İstanbul’un simsiyah semasında aydınlık yüzler… Raneem, Warda, Shahd, Hazar, Rawan, Meryem… Hepsi, fotoğraf sanatçısı Sabiha Çimen tarafından fotoğraflandı. Belgeler’13 sergisinde ‘Kentli mülteciler’ başlığı ile 12 Ekim tarihine kadar Beyoğlu’nda Galata Fotoğrafhanesi’nde açık.
Belgesel fotoğrafçısı olan Sabiha Çimen, Suriyeli dokuz kadını hayat hikâyeleri ile birlikte İstanbul'un çeşitli yerlerinde gece vakti fotoğraflamış. Çift flaşla çalışan Çimen, farklı bir teknik ve anlatıma yönelmiş. Neden gece vaktinin seçildiğini ise sanatçı, 'yıkımdan kaçan bu kadınların, aydınlık gökyüzü altında fotoğraflanamayacağı' şeklinde açıklıyor. Bu kadınların birçoğu yüksek tahsil görmüş olmalarına rağmen kebapçıda veya kuaförde çalışıyorlar, dil bilmiyorlar, bambaşka bir kültürle tanışıyorlar ve hâsılı büyük kentteki döngünün dışında kalıyorlar.
Sanatçı, Suriyeli mülteci kadınların aslında tıpkı James Scott'un öne sürdüğü 'Alt Politika' kavramı gibi büyük kentte çeşitli direniş pratikleri geliştirdiğini düşünüyor. Türk kültürüne entegre olma sürecinin daha da ötesinde, kadınların İstanbul'da kabul görmelerini, onay almalarını kolaylaştıracak birtakım şeylere yöneldiklerini anlatıyor. Türkiyeli kadınlar gibi örtünmenin, görüntü bombardımanı karşısında neşidalara (ilahi) sığınma ve acıyı, kederi, yeniyi ve eskiyi neşidada yaşamalarının hep bir alt politika geliştirmelerinden ve alternatif direniş biçimi üretmelerinden kaynaklandığını belirtiyor. Hakimin sertliği oranında 'tabii'nin maskesinin kalınlaştığını söyleyen Çimen, kadınların geliştirdiği direniş pratiklerinin sebeplerini hatırlatıyor: Suriyelilere yönelik linç girişimleri, kadın ticareti, kriminal vakalar, artan işsizlik ve kira meblağları, yükselen sesler...
Sabiha Çimen, Suriyeli mültecilerin durumunu Almanya'daki Türk işçilere benzetiyor. Aslında sayıları 1,5 milyona ulaşan Suriyeli mültecileri başlarda bizler, misafir gibi görüyorduk. Onlar da bir gün gidecekleri günü hayal ediyorlardı. Zamanla umutlar tükendiğinden değil belki ama yerleşmeye/alışmaya başlamaktan artık kalmak da dönmek de bir muamma...
Sabiha Çimen'in belgesel fotoğrafçılığa olan ilgisinin İstanbul Bilgi Üniversitesi'nde yaptığı Kültürel Çalışmalar yüksek lisans programı ile de yakından ilgisi var. Kültürel Çalışmalar ile sahaya inmeyi, sahada olanı biteni takip etmeyi fotoğraf alanındaki çalışmaları için önemli buluyor: "Sergilenecek bir projenin bitmesi bir yıldan fazla sürebilir" diyen Çimen, "Hikâyelere tanık oluyorsunuz ve bu hikâyeleri sistematize etmek için sosyal bir bakış açısına ihtiyaç var. Demagoji yapmamanız, olanı olduğunun dışında abartılı veya yanlış şekilde gerçeklikten kopuk yansıtmamanız gerekir. E, tabii bir yandan da hem göze hem de kalplere hitap edeceksiniz. Fotoğrafın gerçekten içine girmek lazım, ancak sağlıklı bir saha araştırması ile 'konunun turisti' olmaktan kurtulabilirsiniz. Ben, fotografik anlamda da içerik anlamında da olayın turisti olmamak için projeyi zamana yayıyor ve sosyal bilimlerden destek alıyorum" diye konuşuyor.
'Kent Mültecileri' sanatçının ilk sergisi değil, 2011 yılında 'İslami Okullar ve Sene Sonu Müsameresi' başlıklı bir sergisi daha olmuş. 28 Şubat'ın bu okullarda bıraktığı korku ve yerleşik olmama halini müsamere üzerinden anlatmaya çalışmış.
Sanatçı, "Neden fotoğraflamak için müsamere salonunu seçtiniz?" sorusuna, "Müsamere salonu en üst katlarda bakımsız ve örümcekli tavanlarda olurdu. Bütün bunların sebebi her zaman imkânsızlık da değildi, yerleşik ve görünür olmama duygusunun ağırlığı vardı. Yasak sürecinde sanki o salonlar okulların kileri gibiydi, yasağı saklayan, öteleyen, uzak kilerler… Sanki o tepedeki salonlarda kendimiz olur, istediğimiz şiiri okur ve kendimize ait bir şeyler yapabilirdik" şeklinde cevap veriyor. Sabiha Çimen, daha sonra bu duyguların sadece 28 Şubat'ı yaşamış belli bir kesime ait olduğunu, aynı yılları başka okullarda, başka şekilde yaşayan yaşıtlarının bu hislerle hiç tanışmadığını fark etmiş ve kendi hikâyesini anlatmak için bir sergi hazırlığına başlamış. Başlangıç noktasını ise şöyle anlatıyor: "Hafızamızın bir kısmı mekânda gizlidir, ben de 28 Şubat'ın oluşturduğu sinme ve saklanma hissini mekânlarda aradım. Üstelik bu saklanma hissi bizi ilerleyen yıllarda bir nevi nihilist yapmıştı. Biz diyorum ama kastettiğim genellikle başörtüsü takan kadınlar…"
Çimen, o dönemdeki hislerine ve kendisini ilk sergisini açmaya iten kısa hayat hikâyesine şöyle devam ediyor: "Çok genç yaşta ağır tercihler yapmaya zorlandık. Hiçbirimiz ne öfkenin ne de nefretin köklü zehrini anlayacak yaşta değildik. Ben bu ağır yükü taşıyamadım, liseye geldiğim zaman, başörtüsü yasağı artık her yerde kurumsallaşmıştı, naif yapım, bu kadar çok çatışmaya ve bu çatışmanın ortasında kalmaya müsaade etmedi. Belki seküler başarı çizelgesi için çok zor, ama aslında daha geniş gönüllü bir şekilde bakarsanız çok kolay bir tercih yaptım ve liseyi bıraktım. Bir tek ben değil, ablam da bıraktı. Okula gitmedik, dışarıdan bitirdik. Liseyi bitirdiğimizde baskı ve yasaklar devam ediyordu. Üniversiteye devam etmek için ablam dört sene, ben üç sene ara verdik. İşte bu esnada fotoğrafa yöneldim. Neler yapabilirim diye düşündüm, alternatiflerimi gözden geçirdim sonuçta okulu bırakmıştım, okumayı değil. Önce Fotoğraf Evi'nde eğitim aldım. Fotoğrafa olan ilgim böyle başladı. Yani 28 Şubat bir yanı ile beni sevdiğim işe yöneltmiş oldu."
Çimen, 2007 yılında başörtülü olarak sınava girmeyi başardığı üniversite sınavı ile İstanbul Bilgi Üniversitesi Uluslararası Ticaret Bölümü'ne yerleşiyor. Eğitimine devam ederken Erasmus'a giden ablasının peşinden fotoğraf eğitimi almaya bir sene de Edinburgh'a gidiyor. Ardından geri dönüş ve yüksek lisans. Hatırlatmadan geçmeyelim, başörtüsü yasakları nedeniyle eğitimine liseden sonra dört sene ara veren abla Ayşegül Çimen de şu anda İstanbul Şehir Üniversitesi'nde doktora öğrencisi.
Galata'da güzel bir kafede sohbet edip kahve içerken biraz da anlatılanlardan cesaretle uzun zamandır merak ettiğim bir soruyu da Sabiha Çimen'e sordum: "Neden insanlar 28 Şubat hatıralarını bu kadar açık yüreklilikle anlatamıyorlar? Hâlbuki yaşananlar/yaşadıkları hiçbir şey onların suçu değil, hatta tercihleri, taraf oldukları bir şey bile değil."
"Üzerimize yapışan bir kimlik gibi, 28 Şubat" diyor, "Başörtülü olmak ve yasak bazen mağdurlar tarafından bazen de muhataplar tarafından insani kimliğin ve yaptığımız işlerin önüne geçiyor... Ve hâlâ şöyle laflar dönüyor: 'Başörtülü olmak, fotoğraf çekmeye engel değil…' Standardın bu olduğu yerde nasıl yepyeni bir şeyler yapacaksınız, nasıl kendinizi aşacaksınız? Evet, kabul edelim, bazıları da sürekli mağduriyet söylemi ile öne çıkmak istiyor. Doğru, biz bunları yaşadık ama başka alanlara yöneldik, başka işler yaptık, bugün bunları dönüp konuşurken kimliğimizin önüne konmasından ben şahsen çok rahat değilim. Dolayısıyla bir yılgınlık var, anlatsan bir dert, anlatmasan başka dert. Hepimizin 28 Şubatla ilgili korkunç hatıraları var. Mesela benim kafamdaki çağrısı annemin hastalığı ile özdeşleşmiş yıllar, çok depresif. Annemin hastalığının ilk evresinde bizi Çapa Hastanesi'ne çağırmışlardı, hastalığı ile ilgili bilgi vermek için. Biz iki kardeş, başörtülü olduğumuz için hastaneye alınmamış, kapıda kalmıştık. Okulu bırakmıştık ama yasak her yerde bizi takip ediyordu. Bu nasıl benim hatam olabilir ki? Hasta annesi hakkında bilgi almak için üniversite hastanesine gelen iki kardeşi içeri almayan demokratik toplum bununla hesaplaşsın. Evet, bu muhasebenin yapılabilmesi için bunları anlatmak gerektiğini düşünüyorum ve bu 'mağduriyet' bizim kimliğimizin bir parçası, belki onu büyüten, yakan, şekil veren bir şey ama tamamı değil, tek hikâyemiz değil. Ne hikmetse bizler iktidar bile olsak hala hesap veren konumundayız, o sebeple bu hikâyelere yaklaşmada da eşitsiz bir tepeden bakış var. Bize 'yeter anlatma' denilecek diye hikâyemizi gizliyoruz veya 'hep seni dinledik' denilecek diye…"
Çimen'i dinlemek gerçekten çok güzeldi, vakit olsaydı ve hep dinleseydik… Ayrıldıktan sonra beni Galata'dan Marmaray'a götüren taksicinin sesi ile geldim kendime. Yoğun bir günün içinde Suriyeli kadınların öyküsü ile başlamıştık muhabbete ve oradan kendi hikâyemize savrulmuştuk… Kent mülteciliğinden okul mülteciliğine… Serginin fotoğraflarına tek tek bir kez daha baktım, sonra içlerinde Başakşehir'de kızı ile oturan adaşım Meryem'in hikâyesini düşündüm. Kendisini ne Suriye'ye ne Türkiye'ye ait hissediyor…