Yolu yürümek kadar, yolu doğru kılavuzlar eşliğinde yürümek de bir o kadar önemli ve hayatidir. Meriç, böylesi bir kılavuzdur. Bize bıkıp usanmadan yolu ve yolun hakikatini anlatmıştır çünkü yolu bilmeden yapılan bir yolculuk insana hiçbir fayda sağlamayacaktır. Yol da bizatihi insanın kendisidir.