Ayşe Eyyüpkoca Atila: SIRADAN BİR KADININ SIRADAN OLMAYAN HİKÂYESİ: ANNEM

SIRADAN BİR KADININ SIRADAN OLMAYAN HİKÂYESİ: ANNEM
Giriş Tarihi: 3.3.2023 12:26 Son Güncelleme: 3.3.2023 12:33
Burada hikâyelerini okuduğunuz her bir hanımefendi, kadın ve anne olmayı, bir kadının anne olmaktan ibaret olmadığını, ev, çocuk ve varoluşları arasında nasıl dengekurduklarını anlattı ve anneliğin de kadınlığın da sadece parça ile bütün arasındaki ilişkinin temsil aracı gibi bir şey olduğuna dikkat çekti. Kendilerine yönelttiğim sorulara, sorunlarımızın tespitine değil, çözümüne dair gerçekten de işimize yarayacak sahici cevaplar verdiler. Yaklaşık dört yıldır devam eden Çocuklarla Koşan Kadınlar söyleşi dizisini elbette bir yerde nihayete erdirmem gerekiyordu. Kendilerini bu dünyaya rasgele bırakmayan, kendi varlıklarının hükmünü yürütebilen, dünyaya bir anlam arayışı içinde kök salabilen ve en önemlisi bunu bir sorumluluk olarak duyabilen birbirinden kıymetli otuz dokuz ismi ağırladığım bu köşeye bir son yazmak düşündüğümden daha zor oldu. Çünkü kırkıncı isim öyle bir isim olmalıydı ki, hikâyesi hem bir son hem bir başlangıç olsun. Haftalarca düşündüm ve oldukça sıradan bir kadının aslında sıradan olmayan hikâyesi ile bu diziyi nihayete erdirmeye karar verdim. Çünkü bu Çocuklarla Koşan Kadınlar üst başlığı altında belki de asıl dikkat çekmeye çalıştığım şeyin özü olacaktı. Bu topraklarda sıradan görünen ama aslında sıradan bir hikâyesi olmayan belki de milyonlarca kadın yaşadı, yaşıyor. Şimdi sizlere emeğinin görünür olup olmamasıyla ilgilenmeden; her ne koşulda olursa olsun daima üreten, mücadele eden, iyi bir insan olmayı tek bir çerçeve içine girmeden başarabilen, ömrünü 7 çocukla koşarak yaşayan ve belki de hayatı boyunca didindiği her şeyde sadece Allah’ın rızasını gözeten bir kadından, iki yıl evvel kaybettiğim annemden bahsedeceğim…

Annem, 1948 yılında Bingöl'ün Ağaçeli köyünde dünyaya gelmiş. İlkokulu birincilikle bitirmiş. Öğretmeninin, "Bu kız çok zeki, çok çalışkan mutlaka okumalı!" şeklindeki ısrarlarına rağmen dedem öğretmen okuluna gitmesini istememiş. Hep övgüyle anlatırdı, "Günlerce öğretmenim evimize gelip gitti, babamı ikna etmeye çalıştı da babam ikna olmadı" diye. Gerçekten de oldukça zeki bir kadındı annem. 60'lı yaşlarında bile hâlâ ilkokulda ezber ettiği çarpım tablosunu su gibi tekrar ederdi. Sonra 23 Nisanlarda ezberlediği o upuzun şiirler dipdiri hafızasındaydı. Her 23 Nisan'da tıpkı saçları örgülü, ayağında kırmızı rugan ayakkabısı, iki elini yanlara sarkıtmış, heyecanlı bir ilkokul çocuğu gibi ezberindeki şiirleri bize okur ve kendisine hayran bıraktırırdı. Kendi yöresi ve kuşağı içinde okuma yazması olan ender kadınlardan biriydi. Belki de bu ona yetmişti bilemiyorum. Çünkü okuyamadığı için asla kavgalı değildi geçmişiyle. Dedeme de ne bu sebeple ne de başka sebeplerle kızgın olduğuna hiç şahit olmadım. Sonrasında babamla görücü usulü tanıştırılıp, at sırtında bir başka köye gelin gitmiş. Köy şartları, yatalak bir kayınbaba, kayınvalide ve babamın diğer kardeşleri ile birlikte yaşamışlar. Hem evde hem tarla ve yaylada çok ağır işler yaptıklarını anlatırdı. Babam 79'da memur olarak atanınca Elazığ'a yerleşmişler.

Gönlü geniş bir kadındı

7 çocukla şehirde sıfırdan kurulmuş bir yuvayı ilmek ilmek dokuduğuna şahitlik etmekle geçti çocukluğum. Yıllarca ev ekonomisine katkı olsun diye ekmeğini pişirdi. Çocukluğuma dönüp baktığımda annemi bir imge olarak en çok ekmek kokusuyla ilişkilendiriyorum sanırım. Ekmek konusu ayrıca bir sızıdır benim için. İlkokulda beslenme çantasında ev ekmeği olan tek çocuktum. O yıllarda ekmeği annemin evde yapıyor olmasından utanıyordum. Çünkü evinde ekmek pişirmek bir fakirlik işaretiydi adeta. Halbuki biz fakir değil sadece kalabalık bir memur ailesiydik. Somun arasına konulmuş peynir ya da sürülmüş bal bana bazlamadan daha havalı geliyordu. Somun şehirli, bazlama köylü olmaya işaret ediyordu. Yıllar sonra bir gün bunu annemle paylaştım. "Anne," dedim gülerek, biliyor musun çocukken ekmek yapmandan utanıyordum ama şimdi gurur duyuyorum. "Ah kızım," dedi ve sarıldı bana ağlayarak. "Keşke söylemeseydim, seni üzmek için paylaşmadım," deyince de "Anne olunca anlarsın," dedi… Anne olunca bundan çok daha fazlasını anladım.

Sonra dikişini kendi diker, yetmez eşe dosta da dikerdi. Öyle ki ben insanların giydikleri şeyleri çarşı pazardan satın aldıklarını çocukluğumun son evrelerinde öğrendim. Bizim ev neredeyse hep açık olan bir dikiş makinesi ve ipler, kumaş parçaları ile doluydu. Hiçbir kumaş parçasını ziyan etmezdi annem. Kırk yama örtüler diker, en kırıntı kumaşlardan bile minderler, kırlentler doldururdu. Herhalde evinde annemin diktiği kırkyama seccadeler olmayan eşimiz dostumuz yoktur.

Geri dönüşüm, sıfır atık gibi kavramları duyunca hep tebessümle birlikte annem gelir aklıma. Çünkü annem eskimiş, bir başkasının çöpe göndereceği birçok şeyden şahane şeyler üretirdi. Çöpe hunharca eşya atan, yemek, ekmek döken kadınlara söylenir dururdu. Diyebilirim ki ben annemin yaşadığı süre boyunca bir lokma ekmeği ya da yemeği ziyan edip çöpe attığına şahitlik etmedim. İsraf etmemeyi, bize emanet edildiği bilinciyle eşyaya kıymet vermeyi öğrettiği için ona çok şey borçluyum. 80'li, 90'lı yıllar memurların bir ellerinin yağda bir ellerinin balda olduğu yıllar değildi. Belki de bu yüzden annem hep yedirmeye çalışıyordu. Az malzeme ile dünyanın en lezzetli ve bereketli yemeklerini pişiriyordu. Bir miktar etten birkaç çeşit yemek mesela… Babam devlet hastanesinde sağlık memuru olarak çalışıyor, akşam mesai bitiminde çevre illerden ve köylerden gelen ne kadar gariban ve kalacak yeri olmayan insan varsa çoğunlukla eve misafir olarak getiriyordu. Çocukluğumun geçtiği 90'lı yıllarda misafirsiz geçen gecelerimiz sayılıydı. Ama annemin her zaman akşam eve gelen sürpriz misafirlere koyacak bir tas yemeği ve serecek temiz yatağı vardı. Çoğunlukla biz çocuklar bu durumdan şikâyet ediyor, sızlanıp duruyorduk. Annem bir yandan misafire hizmet ederken bir yandan bizim bu serzenişlerimize tatlı sert kızıyor, şikayetlerimizden adeta utanıyordu. Bugün annemi tanıyan herhangi birine "Nasıl biriydi?" diye sorulsa, duyulacak ilk cevap "Çok misafirperver ve cömert bir kadındı" olur sanırım.

Hiç yorulmaz, hastalanmaz mıydı?


Annemin günü sabah namazıyla başlıyor namazdan sonra asla uyumuyordu. Güneşin onun üzerine doğduğunu hiç bilmem. Önce Kur'an-ı Kerim cüzünü okur, ardından ev işlerine girişirdi. Her ay bir hatim indirir, ölülerinin ruhuna hediye ederdi. Bütün bir çocukluğum ve gençliğim boyunca ben annemi sabahları hiç yatakta uyurken görmedim. Hiç yorulmaz mıydı acaba, hastalanmaz mıydı, sanki özel bir gücü vardı. Mutfakta çalışırken radyosunu açar, türkülerin ritmiyle salınırdı. Daima neşeli yüz ifadesiyle hayat dolu bir kadındı. Her şeye sahip olduğu halde gülemeyen insanlar var. Diğer yandan maddi hiçbir şeye sahip olamayıp hayata gülen insanlar da var. İşte annem onlardan biriydi. Her şeye rağmen bıkmadan direnmek, her şeyi varmış hiçbir şeye ihtiyacı yokmuş gibi tebessüm edebilmek, verilen verilmeyen her şeye rıza göstermek, bu bir erdemdir. Her ne yaşarsa yaşasın çilesini arkasına atıp ocağını tüttürmeye devam ediyordu. Onun kalbinde umut adeta bir kuştu ve sürekli ötüyordu…

O kadar işinin gücünün arasında oturduğu yerde bile ya örgü ya da dantel örerdi. Boş boş oturduğunu, dünyanın telaşına kapılıp vakit namazlarını geciktirdiğini, seccade üzerinden tesbihatsız, duasız kalktığını hiç görmedim. En büyük keyfi akşamları televizyon karşısında elinde işi, önünde çayı geçirdiği birkaç saatti belki de. Takip ettiği bir iki dizisi hep olurdu. Kim Milyoner Olmak İster yarışma programını nerdeyse hiç kaçırmaz, soruları cevaplamaya, yorumlamaya çalışırdı. Yemek programlarını da takip etmekten keyif alır, derme çatma yazısıyla not alır, yeni tarifler denemeye bayılırdı.

Ortalama her Anadolu annesi gibi ev gezmeleri sosyalleştiği tek alandı. O üzeri nakışlı ev terliğini ve el işini çantasına koyar, en güzel elbisesini giyer, yüzükleri, bilezikleri takar, akşam yemeği için yaptığı tencerenin altını kapar ve misafirliğine giderdi. Taşıdığı o denli yükü dizleri taşıyamamış olacak ki yıllarca ciddi diz ağrıları çekti ve ancak geçirdiği ameliyatla -dizlerine takılan protezler ilebirlikte ömrünün son on yılını diz ağrısı geçirmeden yaşayabildi. Şehir hayatında 7 çocuk, yıllarca baktığı bir kayınvalide, başka şehirlerden Fırat Üniversitesi'ni kazanmış akraba çocuklarına uzun süreli yatılı yuva, hülasa ağırladığı belki binlerce misafir…

Annem merhametli bir kadındı. Sadece kendi evlatlarına değil ihtiyacı olan herkese karşı. Allah Resulü hicretin altıncı senesinde Hudeybiye'ye giderken Ebvâ'ya uğramış ve annesinin kabrini ziyaret etmişti. Bu ziyaret esnasında kabir taşlarını düzelten ve kabrin başında ağlayan Hz. Peygamber'e niçin ağladığı sorulunca, "Annemin şefkat ve merhameti gözümün önüne geldi de onun için ağladım" cevabını vermişti. Şefkat ve merhametinin gözümün önüne gelmediği bir gün yok… Annemin bütün evlatlarına hatta torunlarına isimleri dışında bir seslenişi olurdu. Serçe kuşum, kekliğim, ceylanım gibi. Bana da "mirçike vor" derdi hep. Anlamını bilmezdim ama beni böyle çağırışı, sevişi tarifsiz bir sıcaklık verirdi. Sonradan öğrendim, kar kuşu demekmiş Zazacada mirçike vor. Kışın ayazında okuldan eve her dönüşümde buz gibi ellerimi avuçlarının arasına alır ve kar kuşum diye diye soluğuyla ısıtırdı. Ancak oldukça da kuralcı, disiplinli biriydi. Onu kızdıracak şeyler yapmaktan çok çekinirdim. Çünkü öfkesi de sevgisi gibi oldukça keskindi. Ama neye kızacağını, ne yaparsam sınırlarını ihlal edeceğimi çok iyi bilirdim.

Eve dair üzerime düşen sorumluluklar konusunda hiç imtiyazlı değildi örneğin. Okul, sınav ya da ders gibi bahaneler üreterek ev işlerinden kaytarmama imkân yoktu. Özellikle evlenip çoluk çocuğa karışınca anneme bana öğrettikleri için çok kez teşekkür ettim. Çünkü evimi çekip çevirmeyi harfi harfine ondan öğrenmiştim. Bugün ise sadece bir evi çekip çevirmeyi değil, iyiliğe ve güzelliğe dair ne varsa ondan öğrendiğimi görüyor ve bunun için şükrediyorum. Sanki en ufak bir kötülük yapacak olsam, "Sütümü haram ederim!" diyen sesi kulaklarımda yankılanacak.

Aile her şeydir

Buraya kadar anlattıklarımla ilgili saçını ele güne süpürge etmiş bir Anadolu kadını güzellemesi yaptığımı düşününler olabilir. Hakları da var doğrusu. Fakat bu sadece bir güzelleme değil. Bu çoluk çocuğunu, evini, barkını her şeyin üstünde tutan bir kadının hâlâ dünyada yankılanan sesi. Benim nazarımda annemin hikâyesini anlamlı kılan en büyük şey, hayatın bütün zorluklarına sabır göstermiş olması ve aynı zamanda yaşama sevincini, neşesini her daim diri tutabilmesi. Bugün baktığım yerden onun bünyesinde taşıdığı bu erdemlerin olumsuz taraflarını gölgede bıraktığını görüyorum. Onun sahip olduğu güzellikler irili ufaklı kusurlarını örtüyor. Tecrübe ettim; bir annenin doğruları yanlışlarından fazlaysa öldükten sonra baskın olan sahiden iyiliği ve güzelliği oluyor.

Diğer yandan bu anlattıklarım aynı zamanda kadını kendisiyle, çocuklarıyla ve hayatıyla dövüştüren modern dünyaya bir sitem barındırıyor. Modern dünya bizden kendi temel değer yargılarımıza sadık olmamamızı, kafamız her attığında çekip gitmeyi, zora düştüğümüzde mücadele etmek yerine başkaldırmayı ve dolayısıyla kadınlığımızı da anneliğimizi de politik bir eksende yaşamamızı salık veriyor. Oysa aile her şeydir. Aile mefhumunun iki öznesi vardır. Biri anne diğeri baba. İkisinden biri olmak, ciddi bir mesuliyeti barındırıyor.Modern dünya birçok şeyde olduğu gibi aile kavramını da nesneleştirip kendi teorisine göre bir elbise giydiriyor. O elbiseyi giyinen anne ve babalar "zahmetsiz" bir ebeveynlik tasavvur ediyorlar. Oysa annelik sahip olmaktır. Bir şeyin sahibi olmak, o şeyi her ne koşulda olursa olsun rikkatle taşımayı gerektirir. İşte tam olarak bunun için çocuklarıyla bu rikkat içinde koşan kadınların hikâyeleri çok anlamlı. Çünkü anladım ki anneler öldükten sonra bile hikâyeleri devam ediyor. Öyleyse bütün meselemiz geride "iyi ve sağlam" hikâyeler bırakmak olsun dilerim…

BİZE ULAŞIN