Meryem İlayda Atlas: Sistem 101: Vesayetin keşif kolu bürokrasi

Sistem 101: Vesayetin keşif kolu bürokrasi
Giriş Tarihi: 27.02.2017 17:10 Son Güncelleme: 1.03.2017 15:06
Meryem İlayda Atlas SAYI:33Mart 2017
Türkiye’nin siyasi geleneğindeki, ‘bürokratın kendini hancı, siyasetçiyi yolcu’ olarak gördüğü anlayış, son yıllarda ‘halkın gücünün’ bu derece kuvvetlendirilmesine rağmen bir türlü aşılamadı.

Başbakan Binali Yıldırım açıkladı; referandumdan evet de çıksa, hayır da çıksa önümüzde bir erken seçim yok, oturup işimize bakacağız. En yakın seçim 2019 yılında gözüküyor. Her şey normal seyrinde yani. Ya 2019 yılında aynı anda hem milletvekili hem de cumhurbaşkanı seçimlerini bir arada yapıp sistemi değiştireceğiz yahut 2019 yılına kadar ve sonrasında bürokrasinin pençesinde zer zebun perişan olmaya devam edeceğiz. Sistemin sorunları anlatmakla bitmez. En büyük sorunumuz ise icraatın önüne ket vuran bürokrasi.

2019'da seçimler yapılırsa, bakanları cumhurbaşkanı atayacak. Yani kimle çalışmak istiyorsa ona görev verecek. Bakan, seçim bölgesine değil, cumhurbaşkanına karşı sorumlu olacak. Yeni sistem bakanlardan temsil değil, icraat isteyecek. Eğer bakan Meclis içinden seçilirse milletvekilliği düşecek, aktif siyaset dışı kalacak. Veya Meclis dışından bambaşka bir alanda bakan atanabilecek.

Şüphesiz bu durum, bakanların icraat ömrünü uzatacak. Kabineye girdikten sonra altı ayını işleyişi öğrenmeye, altı ayını yapılanmaya ayırıp son iki sene tekrar seçim ve kampanya derdine düşülmesinin de önüne geçiliyor böylece. Çünkü yürütmenin eksen dairesi seçimden değil, performanstan beslenecek. Yeni düzenleme, siyasetin gücünü zayıflatacak değil, tam tersine artıracak bir düzenleme. Nereden mi biliyoruz? Çünkü hâlihazırdaki sistem her anlamda siyaseti zayıflatıp, atanmışların seçilmişlere çelme takması üzerine kurulu.

Türkiye'nin siyasi geleneğindeki, "bürokratın kendini hancı, siyasetçiyi yolcu" olarak gördüğü anlayış, son yıllarda "halkın gücünün" bu derece kuvvetlendirilmesine rağmen aşılamadı. "En iyi müsteşar, bir bakanı o işin mevzuat açısından nasıl yapılamayacağına ikna eden müsteşardır" lafını duymuşsunuzdur. Geçmiş dönemlerde bakanlık yapmış bir siyasetçinin, "Onca mevzuata rağmen Türkiye'de nasıl bu kadar çok iş yapılıyor hayret ediyorum" dediğini hatırlıyorum. Yani uyumlu yasama ve yürütme kadar icraatçı bakan kavramı da önemli. Zaten elimizde parlamenter sistem olma özelliği göstermeyen sistemin oluşturduğu birçok siyasi kriz, geçmişte icraatın ve yürütmenin yolunu çok defa tıkamıştı. Bu sistemde mesela, bütçe konusunda alınan önlemlerle Amerika'daki gibi bir bütçe krizinin aşılması için bir önceki yılın bütçesi ile devam edilmesi ön görülüyor. Bu düzenleme çokça eleştirilse de, siyasi sistemlerden doğan krizlerin, finans sektörünün, hastanelerin, üniversitelerin ve vatandaşlara hizmet veren bütün birimlerin kilitlenmesine neden olan mekanizmalar engellenmeye çalışılıyor. Türkiye hâlâ anayasa kitapçığı fırlatmak suretiyle ülkenin bir günde yoksullaşabilmesine ihtimal verebilecek kadar kırılgan bir siyasi sistemin üzerinde oturuyor. Siyasi tartışma ve krizlerin, vatandaşın hayatını alt üst edebilmesi sistemler için büyük başarısızlıktır. Biz, başarılı olamamış bir parlamenter sistemle yönetiliyoruz.

Anayasa Mahkemesi'ne gitme demiyorum, hobi olarak yine git!

Yargı bürokrasisinden çektiklerimizi hatırlayalım. Yakın tarihimiz yargı bürokrasisinin yüksek mahkemeler aracılığı ile sürekli siyasete ayar verdiği, tehdit unsuruna dönüşen kararlarıyla dolu. 2014 yılında Danıştay töreninde Metin Feyzioğlu'nun o dönemin başbakanı Recep Tayyip Erdoğan'a bakarak vermeye çalıştığı ayara Erdoğan, artık yeter demiş ve cumhurbaşkanı ile beraber salonu terk etmişti. Sahi neydi o günler, yüksek yargı mensuplarının açılış günlerinde mum gibi dizdiği siyasetçilere karşı saatlerce nutuk atması, naklen canlı yayınlar, ertesi gün manşetleri…

Bir dönem bir espri yapılırdı; CHP, Anayasa Mahkemesi'ne en hızlı dosya götürme yarışması yapacakmış diye. Siyaseten hiçbir şey üretemeyen CHP, AK Parti iktidarının ilk yıllarında oldukça rahat sayılırdı. Ruhat Mengi her pazar günü endişe ve korku çığırtkanlığı yapıyor, pazartesi günü CHP bir aktivite olarak eline bir dosya alıp Anayasa Mahkemesi'ne gidiyordu. Ne güzel günlerdi, Uğur Dündar, Ayşenur Arslan'ın o çığırtkan üslupları ile ana akım medyada program yaptıkları günler… Elimizin altında Anayasa Mahkemesi de vardı, ekranda pişirir, mahkemede düşürürdük… Ne de olsa 82 Anayasası'nda sadece yargının bağımsızlığından bahsediliyor, tarafsızlığına yer verilmiyordu. Yargı bağımsız olacak ama aynı zamanda taraflı olacaktı ki, hem siyaset tarafından etki edilemesin hem de siyasete etki etmesi kolay olsun. O günlerde CHP'nin son kalesi bürokrasi bir hayli sağlam görünüyordu. Nitekim temel hak ve özgürlüklerin korunması için çok önemli olan tarafsızlık ilkesi diye bir ilke olmadığı için milyonlarca insanın hakları göz göre göre bir avuç azınlık tarafından yıllarca çiğnenebiliyordu.

Vesayetçi devlet iktidarını siyasetçilere, partilere ve topluma karşı koruma amacı ile şekillenmiş mevcut yargı, bu yapısı nedeniyle derin yapılanmaların da oyuncağı haline gelebildi. 1961 Anayasası'ndan beri yapılan, her hâlükârda siyasi iktidarı çeşitli devlet katmanları ile sınırlamak ve denetlemekti. Siyaseten de ufak bir zümrenin çıkarlarına hizmet eden bu tavrın siyasi bir tavır olduğu uzun süre inkâr edildi. Sonuçta insanların yargıya güveni zedelendi, yargının ideolojik temelli bir yapı olduğundan kimsenin şüphesi kalmadı. AK Parti güç katmanlarını deştikçe aslında alt alta pek çok katman çıktı. Bunlardan hiç şüphesiz en köklü ve kalın olanı yargının bağımsızlığı yalanı ile gölgelenmiş, taraflı bir yargı ile korunan bürokratik vesayet katmanıydı.

Siyasetin bürokrasi karşısında aşağılanması

Levent Kırca parodileri ne işe yaradı derseniz, 90'lı yıllarda yozlaşmış siyasi tabloyu ortaya koyma noktasında bir hayli işe yaramıştır. Rüşvet alan polisleri, yozlaşmış siyasi zihniyeti, vatandaşı horlayan doktor, öğretmen, polis gibi memurları… Bu mevzular için Levent Kırca parodileri bulunmaz nimetti. Kuyruklar, çileler, 'bugün git yarın gel'ciler… Hata kimdeydi derseniz, elbette siyasette. Cılız, vasat, istikrarsız siyasette. Hâlbuki siyaset kurumunu yıllarca delik deşik edip, 90'lardaki o tabloyu çıkaran bir geçmiş ve gerçeklik var. Düzenli olarak siyaset kurumunun operasyonlara, manipülasyonlara maruz kalması ve daha önemlisi aşağılanması, bürokrasi, ordu ve yargıyı itibarlı, siyaseti ve siyasetçiyi itibarsız bir şekle soktu. Milletvekilleri hiçbir şey bilmez, hepsi cahildir, yozdur; siyaset fırıldak işidir, siyaseti aşağılamayan enteli döverler, zira onlar zaten siyaset üstüdür, falan filan…

Kulağımıza siyasetin her yerde konuşulmaz, pis, kirli, muzır bir şey olduğunu fısıldayanlar aslında siyaset kurumunu yıpratanlar değil miydi? Elbette evet. Net, 1950'ye kadar bu durum hiç de böyle değildi. Çünkü bürokrasi, asker, siyasetçi, hepsi kurucu unsur olarak esası temsil ediyordu. CHP o dönemde askeri ve bürokratik oligarşinin meclisteki keşif koluydu. Temel kurucu ilkeler için mücadele edilen bu dönemde çeşitli şekillerde hedef alınan halk kitleleri varken, mücadele edilip ezilmesi gereken siyasi rakipler çok azdı. 1950'den sonra bir daha hiçbir şekilde yok edilemeyen toplumsal muhalefet, siyasi alternatif, asker eliyle yıpratılmak, cumhurbaşkanları eli ile kilitlenmek, yargı ve idari bürokrasi ile yozlaştırılmak suretiyle çıkar odaklı bir merkez haline geldi. Zaten Türkiye'nin onlarca yıl yurtdışında temsil edilmek, Avrupa Birliği (AB) çatısında bir tartışma açmak, anlam dünyasındaki ülkelerle ortak işler yürütmek veya yurtdışındaki kendi vatandaşları ile bütünleşmek gibi dertleri hiç olmadı. Sonuçta herkes tarafından hırpalanan, aşağılanan bir siyaset kurumuna karşılık, en itibarlı sayılan kurum olarak ordu, en muteber zümre olarak savcılar ve hâkimler, her daim hiçbir hesap vermeyen ama saygınlığından hiçbir şey kaybetmeyen bürokratlar yüceltildi. Böylece siyaset kirli ve pis bir iş olarak gösterildi. Siyaset yapmanın yaşının 18'e inmesi insanları bu sebeple çıldırtıyor. Siyasetçi dendiğinde kafamızda çizilen imaja 18 yaşında bir genç hiç oturmuyor çünkü…

Seçilmişlere karşı 1950-60 arasındaki Demokrat Parti'nin yaptığı hatalar yüzünden geliştirilen alerjinin artık bugün aşılmış olduğu da aşikâr. DP'nin kaymakam ve parti mensupları arasında denge gözetmeyen politikalarının hırsı, topluma karşı devleti korumak hırsı ile 1960-80 arasında düzenli olarak sağlamlaştırıldı. 1980 darbesinden sonra siyasi liderlerin yasaklarının kalkması ancak 87 yılını buldu.

Yine yozlaşma düşüncesinden beslenen siyaset kurumunun 90'lardaki düzeyi, siyasetin kapasitesizliği, eylemsellikten yoksunluğu ve koalisyon hükümetleri ile 28 Şubat döneminde askerlerin magazin programlarına kadar müdahale etmelerine ses çıkaramadı.

1980 sonrası sistemli apolitikleşitirme, meyvelerini o yıllarda verdi. Yapılan anketlerde üst üste ordu ve yargı Türkiye'de en çok güvenilen kurum oldu. Aileler çocuğumuz siyasete bulaşacak diye Karl Marx'ın üç ciltlik Kapital kitabını bile evden çıkarttı. Toplum sindi, siyasetten yaka silkti, 'kendi halinde vatandaş' teriminin içini doldurmaya gayret etti. Hâlbuki siyaset kurumunun dışında kalmak başka bir şey, siyaset yapmayı yoz ve itibarsız bir kurum olarak görmek başka bir şeydir. Nitekim güçlü siyasi kadrolar ile geçirilen son 10 sene, gençlik kollarından başlayarak toplumun tekrar siyasete aktif katılımına, ilgisinin artmasına neden olmuş, hatta artık seçilme yaşının 18'e kadar düşürülmesi ile gencecik çocukların ülke yönetiminde söz sahibi olduğu icraatçı bir yapıya evirilmek imkânı doğmuştur. Bu imkânı ne kadar değerlendireceğimiz ise bizim şeffaf, hesap verilebilir, kurumsal bir yapı kurma becerimize kalmıştır.

BİZE ULAŞIN