1950'li yılların ortasına kadar Osmanlı döneminde doğan ve kadim kelimeleri terk etmemiş olan bazı yazarlar melankoliye, 'malihulya' da derlerdi.
Çocuklukta her soruya cevap alınamadığından insan kendi kafasının yayınevinde kendisi için bir sözlük basabiliyor. Benim ortaokul son sınıfa kadar kafamdaki sözlük, 'malihulya' için şöyle bir anlam icat etmişti: "Düş ürünü, hülya malı." Fakat lise çağında gördüm ki buradaki 'hülya', hayal demek olan hülya değil. Kalın ve boğazdan gelen 'h' ile yazılıyor. Yani hulya. Üstelik isim tamlaması da değil tek bir kelime imiş malihulya…
Yine o yıllarda bu kelimenin melankolinin karşılığı olduğunu öğrendim. Fransızca öğrenmeye çalışırken Alfred de Musset'nin, saman kâğıdına basılmış şiir kitabını sahaflardan almıştım. Musset derdi ki: "Üzücü bir olayla kaybedilirse/Hayatın ümidi ve neşesi/Melankolik kişiye deva olur/Güzellik ve musikinin sesi." Liseyi bitirmek üzereyken tıp fakültesinden yeni mezun olmuş merhum ağabeyim Nâdir'in ders kitapları arasında bulunan Mazhar Osman'ın Psikiyatri kitabını sık sık karıştırırdım. Orada melankoli bahsi de vardı. Mani ve melankoli nöbetlerinin birbirini izleyebileceğini ve bu sebeple hastalığa, "Devir, halka, çember" anlamlarını içeren 'Cyclus'tan alınarak 'siklofreni' de dendiğini öğrenmiştim.
1950'li yılları göremeyen edebiyatçımız Sabahattin Ali, Melankoli şiirini yazmıştı. Fakat bu şiir, ileride bestelenmeyi ve Nükhet Duru'nun okumasını bekliyordu.
Nedir Malihulya=Melancholia
Eski Yunan biliminde evrenin yapısını dört öğe (anasır-ı erbaa) oluşturuyordu: Toprak, su, ateş ve hava. İslam bilimlerine de geçen bu nazariye,18'inci yüzyıl bittikten sonra artık tarihi bir hatıra olarak kaldı. Eski Yunan tıp biliminde vücudun başlıca dört sıvısı vardı. İslam tıp bilimine bu dört sıvı 'ahlat-ı erbaa' olarak geçti. 'Safra', 'sevda' (kara safra), 'kan' ve 'lenfa'dan oluşan 'Dört Humor Kuramı' olarak bilindi. Lenfa yerine 'phlegma' veya 'salya' da denilebilirdi.
1950'li yılların sonuna kadar bu kuramın kalıntıları hâlâ edebiyatımızda yaşıyordu. Heyecanlı ve atılgan tiplere 'demevi' deniyordu. Mizacında kan hâkim olan kişi demekti bu. Ağırkanlı ve lapacı tipler 'lenfavi', kuruntulu ve hastalık hastaları 'safravi', melankolik tipler ise 'sevdai' idiler. Türkçe kökenli 'sevgi' kelimesiyle, Arapça siyah manasında olan 'sevda' kelimesi arasında ses benzerliği bulunması, her iki kelimenin de şanssızlığıdır. Çünkü melankoli kelimesi, vücudun dört sıvısından biri olan melan (siyah) ve cholia (safra) kelimesinden türemişti. Sevda, aşk değil, siyah demekti.
Bu iki kelime aşk şiirlerinde ve halk edebiyatında karmakarışık kullanıldı: "Coştum yine dalgalanıyorum ben/Yeni moda sevdalanıyorum ben", "Sevda ve muhabbet başıma gör neler açtı", "Ne imiş aşk u muhabbet sevda" gibi ve daha nice örnekle…
1950'li yıllardan sonra okyanus ötesindeki ABD artık Avrupa keşiflerini izleyen ve yineleyen bir ülke olmaktan çıkmış, Avrupa'yı yöneten bir ülke olmuştu. Bu yıllarda 'melankoli' kelimesi tıpta güç kaybetti. Mazhar Osman Usman, bu dönemin ilk yıllarında dünyayı terk etmişti. Bizim ülkenin psikologlarında Fransızca terimler tahtlarını ve krallığını terk ediyor, asalet unvanlarını edebiyat ve folklor gibi alanlarda sürdürüyorlardı. Alman deyimleri ise iyice sustular. Ancak İhsan Şükrü Aksel ve Fahrettin Kerim'in kaleminde ve sözlerinde yaşadılar. Eski dünyanın 'mani-melankoli' hastalığı önce 'manik-depresif' sendrom sonra sadece 'bipolar' yani çift kutuplu hastalık olarak anılmaya başlandı. Yanlış anlaşılmasın ben melankoli kelimesinin sevdalısı değilim. Sadece olanı-biteni anlatıyorum.
Etimoloji sözlüklerine göre melankoli kelimesi Fransızca yazı diline ilk olarak Latince kaynaklı 'melancholia'dan girerek 13'üncü yüzyılda, İngilizcede ise 14'üncü yüzyıl başında görülmüştür.
Vücut sıvısı anlamına gelen 'humor' kelimesi Fransızcada 'humeur', İngilizcede 'humor' olmuş, bundan da mizah anlamında 'humour' türemişti. Melankoli kelimesinin yerini daha çok depresyon almıştır. Osmanlıcası 'inhidam'dır ve çöküntü demektir. Atatürk'ün ölümünde İbrahim Alaeddin Bey kendi kendine; "İçimdeki bu pâyansız inhidam da ne" yani "sonsuz çöküntü nedir" diyerek aruz vezniyle sorar. Belediye fen işleri de bazı binalara 'çökmeye eğilimli yani mail-i inhidam' raporu verir.
Sevda besteleri
Bütünü için doğru olmasa da 'sevda' şarkıları daha melankolik, 'sevgi' şarkıları ise daha fazla seküler, neşeli ve aşk ile ilgilidir. Mesela Hafız Yusuf Bey'in; "Yüzünün sevdası aşk ülkesine son seferimdir" anlamındaki şarkısı, nedense halim selim yaşlı bir İstanbul efendisinin Karaköy Seyr-i Sefain (Deniz Yolları) önünde, elinde patlak bir valizle 'aşk ülkesine' gitmek için gemi bekliyor olduğunu canlandırır gözümün önünde.
Hele daha modern bir beste olan "Böyle bir kara sevda kara toprakla biter" şarkısı ise sevdanın siyahlığını apaçık dillendirir. Deyim yerindeyse 'üç katlı melankoli böreği' gibidir. Hem severim hem yüreğimi fena burkar. Keza Münir Nurettin Bey'in; "Sevda ile dillendi bu son şarkı sesinle/İsyanı bırak gel de bu son şarkıyı dinle", Yesari Asım Arsoy'un; "Sevda yaratan gözlerini her zaman öpsem", Cevat Çağla'nın; "Yüreğim her seferinden daha sevdalı bu yaz/ Ne çıkar saçlarımın kırları artmışsa biraz" şarkıları da böyledir.
Tasavvufta sevda
Seküler aşkta 'vücut sıvıları nazariyesi'nin izleri hâkim sayılmışken, ilahi aşk vücut sıvıları ile ilgili değil kalpteki siyah nokta ile ilgili sayılmıştır. Prof. Dr. Süleyman Uludağ, Tasavvuf Terimleri Sözlüğü adlı eserinde der ki: "Yürekte siyah bir nokta vardır. Buna habbetu'l kalb, suveydaü'l kalb, sevdau'l kalb, dâne-i dil gibi isimler verilir. Kalbin en değerli yeridir. Bazen aşırı şiddetli aşk tesiriyle bu siyah nokta tahrip olur. Parçaları bütün vücuda yayılır. Artık bu âşıkta akıl ve mantık kalmaz. Çılgınca sever."
Bu açıklamalara göre Eski Yunan'ın sıvı olan sevdası vücut sıvılarını temiz saymayan dini görüş alanına geçince, bir dâneye dönüşmüştür. Fakat aşkta ölçü kaçınca, granül de vücut sıvılarına dağılır. Artık ilahi aşk karasevdaya çok benzemiştir. Sevda konusu çok karışık değil mi? Boşuna denmemiş; "Sevda ve muhabbet başıma gör neler açtı" diye…