Şeyh Gâlib'in evinin izinde
Başı Dönen Mevlevi adlı hikâyeyi yazarken Şeyh Gâlib'in hayatına dair ciddi bir araştırma yapmam gerekmişti. Hayatı zaten insanı hayrete düşüren, gönlünü çelen, anlatılar için bir memba bereketi taşıyan insanlara dair yazacağınız her kurgusal metin yenik başlanmış bir satranca dönüşüverir. Çünkü karşınızdaki insanın kendisi tüfeği duvara asmıştır; bir hikâyeci olarak size onu doldurmak, onu olayın bir yerinde patlatmak imkânı bırakmamıştır. Size düşen, onunkinin yanına patlayacağı zamanı da kollayarak içi dolu bir tüfek asmaktır. Ben de öyle yaptım. Zaten onun, iç yakan nadide hayatı orada öylece salınmaktaydı. Esrar Dede ile olan büyük dostluğu, Üçüncü Selim'le arkadaşlığı, Beyhan Sultan'la sırlanmış "ah mine'l aşk"ı… Yazacağınız hikâyede Gâlib'in dilini çözmek için kan kardeşi, muhibbi bir yakınını öldürmeniz gerekmeyecekti. Çünkü Esrar gibi bir yâranı vardı. O yâran göçüp gittikten sonra buradakine redifi, kafiyesi, vezni hıçkırık olan bir mersiye de yazdırmanız gerekmeyecekti:
Her şeb misâl-i şem' benim ile yanar idi
Hakkaa tamâm âşık idi yâr-ı gaar idi
Birkaç zaman muammer olaydı ne var idi
Hatta o güzel dostu öldürmeden önce bir güzel süslemeyecek, asıl kahramanınız ve onun arasına uhuvvet tohumları ekmeyecek, birini diğeri için artık vazgeçilmez bir hayat kaynağı haline getirmeniz de gerekmeyecekti. Her anlatıcının yapmaktan hoşlandığı şeyi yani öldürmeden önce ona ölesiye yaşanılası, tadılası bir yüz bahşetmeniz gerekmeyecekti. Çünkü bu saydıklarımın hepsi Esrar Dede ve Gâlib için geçerliydi. Biri bir serkeşlik yapacak, melâmeti abartacak, diğeri de onun dergâhtaki pabuçlarını kapıya doğru çevirecek, bu hareketi o dergâha yakıştırmayacak, dostunu sürgüne mahkûm edecekti. Anlatıcı burada, kahramanlarından birinin suçunu bağışlatacak ne yapabilirdi? Galata Mevlevihanesi şeyhi Gâlib'in şiir ve sanattan anlar, hal bilir dostu Esrar, dergâha mugayir bir amel yapacak, şeyh bir yolunu bulup onu affedecek. Şiirden anlamayan bir anlatıcı ise bu kişi, böylesi bir şiir için kendisini zorlamasına gerek yok. Çünkü bunu zaten yazmıştır Esrar:
Şâhım senin Esrâr sadâkatli kulundur
Lûtfeyle o derviş-i perîşâne dokunma
Bana düşeni yaptım. Esrar Dede'nin yanına aşktan belini büktüğüm bir talebeyi koydum. Bu talebenin bir Gâlib'i olmalıydı, akademideki hocası oldu bu. Sonra onun bir Beyhan'ı olacaktı. İki nehri ayrı yataklarda akıtıp aynı denize dökmek, tarihin derinliklerinden çıkardığım zaten var olan bir hikâyeyi zaten var olan ama yazılmamış bugünün başka bir hikâyesi ile yeniden yaşatmak istedim. Her şey yeniden olsundu. III. Selim'in kardeşi Beyhan Hanım bütün o zarafeti ile ağabeyinin bestelediği Sûz-ı Dilârâ Mevlevi aynini izlemek üzere Galata Mevlevihanesi'ne teşrif etsin, onu uzun boyu, esmer çehresi, erken yaşta çukurlaşmış (haşa, derinleşmiş) gözleriyle iç avluda Gâlib karşılayıversin. Üst katta kendisine ayrılan yerde kız kardeşi Hatice Sultan'la, Gâlib'in tekke için yaptıkları nedeniyle kendisi için yazdığı teşekkür bâbındaki kasidesinin altına düştüğü Farsça beyiti kara kara düşünsün, gözlerinden birkaç damlayı temizlensin için dergâha düşürsün. "Sen söylenmeyeni biliyor ve yazılmayanı da okuyabiliyorsun." Varsın anlatıcı, bir olan gözyaşını bin etsin. Çünkü kendi hikâyesine insanı sarsmak havasını ancak o kadim hikâye ile vermek istiyor.
Bana düşeni yaptım. Suç işleyenin suçu işlediği yere gelivermesi gibi ben de var olan ve olmuş bir hadiseyi kendi hikâyeme ortak etme suçu işleyen biri olarak o hatıralar nerede yaşanmışsa kendimi oraları keşfederken, oralarda kendi kahramanlarımı ararken buldum. Esrar'ın eteğine dünya tozu bulaştırdığı için pabuçlarının ters çevrildiği o mekâna vasıl oldum; eskiden Kulekapısı diye anılan Galata Mevlevihanesi'ne. Şimdi bir anlatıcı olarak tarihi şahsiyetleri anlatmaya yeltendiğim için yenik başladığım satranç oyununda bir hamle yapmanın zamanı gelmişti. Esrar'ın başına yaşadıklarını kısaca ifade edebilecek bir şey getirmeliydim. Aslında yaşamadığı ama bunu yaşamıştı dediğimde delilin nedir diye soramayacakları bir şey! Çok gaddarca. Bir hikâyecinin ne kadar tövbe etse de yine işleyeceği günah. Ne yaşadığı kaynaklarda belirtilen bir tarihi şahsiyete hiç duyulmayan bir şeyi yaşatma, duyumsatma, tattırma günahı. Belki elleri kemirip duran yasak meyveye bir kez dokunabilme merakı... Ah mine'l merak.
Aşk ile sema ederken gönlüne bir hal geldi, o an kendisini orada semahanede değil de yârinin yanında buldu. Hemhallık uzun sürdü, sema durdu ama o dönüyordu, sonra bir sarhoş gibi oraya yıkıldı, başı dönmüştü. Şimdi kim diyebilirdi, hayır onun hiç başı dönmedi?
"Nur-u Muhammed görürüm ruy-u sanemde/Söyle ki ey sûfi bu küfr ü hatadır." Gazellerinden birinde böyle buyuruyor Dede. Ben sevgilinin yüzünde Efendimiz'in yüzünü görüyorum, böyle olduğu halde yar ile oluşum bir küfür olabilir mi? Anlatıcı niçin Esrar'ın bu haykırışına ihtiyaç duydu? Belki de bunu duymaya en çok kendi kahramanının ihtiyacı var.
Bir anlatıcı olarak bana Esrar'ın makamına gitmek düşüyordu. Gittim. Suskunlar mezarlığı. Hâmûşân. Kabri başında durdum. Mevlevi mezarlarına sonbahar yaprakları dökülmüştü. Ondan yüz çeviren ve fakat kalbini çevirmeyen şeyhi az ötede uykudaydı. O yöne doğru baktıkça hep babasının Gâlib'in susmuş bedenine bakarken söylediği cümleler yankılandı: "Oğlum, bu kara sakal bu beyaz kefene hiç yakışmadı, bana daha çok yakışırdı." Onun şefkatli hali beni kendi kahramanıma zulmetmekten alıkoydu. Sonunda Esrar gibi onu da öldürdüm. Ama hiç değilse kendi Gâlib'inin kucağında yaptım bunu.
Eğer anlattığınız Osmanlı toplumuna ait bir zaman dilimi ise kahramanlarınızın özel hayatlarına dair bir şeyler karalayan çıkmış mıdır diye boşuna sormayın. Çünkü o toplum ifşa kültüründen uzak, böyle şeylerin yazılmasını edepsizlik olarak değerlendirir. Bu nedenle anlatıcı ya yazılan bir gazeli alacak hayatın içine sokacak ya da kulaklarını Mevlevilere açık tutacak, bütün bir Mevlevi silsilesindeki şeyh efendilerin yapıp ettiklerine kulak kesilecek.
Gâlib'i anlamadan silsilenin diğer efendileri anlatıcıya kendilerini açmayacaktı. Ben yolun ortasından başlamıştım yürümeye. Halbuki en başa dönmek ve sonra gelinen yolu bir daha yürümek gerekiyordu. Bu nedenle Gâlib'in Hüsn ü Aşk'ı altı ayda bitirip yorgun düştüğü ve arınmak için gittiği Hazret-i Pîr'in yanından dönmesini, anne babasının ahuzarını böylece susturmasını beklemek gerekecekti. Bekledim. Araştırmalarımı sürdürürken Beşir Ayvazoğlu'nun Gâlib'in yaşadığı Sütlüce'deki evle ilgili bir yazısına rastladım. Kulekapısı'na şeyh olmadan önce kaldığı ve Cezire-i Mesnevi şerhini yazdığı ev. Bu evi tercih edişinin nedeni, adı geçen eserin müellifinin kabrinin hemen yanı başında oluşuydu. Elif Efendi Sokağı, Numara 2. Bu haberi okuyunca Şeyh Gâlib'i gerçekten görecekmiş gibi sevindim. Hemen oraya gidecek, onun aziz hatırasını kana kana yaşayacaktım. Osmanlı'nın içten içe büyük çöküntüler yaşadığı bir devirde, Cibali'den başlayıp bütün bir Haliç'i kaplayan o büyük yangını ben de izleyecektim. İşte o zaman anlayacaktım belki, mumdan gemilerle ateş denizlerinden geçmeyi.
Mihrişah Camii'ne gelmeden otobüsten indim. Sahil boyunca yürüdüm. Uykuluk lokantaları önünden taze sakatatların bazen nefis bazen tiksindirici kokuları arasından geçip yıkık virane bir binanın yanında sanki gökte asılı duruyormuş izlenimi veren taş merdivenleri çıkarak sağa kıvrılan yola girdiğimde kalbim hızla çarpmaya başlamıştı. Yol boyunca üzerime çöreklenen kasvet, sağa kıvrılan ve kenarlarında Osmanlı mezarları bulunan yola girdiğimde dağılıverdi. Yol gittikçe dikleşiyor ve mezarlar da artık o yolda yürüyen insana tepeden bakar bir hale giriyordu. Demir parmaklıklı büyük mezarın yanında durdum. Mezar taşında ne yazdığını çok da dikkat etmediğim için okuyamadım. Elif Efendi Sokağı tabelasını gördüğümde yaşlı bir amca yokuş aşağı aheste iniyordu. Büyük bir merakla açık açık sordum. Sanki o adam 1790'larda buralarda yaşamıştı, bu mahallenin sakiniydi. "Buralarda Şeyh Gâlib'in evi varmış, biliyor musunuz acaba?" "Aa evet" dedi, "o adam geçen sene öldü, buralarda bir yerde evi vardı ama yıkıldı, şimdi oğulları paylaşamıyor." Amcayı selametle uğurladım. Söyledikleri arasında sadece bir doğru vardı. O da evin yıkıldığı idi. Bunu biliyorduk. Fakat o ev neredeydi? Biraz daha dolaştım. Sonra ilk geldiğim yerde demir parmaklıklı mezarın önünde durdum. Kabirdeki Yusuf yazısını sökünce gerisini getirmek hiç de zor olmadı. Yusuf Sîneçâk. Büyük bir hayretle arkamı döndüm, işte boş bir arazi. Yukarıdan evlere baktım. 1 numara, boş bir arsa ve sonra 3, 4, 5. Yıkıntılar vardı. Büyük bir medeniyetten artakalan son hatıraları topluyormuş gibiydim. Oradan Haliç'e baktım. Uzun gecelerde, Yusuf Sîneçâk'a rabıta ederek çalışan ve bir gün ansızın Galata Mevlevihanesi'ne şeyh olduğu kendisine bildirilen Gâlib'in yükü omuzlayışındaki heyecanını ve dahi mahviyetini gördüm.
Ev yoktu. Ama anlatıcı, onun evini oraya inşa etmiş, içine girip onunla birlikte Haliç'i ve az önce bitirdiği "Sustuktan sonra söz söylemek eğer aşkın sırlarından ise sözden daha büyük ne vardır" diye başlayan gazeli de görmüştür.
Bir Gâlib var, bir yâranı bir de yâri var. Kavuşma yok. Çünkü gizlenmesi gerekli bir sevda olduğu apaçık... Beyhan Sultan saraylı. Belli kaideler var ki yıkılamıyor. Ama aşktır, gizlense de aşikâr edilse de can, candır. Anlatıcının bütün bunları değiştirmesi gayri kabil. Âşık Veysel'in dediği gibi "yazan kâtip böyle yazmış yazıyı." Lakin anlatıcının kendi hikâyesinde durum farklı mı? Kendime sorduğum ve fakat cevabını yutkunmaktan veremediğim bir sual oldu bu. Gerçekten kendi öykümde benim müdahalemin ne kadar benim müdahalem olduğu kuşkusuna düştüm. Sanki kahramanlarımdan biri yazdıklarımı karıştırdı, sen yok sayıyorsun ama ben buradayım, dedi.
Anlatıcı, kendi hayatını yazdığını anladığında, ney susmuş, kudümzenbaşının kudüme ilk vuruşuyla birlikte şeyh ve semazenler, Allah'ın insanın önce cansız bedenini yaratması sonra ona kendi ruhundan üfleyerek diriltmesine, böylece evrenin oluşumu ve can buluşuna misal olmak üzere hep birlikte içlerinden "Allah" diyerek ellerini yere vurup birden ayağa kalkmışlardır. Ayağa kalkanlar arasında tanıdık simalardan kimler vardı dersiniz?