Prof. Dr. Adem Sözüer: 15 Temmuz’da toplum sözlü bir anayasa yazdı, siyaset bunu yazılı bir anayasaya döndürmeli!

15 Temmuz’da toplum sözlü bir anayasa yazdı, siyaset bunu yazılı bir anayasaya döndürmeli!
Giriş Tarihi: 27.2.2017 17:15 Son Güncelleme: 1.3.2017 14:47
Prof. Dr. Adem Sözüer SAYI:33Mart 2017
Hukuk devleti kurallarına sadık kalarak, devletin yeniden yapılanma süreci başladı.

Anayasa değişikliği için 16 Nisan'da referanduma gidiliyor. Hangi nedenle değişiklik yapılmak isteniyor?

Bugüne kadar 20 kez değiştirilmiş 1982 Anayasası 21'inci kez değiştiriliyor. Aslında neden yine kısmi bir anayasa değişikliğine gidiliyor da, bütünüyle yeni bir anayasa yapamıyoruz diye sormak lazım. Çünkü uzun yıllardır hemen hemen bütün siyasi ve toplumsal kesimler, bir darbe sonucu oluşturulan 1982 Anayasası'nın yerine, yeni bir anayasa talebini dile getirmiş, bu konu toplumun bütün kesimlerinde tartışılmıştı. Türkiye Büyük Millet Meclisi'nde bütün partilerden oluşan anayasa uzlaşma komisyonları kurulmuş ancak olumlu bir sonuç alınamamıştı. En son kurulan komisyon üç toplantıdan sonra çıkan görüş ayrılıkları üzerine 2016 Şubat ayında çalışmalarına son verdi.

Komisyonlar başarısız olunca nasıl bir yol izlendi?

Uzlaşma komisyonları başarısızlıkla sonuçlanınca 2016 Mart'ından itibaren AK Parti insan onuru ve değerini esas alan, kişi hak ve özgürlüklerini etkin biçimde güvenceye bağlayan, yasamayı güçlendiren ve yönetimde istikrar amacıyla hükümet modeli olarak başkanlık sistemini kabul eden yeni bir anayasa önerisi hazırlamaya başladı. Bu çalışmalarda daha önce hazırlanan taslak ve önerilerden de yararlanıldı. 2016 Mayıs'ında kişi hak ve özgürlükleriyle ilgili bölüm tamamlamıştı. Diğer bölümlerin de tamamlanması ve yeni anayasa teklifinin birkaç ay içinde TBMM'ye sunulması gündemdeydi. Benim de katıldığım komisyonda hazırlanan taslakta kişi hak ve özgürlükleriyle ilgili bölüm son derece özgün, özgürlükçü, çoğulculuğu ve katılımcılığı esas alan düzenlemeleri içermekte, millet egemenliği, üniter devlet ile cumhuriyetin; demokrasi, laiklik, sosyal hukuk devleti ilkeleri elbette korunmaktaydı. Bu esnada ana muhalefet partisi CHP de boş durmadı, kolları sıvayıp yeni anayasa için temel esasları belirleyip çalışmaları belli bir aşamaya getirmişti. Yani bundan sadece 10 ay önce, hem iktidar hem ana muhalefet partisi yeni anayasa taslaklarını nerdeyse bitirmişlerdi.

Partilerin nerdeyse bitirdi dediğiniz yeni anayasa çalışmaları kamuoyuna açıklanmadan 15 Temmuz Darbe Girişimi oldu. Yeni anayasa umudu rafa mı kalktı?

Maalesef 15 Temmuz kanlı darbe girişimi yeni anayasa çalışmalarına da darbe vurdu. Evet, bu bir kayıptı ama bu kayba karşı çok büyük bir kazancımız da oldu. O kazanç, halkımızın darbeye karşı tarihte eşine az rastlanır kahramanlık örnekleriyle direnmesidir. 15 Temmuz, Türkiye Cumhuriyeti vatandaşlarının egemenliğine ve geleceğini tayin etme hakkına sahip çıkması ve her tür vesayete karşı özgür yaşama iradesini ortaya koymasıdır. Aslında o günkü direnişle halk bir anlamda yeni bir toplum sözleşmesi hatta yazılı olmayan yeni bir anayasa yaptı diyebiliriz. Siyaset bunu yazılı bir anayasa haline getirmeli.

Yeni anayasa ve anayasa değişikliği hep gündemde. Neden? Ne sorunumuz var?

Yakın siyasi tarihimize baktığımızda, ne sorunumuz yok ki, demek lazım. Türkiye'de darbe dönemlerini de dikkate aldığınızda kapatılmamış tek bir siyasi parti yoktur. Siyasi liderlerin, hemen hepsi darbe dönemlerinde veya 28 Şubat gibi ara rejimlerde hapse girmiştir. Demirel, Erbakan, Türkeş, Ecevit, Baykal, Erdoğan… Başka pek çok örnek var. En vahimi ise malumunuz, Adnan Menderes örneği.

Ülkemizde "Siyasetçinin iki gömleği vardır; biri bayramlık, biri idamlıktır" söylemi boşuna değildir. Görüldüğü üzere ülkemizde en sık yaşanan sorun, ceza hukuku araçları kötüye kullanılmak suretiyle siyasetçilerin hizaya getirilmek veya tasfiye edilmek istenmesidir. Bunların yanı sıra, başörtü yasaklarını, din özgürlüğü alanına ilişkin hakların kullanımındaki sınırlamaları, anadil yasaklarını hatırlayalım. Kürt var demek Terörle Mücadele Kanunu'nun 8'inci maddesine göre bölücülük suçu sayılıyordu. 1 Haziran 2005'te yeni ceza kanunları yürürlüğe girene kadar, ülkemizde soruşturmalarda işkence yaparak delil toplamak olağan bir uygulamaydı. Gerçi bu sorunların bir bölümü önemli ölçüde çözüldü yasaklar kaktı. Ama bu kez de yapısı, örgütlenmesi ve yöntemleri bakımından geçmişte ve günümüzde hemen hiç örneği bulunmayan 'paralel yapı' AK Parti döneminde özellikle yargı alında yapılan bütün reformları kökünden sarsmaya başladı. Özel yetkili mahkemelerdeki kumpas davaları ile sindirme, tasfiye girişimleri, 7 Şubat'ta MİT müsteşarını ve esasen başbakanı üstelik terör örgütü kurma gerekçesiyle tutuklama operasyonu, 17/25 Aralık'ta yargısal yetkilerin kötüye kullanılarak hükümeti devirmeye yönelik yargısal darbe girişimi ve nihayet 15 Temmuz gecesi... Bu süreçlerde hemen hemen bütün kurumlar, reformlar ve toplum büyük zarar görmüştür. Şimdi hukuk devleti kurallarına sadık kalarak, devletin adeta yeniden yapılanma süreci başladı. Keşke mümkün olabilse ve bu yapılanma süreci yeni bir anayasa ile yapılabilse.

Evet, referandumda yeni bir anayasa değil, mevcut anayasaya göre özellikle hükümet modeli değişikliğini içeren bir anayasa değişiklik paketi oylanacak. Neden değiştiriyoruz sistemimizi, mevcut sistemden neden memnun değiliz?

Anayasa değişiklik paketinde yargı ve yasamaya ilişkin maddeler de var ama öngörülen temel değişiklik hükümet sisteminde. Ülkemizde siyasi istikrarsızlık dönemlerinde hükümetlerin ve koalisyonların kısa ömürlü ve başarısız olması, cumhurbaşkanının aşırı yetkileri nedeniyle hükümetle çatışmalarının krizler doğurması, gibi gerekçelerle mevcut sistem değiştirilmek isteniyor. Şu bir gerçek ki; 1982 Anayasası, cumhurbaşkanına yasama yürütme ve yargı alanında çok büyük yetkiler tanımıştır. Buna karşılık cumhurbaşkanının kullandığı bu yetkiler dolayısıyla bir sorumluluğu yoktur. Cumhurbaşkanı ile hükümet uyum içinde olmadığı, çatışma çıktığı zaman ciddi krizler doğmakta, cumhurbaşkanı hükümetin atamalarını, TBMM'den kanun çıkartmasını adeta bloke edebilmektedir. Örneğin Cumhurbaşkanı Ahmet Necdet Sezer döneminde bunlar yaşanmıştır. Ama bu hallerde bütün cumhurbaşkanları Anayasa'nın 104'üncü maddesinde cumhurbaşkanına tanınan yetkileri göstermişlerdir. Sorun burada şu veya bu cumhurbaşkanı, yani kişiler değildir. Sorun, cumhurbaşkanına hiç bir ülkedeki parlamenter sistemde olmayan yetkilerin tanınmasıdır. Sorun, 1982 Anayasası'nda cumhurbaşkanının hükümeti kontrol eden, onun yoldan çıkmasını engelleyecek bir şekilde bir vasi olarak dizayn edilmesidir. Bu düşünceyle cumhurbaşkanına çok yetki verilmiştir. Birisine yetki tanındığında o kişinin bu yetkiyi kullanması gayet doğaldır. Üstelik cumhurbaşkanları, yetkilerini hükümetin hoşuna gidecek şekilde kullanmak zorunda değil. Onların da kendilerine göre siyasi görüşleri ve amaçları olabilir. Hatırlarsınız 28 Şubat'ta hükümet cumhurbaşkanının müdahalesiyle düşürüldü. Cumhurbaşkanın bu yetkilere sahip olmasının yanı sıra, bir de halk tarafından seçilmesiyle, Türkiye parlamenter sistemden daha da uzaklaştı. Bu nedenle benim gibi anayasa hukukçusu olmayanlar, fiilen değil hukuken bir nevi yarı başkanlık sistemine geçildiğini söylüyor. Bir tarafta çok yetkili ve halk tarafından seçilen bir cumhurbaşkanı diğer yanda başbakan ve hükümet. İki başlılığın biraz daha belirginleştiği bu durumun, ciddi kriz ve çatışma riskleri taşıdığı açık. Özellikle cumhurbaşkanı ve başbakanın farklı partilerden olması durumunda, bu risk daha büyük. Cumhurbaşkanı ve başbakanın aynı partiden olması durumunda bile ciddi sorunun yaşanabileceğini, geçen yılki başbakan değişikliğinde yaşadık. İşte bu risk ve sorunlar nedeniyle, bir cumhurbaşkanı başbakan ve bakanlar kurulunun bulunduğu sistem yerine seçmenlerin en az yüzde 50'sinde bir fazla oyu alarak seçilecek olan kendine özgü bir başkanlık sistemine geçilmek isteniyor.

Bir hukukçu olarak soralım, bazıları Hâkim ve Savcılar Kurulundaki 'yüksek' ifadesinin kaldırılmasına itiraz ediyor, Türkiye'de 'yükseklik' takıntısı mı var?

Önemli olan bir kurulun hukuk devleti ilkelerine uygun, adil uygulamalar yapmak suretiyle toplumda kazandığı saygınlıktır. Bu yolla kazanılan saygınlık gerçekten yüksektir. Özel yetkili mahkemeler sürecindeki yargı yoluyla yapılan bütün haksızlıklara göz yuman, 17/25 Aralık'ta yargı darbesini destekleyen, hükümete muhtıra veren HSYK yüksek miydi? Her makam yaptığı işin, verdiği kararın niteliğindeki kalite ile yükseklik kazanır. Böyle kazanılan yüksekliğin anayasaya, kanuna yazılmasına gerek yok.

BİZE ULAŞIN