Devletler için çağın gereklerine uymak, eskiyen kurumları yenilemek hayati önem taşır. Bir ihtiyacın farkındalığı sonucu oluşan reformlar genellikle bulunduğu ülkenin aydın ve bürokratlarınca programlanır. İç ve dış dinamiklere ait dengeler göz önünde bulundurularak ihtiyaç olanın ne olduğu belirlenir. Bu tespit yapıldıktan sonra bir rapor halinde devlet adamlarına sunulur. Yahut direkt kararlı bir siyasi irade tarafından belirlenip istişareyle değerlendirilerek reform programı belirlenir.
Osmanlı Devleti 18'inci yüzyıl başlarında ortaya çıkan ve bir nevi imparatorluğun 'restorasyon dönemi' olarak adlandırabileceğimiz Lale Devri'nde ilk reformlarını uygulama ihtiyacı hissetti. Uzun süren barış döneminde imar ve kültür faaliyetleri öne çıktı. İlk yenilikler kendisini gösterdi. Fakat yenilenmenin asıl gerçekleşmesi gereken yer olan orduda, yeniçeri etkisine bağlı olarak değişim gerçekleştirilemedi. Bu dönemlerde yeniçerilerin savaşlarda gösterdiği disiplinsiz hareketleri, talimden uzak durmaları ve teknik donanıma düşman olmaları Osmanlı İmparatorluğu'nu savaş meydanlarında başarıdan mahrum bırakıyordu. Belli başlı zamanlarda otorite ve sultana bağlılıkları güçlendirilse de yeniçeriler bu dönemde, sürekli olarak 'istemezük' ve 'padişaha sözümüz var' diyen dikteci ve darbeci bir güruhtan ibaretti.
Osmanlı klasik sisteminde devlet omurgasındaki en önemli eklemlerden biri olan askeri yapıda en küçük bir zaafın bütün devlet bünyesini etkilemesi de bundandı. Yine siyaseti etkilemeye dönük hareketleri ve hemen bütün çarkların sadece kendileri için dönmesine yönelik hâl ve hareketleri devletin içeriden çürümesine yol açıyordu. Örneğin iyi bir defterdar (maliyeci) çıkıp da denk bir bütçe oluşturmak adına çalışmayan yeniçerilerden maaş kartlarını almak istese, bu güruh tarafından en yakın zamanda başından oluyordu. 17'nci yüzyılın usta maliyecisi Tarhuncu Ahmet Paşa'nın başına gelen de tam olarak buydu.
17 ve 18'inci yüzyıllarda ordunun ciddi kısmını oluşturan yeniçeriler seferlerden kaçıyor ama yol boyu talan yapmayı da ihmal etmiyorlardı. Yetersiz ve donanımsız olarak devlet kurumlarında keyif çatan bazı devlet adamları da yenilik ve reformları kendi bekaları adına başı ezilmesi gereken bir düşman olarak görüyorlardı. Bir kısım ilmiye mensubu da medreselerin kapatılacağı ve önemlerinin azalacağı korkusuyla yeniliklerin karşısında duruyordu. Lale Devri'nden itibaren reform denemeleri ya siyasi olaylarla yahut yeniliklere düşman olanların ortak eylem ve darbe girişimleriyle hep yarım kalmıştı. Sorunun kesin kez ordu merkezli hizipten kaynaklandığını fark eden III. Selim'in, Nizam-ı Cedid (yeni düzen) başlığı altındaki reformları Kabakçı Mustafa İsyanı'yla kesintiye uğratıldı. Dahası sultan canından oldu. Reformların kalıcı hale gelmesi ise sabırlı olduğu kadar tedbirli, yeri geldiğinde de sert olmaktan hiç çekinmeyen II. Mahmut'un devrinde olacaktı.
Tanzimat Osmanlı'sına giden yol
Osmanlı İmparatorluğu için 19'uncu asır, genel kullanılan tabirle en uzun yüzyıldı. Fransız İhtilali'nin etkisiyle Balkan milletleri bağımsızlık için isyan ediyor, Avrupa devletleri ve Rusya tarafından da destekleniyorlardı. Mevcut sistemle bunların altından kalkılması mümkün görünmüyordu. Ruslarla Rumeli'de uzun süren savaşlar, bölgede devlete dolaylı yoldan bağlı hatta nüfuzları bakımından valilerden dahi üstün sayılabilecek ayanların ortaya çıkmasına sebep oldu. Bunlar bulundukları yerlerin yerel ahalisi üzerinde nüfuz kuran ve aralarında eski asker, eşkıya ve rütbeli subayların da bulunabildiği kişilerdi. Savaşların sürekliliği devletin malî dengesini alt üst etmiş, yaşanan göçler, kaybedilen topraklar ve Hicaz bölgesinde zuhur eden Vehhabî İsyanı bu devirlerde devletin başında bulunan önemli problemlerdendi. İşte tam da böyle zor bir konjonktürdeyken devletin ömrünü uzatarak klasik sisteminden Tanzimat Osmanlısına geçişi kararlı bir devlet adamı olan Sultan II. Mahmut sağlayacaktı. Bu dönemde yapılan reformlar bu sefer kalıcı ve sağlam temellere oturtulacaktı.
II. Mahmut 1808 yılında Osmanlı tahtına çıktı. Bu sırada devlet savaş halinde bulunduğundan içte birliği sağlamak gerekiyordu. Sadrazam Alemdar Mustafa Paşa, kendi gibi ayanlardan oluşan bir heyetle Sened-i İttifak metnini imzaladı. Metne göre sultan, ayanları resmi olarak tanırken ayanlar da bölgelerinde askerlik ve vergi işlerinde devlete yardımcı olacaklardı. Sekban-ı Cedid adlı yeni bir askeri sınıf oluşturulduysa da Sadrazam Alemdar Paşa'nın da öldürüldüğü Yeniçeri İsyanı, bu yapılanmayı yarım bırakacaktı. Sultan II. Mahmut 1808 ile 1826 yılları arasında, yapmak istediği reformların fikri alt yapısını oluşturmuş fakat bu yeniliklerin mahiyetini yeniçerilerden ve diğer hiziplerden olabildiğince gizlemişti. Mağlubiyetlerin artması, yeniçerilerin İstanbul halkına kan kusturması artık alışılmış durumlardı. 1826 yılında, tarihe Vaka-i Hayriye yani 'hayırlı olay' adıyla geçen Yeniçeri Ocağı'nın kaldırılması da yine bunların bir isyan girişimi üzerine oldu. Canı burnuna gelmiş İstanbul ahalisi, Topkapı'da zor günlerde açılan Sancak-ı Şerif altında toplandı. Burada her sınıftan insan vardı. Sokak sokak yaşanan çatışmaların ardından isyana katılan kim varsa kanlı bir şekilde ortadan kaldırıldı. Sultan II. Mahmut, nihayet aradığı fırsatı bulmuştu. Zira yapmayı düşündüğü yenilikler önündeki en büyük engel ortadan kalkmıştı. Asakir-i Mansure-i Muhammediye adı verilen yeni bir ordu tesis etmek için kolları sıvadı. Zira yüzyıl evvelinden yapılmaya çalışılan yenilik hamleleri hep köhnemiş askerî yapılanmanın engellemelerine takılıyordu. Evvela bu alanda yapılacak yenilenme hareketi, diğer alanlarda da bir dizi reformun yapılmasına imkân sağlayacaktı.
II. Mahmut, devletin bekasının önce merkezi idare teşkilatlanmasından geçtiğinin farkındaydı. Bundan dolayı devlete tasallut ettiğini düşündüğü Sened-i İttifak'ta anlaştığı ayanların hemen hepsini ortadan kaldırdı. Bu dönemlerde yaşanan Mısır Valisi Kavalalı Mehmet Ali Paşa'nın isyanına ve ayaklanan Yunanlıların bağımsızlıklarını kazanmalarına rağmen yapılmaya çalışılan reform programları aksatılmadı. Aksine bütün bu acı gelişmeler, II. Mahmut'un azmini daha da kamçıladı ve projelerin daha da hızlandırılmasına sebep oldu.
Mevcut hükümet sisteminde bir dizi değişikliğe gidildi. Fes, pantolon, ceket bu yeni sistemde küçükten büyüğe bütün memur ve bürokratlar için resmi kostüm oldu. Divan yerine hükümet etme modeli olarak kabine sistemi yürürlüğe girdi. Kabinenin üyeleri de sultan tarafından seçildi. Devlet işlerinin görüşüldüğü, karara ilişkin istişarelerin yapıldığı üçlü bir yapı oluşturuldu. Meclis-i Ahkâm-ı Adliye, hükümet ile halk arasındaki davalara bakacaktı. Dâr-ı Şurâ-yı Bâb-ı Âli, idarenin yapısına dair ve Şurâ-yı Askeriye de, askeri meselelerin konuşulup karara varıldığı yer olarak yapılandırıldı. Yine nazırlıklar bugünkü bakanlıkların halefi olarak kuruldu ve sadrazamın yükü hafifletilmek istendi. Buna dair bir başka adım, sadrazamın yurt içi işlerinden sorumlu yardımcısı kethüdanın, dâhiliye nazırı olmasıdır. Eskiden devletin ana karar organı divanda kâtiplerin şefi konumunda olan reis-ül küttab ise hariciye nazırı olarak değiştirildi. Hariciye nezaretine bağlı olacak yabancı ülkelerdeki elçiliklerin koordinasyonu da buradan sağlanacaktı. Divanda görevi görüşmelerin güvenliğini sağlamak ve alınan kararları tatbik etmekten sorumlu olan Çavuşbaşılık Adliye Nezaretine, Defterdarlık ise Maliye'ye çevrildi. Sivil memuriyete dair getirilen bir mevzuatla kariyerli ve kaliteli devlet memurlarının sisteme girebilmesi teşvik edildi. Askerî ve mülki idareyi bir arada toplayan memuriyetler, örneğin valiler, sivil yetkilere sahip olacaktı. Bürokrasi başta olmak üzere devlet bünyesinde sivilleşmenin yolu da bu şekilde başlamış oldu. Orduda da bir kısım rütbe değişimleri gerçekleşti. Yeniçeri Ağalığı, ocakla birlikte lağvedildiğinden yerini Seraskerlik makamına bıraktı. Seraskerin görev sahası, bugünkü Genelkurmay Başkanlığı, Kara Kuvvetleri Komutanı ve Milli Savunma Bakanı'nın yetkilerinin birleştirilmiş haliydi. Devlet kurumlarında ve özellikle orduda başarıya göre terfi, madalya ve nişan verilmesi usulüne geçildi.
Bu dönemde ilk resmi gazete olan Takvim-i Vekayi, merkezi otoritenin sağlanması ve özelde ise yapılan reformları, yerli ve yabancı unsurlara devlet eliyle anlatmak için kuruldu. Yeni sisteme kalifiye memur yetiştirmek adına bazı eğitim kurumları oluşturulmuştu. Bunlardan Mekteb-i Ulum u Edebiyye; memur yetiştirmek için, Mekteb-i Maarif-i Adli ve Mekteb-i Tıbbiye; bürokrat, hukukçu ve hekim yetiştirmek için oluşturulan okullardandı.
Yapılan reformlar devleti yıkılmaktan kurtardı
Tanzimat ilanından az bir süre önce verem hastalığından mustarip olan ve yaptığı reformlardan ötürü halkın bazı kesimleri tarafından 'gâvur padişah' olarak anılan Sultan II. Mahmut'un ölümü, gerçekleştirmek istediği projeleri kesintiye uğratmadı. Çünkü ardında bürokrasiden orduya eğitimden yeni saray hiyerarşisine kadar yepyeni bir sistem bırakmıştı. Başlatılan reformların Tanzimat adı altında devamını getirmekse oğulları ve torunlarına kalacaktı.
Devletin çağa ayak uydurmak ve kendini yenilemek üzere yaptığı bu köklü reformlar kuşkusuz içten gelen bir zaruretin ürünüydü. İdare, eğitim, askeriye, diplomasi, sosyal yaşam gibi birçok alandaki değişim hamleleri, programlı-çok yönlü bu anlayışı açıkça göstermektedir. Sultan II. Mahmut'un radikal ve sert tavrı günümüzde hâlâ eleştiriye uğramaktadır. Fakat sultanı acımasızca eleştirmekten ziyade devletin o dönemlerde içinde olduğu durumu göz önünde bulundurarak analiz yapmak yerinde olacaktır. Zira askerin başıbozuk olduğu, eyaletlerin bağımsızlık peşinde koştuğu, devletin valisinin Osmanlı'ya savaş açmaya cüret ettiği bir dönemden bahsediyoruz. Bu dönemde başlatılan reform hareketleri, devleti yıkılmaktan kurtardı. II. Mahmut'un büyük riskler alarak, ciddi çaba ve gayretleri sonucu gerçekleştirdiği reformlar, tarihsel devamlılık içerisinde bugünkü birçok kurumun yapısının da çekirdeğini oluşturdu.