Hakkı Öcal: Liyakat dediğin önemli!

Liyakat dediğin önemli!
Giriş Tarihi: 11.4.2017 14:59 Son Güncelleme: 11.4.2017 15:00
Hakkı Öcal SAYI:34Nisan 2017
Bizim İran'ımız, bölgedeki en eski devlet geleneğine sahip değil miydi? Bütün bu asırlar boyunca Türkler dışında kimse bize yan gözle bakabilmiş miydi? Neden? Çünkü biz işi, o işe layık olan kişiye verirdik. Anladığıma göre artık liyakat yok. Varsa, birkaç Allah'tan korkar, kuldan utanır şahıslar arasında var.

Bölüm-I: Zor bir iş

Bu kez zor bir işe girişiyoruz. Gerçi bundan önceki iki çabamız da kolay olmadı. Hele birinci deneyimimiz bayağı tehlikeliydi. Hatırlıyor musunuz? Montesquieu'nün kitaplarını ve diğer belgelerini mirasçılarının bağışladığı kütüphaneye sanki o üniversitenin elemanı imiş gibi girmek! Sonra ne yaptığını biliyormuş gibi mahzene inmek. Gerçi ulusça 'mış gibi yapmak' konusunda bizden yukarı çok az kişi çıkabilir (Dilinde böyle bir deyim bulunan kaç millet tanıyorsunuz?) ve nitekim bu satırların yazarı da bir süre sonra Montesquieu'nün, 3.800 cilt ile Avrupa'nın en büyük özel kütüphanesi olan koleksiyonuna ev sahipliği yapan Bordeaux Kent Kitaplığı'nda cirit atmaya başlamış ve bir süre sonra yolunu kaybetmiş öğrenci ve diğer zevatın "Filanca yere nasıl gideceğim" sorularına müessesenin müdürü edasında cevap vermişse de 'mahzen' denen yere girerken az ürpermedi değil! (Peki, bunları neden anlatıyorum? Bir yalanı… Oops! Yalan mı dedim, fiction'ı diyecektim. Ne kadar çok tekrar edersen, o kadar gerçek sanılır sözünü kanıtlamak için!)

Neyse gelelim bu seferki zor işimize…

Dergimizin giderek ceberut tarafını tanıma imkânı bulduğunuz o güler güzlü GYY'si, Montesquieu'nün Fransa'yı ziyaret ederken ülkeleriyle ve birbirleriyle yazışan İranlı seyyahların ele geçirdiği mektuplarından yaptığım seçkileri beğenmeyip bu kez belki de derginin okuyucu kitlesine daha cazip gelecek bir konu diye; benden kültürel yönelimleri, mesela seyyahların Fransa'daki yerel yönetimlerle Pers İmparatorluğu'ndaki uygulamaları, mesela her iki toplumda liyakate verilen önemi vesaireyi ele aldıkları mektupları bulmamı istedi. Artık başka bir dergiye geçme imkânımın da kalmadığı anlaşılmış olsa gerek, konuların giderek seçimi zor hale geldiğinin elbette farkındayım. Ama ne demişler: "Sende bu araştırma merakı olduktan sonra sana kitap yükleyen çok olur!" Böyleydi galiba atasözümüz?

Bölüm-II: Mektuplar

Montesquieu'nün arşivindeki İran Mektupları bölümünde bir kısım mektuplar renkli kurdelelerle ayrılmış, bir kısmı ise koca bir zarfın içine gelişi güzel atılmış. Bu toplu yığında şöyle bir göz ucuyla bakınca bile Mirza, Rica ve arkadaşlarının çoğu mektubunun aslında bir karşılaştırma olduğunu anlıyorsunuz. Bakalım seçtiklerim, size 18'inci yüzyıl İran'ıyla Fransa'sı arasındaki farkı yansıtacak mı?

Mektup 174: Özbek'ten Rica'ya: Üstadım iyi ki sizden ayrılıp Nice'e geçtim. Burada insan Paris'teki gibi çok affedersiniz köpek şeysine basarak yürümek zorunda değil. Kent ahalisi cebinde naylon torbalarla geziyor ve köpekleri yola affedersiniz şeyi yapınca bu naylona ellerini sokup o şeyi affedersiniz avuçlayıp... Neyse fazla tasvire girerek midenizi bulandırmayım ama köpeklerinin pisliğini temizliyorlar diyeyim. Eh ne de olsa küçük yer. İnsanlar birbirlerinden utanıyorlar kentlerinin sokaklarını affedersiniz köpek tuvaletine çevirmeye.

Mektup 175: Rica'dan Özbek'e: Utanma mı? Utanma, Paris ahalisinin çoktan unuttuğu bir ruh hali olsa gerek. Burada hâkim olan ruh hali, daha çok gemisini kurtaran kaptanın ruh hali gibi görünüyor bana. Söz gelimi yolda arabayla gidiyorsun. Adam en soldan gelip, en sağa dönüyor arabası senin atların burnuna çarparak; atlar huylanıp şaha kalkıyor. İçerdekilerin ödü patlıyor. Be adam, sağa döneceksen, arabanı önceden sağa yanaştırsana! Bir de sana doğru dönüp sırıtmıyor mu? Bütün bunlar sanırım bu Fransızların "société centrée sur moi" İngilizlerin "me-centered society" dedikleri ben merkezli toplumun fenalıkları."

Mektup 176: Özbek'ten Rica'ya: Üstadım bizim insanımızın pek böyle Fransızlar gibi, İngilizler gibi bencil, hep boş davul gibi "ben ben…" diye gürlediklerini hatırlamıyorum. Ama Tahran, Tebriz gibi kalabalık kentlerde beylerin, paşaların atlarıyla, develeriyle insanı ezer gibi kentin iç sokaklarında bile yarış yaptıklarını hatırlıyorum. Biz de mi bunlara döneceğiz sonunda maazallah?

Mektup 177: Rica'dan Özbek'e: Aziz dostum, "döneceğiz" ne demek? Dönmüşüz bile! Şimdi mesela İsfahan'ı gözünün önüne getir. İyi kötü yollar var ama şu kadar yıllık yardımlaşma, başkasını ön plana alma, diğer insanlara öncelik verme gibi bir anlayışımız var. Ki bunu o kadar sevmişiz ki isim bile vermişiz: Diğerkâmlık. Ama gelen haberlere bakarsan kahrolursun. İsfahanlı Azez'in geçen gün bana yazdığı mektubu aşağıya alıyorum:

"Sevgili Rica,

Siz gittikten sonra bu memleket çok zorlaştı. Afganistan'dan İran'a sığınmış olan bazı aileler var. Bunların çoğu Afgan sınırındaki çadırlarda oturuyorlar. Ama kimi de taa buralara gelip, rızkını arıyor. Geçen gün bir dükkân sahibi bu Afganların bir çocuğunu evire çevire dövüyor. "Ne yaptı?" diye sordum. Demez mi; "Buralarda geziyor, benim müşterilerimi korkutuyor." Yahu el kadar çocuk! Kimi neden korkutsun? Neymiş, dükkâna gelen gidene mendil satıyormuş. "Eh iyi ya işte; dilenmiyor, çalışıyor" diyecek oldum, adam beni eliyle itti; "Git işine babalık" dedi.

Görüyorsun, bu kadar sağlam kültür alt yapısı dediğimiz İran'da bile oluyor böyle şeyler artık."

Mektup 178: Özbek'ten İsfahan'da Mirza'ya: "Karını İsfahan belediyesinin çiçek ve pasta kursuna göndermene pek sevindim. O bu sayede belki çiçek ve pasta öğrenemez ama sen karını adam yerine koymayı öğrenebilirsin."

Mektup 179: İsfahan'da Mirza'dan Özbek'e: "Mirim, karımı nasıl adam yerine koyabilirim? Kendisi, malumunuz, kadındır."

Mektup 180: Özbek'ten İsfahan'da Mirza'ya: "Benim kalın kafalı dostum! 'Adam' derken, senin muhatap aldığın kişilerden birisi, fikri sorulan, görüşü alınan, fikrine-görüşüne değer verilen bir kişi demek istedim. Bunu sen de bal gibi biliyorsun ama. Mesela burada geçenlerde bir sergiye gittim. Belediye reisine 'maire' deniyor. Bu zatın himayesinde Parisli kadın ressamların resimleri ve heykellerinden oluşan bir sergi... Salon hınca hınç doluydu. Kadın sanatçılar konuşmalar yaptı. Vakanüvisler ellerinde kocaman dosyalarla gelmişler; harıl harıl kadınların konuşmalarını yazdılar.

Mektup 181: İsfahan'da Mirza'dan Özbek'e: Sayın büyüğüm; siz kabuğundan çıkan kaplumbağa misali, sanki biraz Pers ellerini unutmuşa benziyorsunuz. Evet, belki evimizdeki yeri ineğimizden sonra geliyor da olsa, biz de kadınlarımızı hoş tutarız. Ayrıca o sergi dediğiniz şeyi artık bizim burada da yapıyorlar. Kadınlar, evlerinde pişirdikleri reçeldir, çörektir, börektir, ne yapıyorlarsa getiriyorlar; kermeslerde satıyorlar. Elde edilen gelir de kadın girişimcilerin dükkân-tezgah açmasına tahsis ediliyor.

Mektup 182: Özbek'ten İsfahan'da Mirza'ya: Mesele bir yahut iki kadını hoş tutmak değil; kadınların toplum tarafından idrak edilişini yeniden şekillendirmek aziz dostum. Bu çağda artık posta idareleri var; memleketin haberleri daha sık geliyor buralara. Börek-çörek gibi illa erkeklerin kursağına hitabeden şeyleri değil de sanat eserlerini kastediyorum. Maalesef bu adamlar bizden öğrendikleri halde, kadına-kıza önem verme, onları sanata, edebiyata yönlendirme işinde bizden kat kat ileri geçmişler. Bu sergi dediğin şeyler hâlâ oralarda sahillerdeki bir iki kentte oluyor. İç bölgelerde bu işlere eğilenlere hala anarşist babalardan Proudhon, Bakunin, Kropotkin, Godwin, Sorel, gibi bakanlar var.

Mektup 183: İsfahan'da Faran'dan Efendisi Özbek'e: Mirza'ya yolladığınız mektuplardan bir nebze haberim oldu, efendim. Size biraz bu Mirza'nın "Bizde de var" diye övündüğü, sergi diye sunduğu şeylerden haber ve bilgi arz etmek istiyorum. Bir kere çörek- börek dışında kadınların başlarına örttükleri başörtüleri, şallar ve sair eşyaların yanı sıra, evler için süs malzemeleri, masa örtüsü, lamba altlığı, Kuran kılıfı gibi kullanılır örgüler, danteller sergileniyor. Tabii kadınların el mahareti, göz nuru sergilenmiş oluyor. İyi güzel. Ama efendim sergi denen şeyi bir görseniz! Çörekler dantellere, örtüler böreklere karışmış vaziyette. Bir salla-paticilik, nasıl desem, bir paçozluk... Bir "Ben yaptım oldu" tavrı. En samimisi; "Ya biz bu işten anlamayız ki!" havasında. Kimi de sanki bu işi babasının hayrına yapıyor! İyisini gösterdiğin zaman halk anında benimsiyor, kapıyor, alıyor ama halkı adam yerine koymayan adamlar o kadar çok ki... Varsa yoksa İsfahan! Bir fersah dışına çıkın, paçozluk diz boyu!

Bir de efendi hazretleri, mektubunuzda bir takım keferenin adını vermiş ve sanki bunları müspet insanlarmış gibi yâd etmişsiniz. Bana lütfedip bunu açıklar mısınız?

Mektup 184: İsfahan'da Faran'a Özbek'ten: Sen bana paçozluğu tarif et, ben de sana anarşistlerin neden devrimci olduklarını anlatayım?

Mektup 185: Rica'dan İsfahan'da Faran'a: Birader; Özbek'e yazdığın mektubu gördüm. İzahatından ziyadesiyle üzüldüm. Bizim İran'ımız, bölgedeki en eski devlet geleneğine sahip değil miydi? Bütün bu asırlar boyunca Türkler dışında kimse bize yan gözle bakabilmiş miydi? Neden? Çünkü biz işi o işe layık olan kişiye verirdik. Layık olmak, yani liyakat diye bir şey vardı. Anladığıma göre artık yok. Varsa, bir kaç Allah'tan korkar, kuldan utanır şahıslar arasında var. Tabii o kadar bir yere hapsolunca, bütün bu güzel gelenekler, hasletler ölüp gidiyor.

Liyakat olmazsa, onun yerini hemen kayırmacılık, taraftarını kollama kapıyor. Bakıyorsun adamlar kendi taraftarlarına sadece mal, mülk değil ama akademik paye bile veriyorlar.

Burada da 'favoritisme' dedikleri bir şey var. Ama toplum bunu benimsemiş değil; yapana da kötü gözle bakılıyor.

Mektup 186: İsfahan'da Faran'dan Rica'ya: Sevgili dostum, Efendimiz Özbek'e bir mektubunda, "anarşist babalar" diyerek adını verdiği insanları neden övdüğünü sordum. Bana bilmece gibi cevap verdi. Acaba aynı soruyu size sorsam, bir cevap lütfeder misiniz?

Mektup 187: Rica'dan İsfahan'da Faran'a: Bu adamlar tarihe anarşist diye geçmiş insanlar. Yani toplumları toplum yapan şeyleri reddeden ve tabir yerinde ise kurulu bütün düzenleri yok edip, insanların böyle lâyüsel yaşayıp gidebileceklerine inanan felsefe mektebi. Günümüz böyle insanlarla dolu. Ama bunların bile sonuçta yaşadıkları topluma değer katmaya çalışan birilerine, fertlere, kurumlara saygı duydukları, duyabilecekleri metaforu bizim de aynı hisleri beslememizi teşvik ediyor olsa gerek. Mesela koca Pers imparatorluğunda sanata, sanat olduğu için saygı duyan ya bir kişi vardır ya iki! Burada ise halk eve ekmek götürecek para dışında her türlü kazançlarını seve seve sanat eserlerine harcıyorlar; o zaman sanatçılar da mutlu oluyor. İsfahan veya Tebriz'de yol kenarında saz çalan, davul döven müzikçiler vardır da hiç resim yapanı yoktur. Paris'te Seine Nehri boyunca dizilmiş kadınlar, erkekler, gençler, yaşlılar resim yapıyorlar; seyirciler resmi beğenirlerse satın alıyorlar.

Mektup 188: Paris'te Özbek'ten Paris'te Rica'ya: Beraber geldik; yol arkadaşımsın filan diye ses çıkartmıyorum ama İran'daki dostlarımın bana yazdıkları mektuplara cevap vermesen iyi olur. Aramızı mı açmak istiyorsun? Paris'e, Fransızlara filan hayran olmak için ilerde çok zamanları olacak. Şimdi onların çok çalışması lazım. Bırak sanatı filan! Onlara bol bol çalışma tavsiye et. Bak koca Fransa'yı bok götürüyor. Tövbe tövbe! Beni günaha sokuyorsun. İnsanların yayına yaklaşamıyorsun kokudan. Yıkanmadıkları için oralarına buralarına parfüm sürüyorlar. Yolda düşüp ölsen, dönüp bakmazlar. İnsanlık diye bir şey kalmamış. Sanatçıya saygı göstereceklerine, ihtiyar ana-babalarına göstersinler.

Mektup 189: Paris'te Rica'dan Paris'te Özbek'e: Sevgili dostum. Sen böylesin işte. Ya ifrat ya tefrit. O da olsun, bu da olsun. Bunun ikisini de sağlayalım demezsin. Orta yol kavramı yok sende. Neyse önümüzde daha uzun bir seyahat var. Üzmeyelim birbirimizi.

Bölüm-III:

Daha uzun süre kalırdım kitaplıkta. Anlaşılan o ki mektupların bundan sonrası, klasik Doğulu bir eda ile devam edecek. Biraz sertleşir gibi oldular ya! Hemen yumuşamaları, hemen birbirlerinin gönlünü almaları lazım. Sanıyorum dizinin bundan sonrası böyle gidecek.

BİZE ULAŞIN