Gerçi artık depresyon var, melankolinin pabucu dama atıldı. Depresyondan neyin murat edildiği ise biraz belirsiz. Bunaltı veya sıkıntı mı, çöküntü mü; yoksa durgunluk mu? Psikanalizin piri Sigmund Freud, melankoliyle yas arasında bir bağıntı olduğunu ileri sürüyor. Yas, Freud'a göre, "Bir yakının veya özgürlük, vatan, mefkûre gibi soyut-düşünsel bir değerin kaybına verilen reaksiyondur." Yeisin belirtileri ise derin acı, dış dünyaya ilginin azalması, sevme kapasitesinin kaybı, eylemden kaçınma ve içe kapanma eğilimi, kendini kınamaya varacak derecede öz-saygıyı yitirmek.
Tarihsel kötümserlik
Bu durumda melankolinin tam Türkçesi yeis oluyor. Ki İngilizce sözlükler melankoli tarifi yaparken "derin, acılı umutsuzluk haline" atıf yapıyorlar genellikle. Derin, acılı umutsuzluk hali, yani yeis.
Yeis de, Türk aydınını an. Neredeyse bütün modern edebiyatımız, modern düşüncemiz yeis üzerine kurulu. Bütün yazarlarımız melankolik. Acaba ne zaman başladı bu 'derin, acılı' umutsuzluk hali? Bu durgunluk, bu eylem kapasitesizliği… Türk 'aydın'ı, hani 2014'te Nuri Bilge Ceylan'ın filmini bile çektiği Kış Uykusu'na ne zaman yattı?
Cemal Süreya, 'tarihsel kötümserlik' dediği bu umutsuzluk halini I. Cumhuriyet yani Tek Parti dönemine, hatta imparatorluğun yıkılış günlerine kadar götürür. Şaire göre I. Cumhuriyet aydını hem inançsız hem kötümserdir. "Yeni bir eyleme girecek hiçbir yönü yoktur." Yani melankoliye kapılıp kalmıştır. Melankoli kelimesini bilhassa kullanır Süreya. Kendi dönemi için de, Türk şiirinin "İkinci Dünya savaşının yarattığı bir çocuk melankolisine girdiğini" söyler.
Cemil Meriç ise Tanzimat'tan başlatır 'mustağrip' oluşumuzu. Mustağrip bir kelime oyunudur; hem Batıcılığı ifade eder hem de mustarip kelimesiyle sesteştir. Mustağribin kaybettiği iki şey vardır: İman ve haysiyet. Elde ettiği üç şeyse şunlar: Taklit, intihal, tercüme. Cemil Meriç, halka ve geleneğe yabancılaşan Batıcı aydına hakaretler yağdırır. Bu aydının kaçışlarını tek tek örneklendirir ve analiz eder: "İrfana kaçış" (Abdullah Cevdet), "Yunan'a kaçış" (Salih Zeki), "İran'a kaçış" (Refik Halid), "Mutlak'a kaçış" (Celal Sılay), "Batı'ya kaçış" (Ahmet Ağaoğlu).
İşin tuhafı, Cemal Süreya şiirlerinde, Cemil Meriç de jurnallerinde melankoliktirler. Kendinden "Bir çocuktun sen" diye söz eder Süreya; Meriç, sevdiği kadına mektup yazarken çocuklaşır. Bu kendine aşırı acıma, bu iktidarsızlık koca koca fikir adamlarında sakil durur. Ama belki yazdıkları en gerçek şeydir.
Üç melankoli
Aydın melankolisinin izini mütareke dönemine kadar sürmek mümkün. Birinci Dünya Savaşı sona erdiğinde Türk aydının ruh halini özetleyecek bir kelime ararsak 'hüsran' diyebiliriz. Bunun işaretleri her yerdedir. O dönemde yazılan romanlardan bazılarının ismine bakmak bile yeterli fikir verir: Gün Batarken, Acılar, Sodom ve Gomore, Ateşten Gömlek, Esir Şehrin İnsanları...
İtilaf Devletlerine ait gemiler Boğaz'a demirlediği zaman yas hali, yeis duygusu İstanbul başta olmak üzere memlekete hâkimdi. Bu ağır ortama karşı aydınlar arasında üç tip tavır geliştirildiği söylenebilir.
Birinci tavır, kaçıştır. Bugünkü tabirle apolitik tavır. Yani "Bu iş bitti" deyip elini eteğini çekmektir. Bu tavır kendini intihar, içe kapanış, sanata veya dervişliğe kaçış olarak gösterir. Bu kaçışın ön hazırlıkları Serveti Fünun edebiyatında vardı. II. Abdülhamit döneminde aydınlar, mütareke dönemindekine benzer bir çözülüş içindelerdi. Ahmet Haşim, O Belde adını verdiği bir hayal ülkesine kaçar şiirlerinde. Yahya Kemal ve Yakup Kadri Nev-Yunanilik adı altında antik Grek âlemine kaçar. Nayiler akımına mensup ikinci dereceden şairler Mevlevîliğin hatırasına kaçarlar. Cenap Şahabettin geceye kaçar. Bütün bu kaçışlarda kendini duyguya hapsetme (Bu nefy ü hicre müebbed bu yerde mahkûmuz) ve gerçeğin inkârı (O belde? Durur menâtık-ı dûşîze-yi tahayyülde) vardır.
İkinci tavır, teslimiyettir. "Bizden adam olmaz" mantığıdır; mandacılıktır. Tarihi boyunca esaret tanımamış bir millete kendi boyunduruğunu kendi takmayı teklif etmektir. Teslimiyetteki aşağılık kompleksi ve yabancı hayranlığı, derindeki melankolinin üstünü örter. Kişinin kaybettiğiyle ilişkisini kesmesini sağlar; böylece yas acısı duyulmamış olur. Yas acısından kurtulunca iş bitmiyor elbette. Hayranlık heyecan verici olsa da iradeyi siler; aşağılık kompleksi de son vuruşu yapıp insanı kendinden nefret etmeye sürükler. Bu çirkin boğuşmanın neticesi ise tanıdıktır: Melankoli. Tevfik Fikret, Baha Tevfik, Beşir Fuat gibi bunalım edebiyatı yapan dekadanlar kendimize ait değerlere hücum ederek mütareke döneminin teslimiyetçi yazarlarının önünü açtı diyebiliriz. Ali Kemal, Refik Halit gibiler Fikret'in bunalımlı tarafından doğar.
Tez ve antitez gibi olan bir ve ikinci tavırların ötesinde bir nevi sentez olarak mücadele tavrı vardır. Mehmet Akif'te mükemmel ifadesini bulan bu tavrın melankoliye bağışık olduğunu söyleyemeyiz. Meşhur Yeis Yok şiiri, baştan aşağı yeis doludur. "Yurdun ezeli yasçısı baykuş gibi herkes" diye serzenişte bulunur şair bu şiirde. Baykuş simgesel olarak ölüm uğursuzluğuna işaret sayılıyor. Geceleyin baykuş sesi duyulan evden ölü çıkacağına inanılıyor. Baykuş arketipi, Akif'in elinde bir melankoli yergisine dönüşüyor. Öte yandan, Akif'in kendi ruh hali de son derece melankolik. Burada gerçeğin inkâr edilmesi ve kaçış yahut gerçeğin adının değiştirilmesi ve teslimiyet tavırlarının yerine başka bir işlem devreye girmiştir. Gerçek olduğu gibi kabul edilir ve yoğun patetik ruh hali yani melankoli tenkide tabi tutulur. Akif'in mücadeleci şiirlerinden bazılarının adına bakalım: Yeis Yok, Azimden Sonra Tevekkül, Uyan vb.
Cumhuriyetin melankolisi
Melankoli, Cumhuriyet ve demokrasi yıllarında da Türk aydınının yakasını bırakmayacaktır. Melankoliye karşı üç tavır da kendini her 10 yılda bir kere daha yeniliyor.
Kaçış en yaygın tavır diyebiliriz. İkinci Yeni şairlerinden A Kuşağı hikâyecilerine, 1980 Kuşağı şairlerinden 1990'ların 'öykü patlamasının' isimsiz yazarlarına kadar edebiyatımızın ekseriyeti özellikle 1950'lerden beri melankoli üzerine kurulu. Bunun siyasi karşılığı son yıllara kadar apolitik tavırdı. Üniversite gençliği içinde bu tavır yaygınlığını koruyor. 1980'lerde eğlence ön plandaydı, şimdi dumanlı olmak moda.
Teslimiyet tavrı, demokrasiye geçtiğimizden beri ciddi biçimde sorgulanmakla beraber varlığını devam ettiriyor. Yerlilik, millilik, bağımsızlık gibi amaçlar hem devlet hem aydınlar tarafından sürekli tekrar edildiği için açık teslimiyetçi tavır kendine demokratik platformda fazla yer bulamıyor, halk tarafından fazla desteklenmiyor. Bu yüzden de şekil değiştirerek varlığını korumaya gayret ediyor. Almanya Cumhurbaşkanı karşısında el pençe divan duran kanun kaçağı Can Dündar, teslimiyetçi melankoliğin mücessem haliydi. Örnek aldığını dile getirdiği, yerine geçmeye çalıştığı Uğur Mumcu ülkesinin kanunundan kaçar mıydı mesela? Kaçsa da başka bir ülkenin cumhurbaşkanı önünde el pençe divan durur muydu? Bunu bilemeyiz. Bildiğimiz, tedavi için Bulgaristan'da bulunan Hikmet Kıvılcımlı'nın 1971'de İstanbul Sıkı Yönetim Mahkemesi'ne gönderdiği mektup. Bu mektupta Kıvılcımlı, kendisini hapse atacak olan mahkeme riyasetine sağlığıma kavuşur kavuşmaz memlekete dönüp huzurlarına çıkacağını yazıyordu.
Mücadeleci melankoliye ise örnek bulmak şükür ki en kolayı. 15 Temmuz turnusol kâğıdı işlevi görüyor bu hususta. O gece vücudu ve sözüyle ön safı tutan çok sayıda okur yazar var. Beni en çok sevindiren hadise, bu insanların "Ben aydın kişiyim" dangalaklığına kapılıp kendini halktan ayırmamış olması. Takipçilerine mesaj atıp evden çıkmamalarını sağlayan kaçışçı melankoliklerin, korkudan altı aydır sesini çıkaramayan teslimiyetçilerin yanında mücadeleyi devam ettiren insanların popülizmi beni bir an dahi olsa melankoliden uzaklaştırıp neşe veriyor.
Evet, duygularımız ağır yaralı. Ama daha ölmedik. Mücadeleye devam.