Zehra Taşpınar, Kütahya'da doğmuş ve daha ilkokul döneminden itibaren 'öğretmen olacağım' diyerek okul hayatına başlamış. Çok istediği imam hatip lisesine girmiş ve yine iyi bir ortalamayla mezun olmuş. O dönem çevresinden; "Sen beynini toprağa gömüyorsun, ne gerek var ilahiyata, sayısal bir bölüm seç, tıbbı seç" şeklinde tavsiyelerde bulunanlar olsa bile, hep hayalini süsleyen öğretmenliği yapmak için Marmara Üniversitesi İlahiyat Fakültesi'ni tercih etmiş.
Üç kız kardeşin en küçüğü Zehra Hanım. Ailesi en büyük ablasını 80 darbesi öncesi çıkan karışıklıklar nedeniyle üniversiteye gönderememiş. Diğer ablası ise Ankara Üniversitesi Dil Tarih Coğrafya Fakültesi Arap Filolojisi bölümünü kazanmış. Ancak daha ikinci sınıftayken dönemin Cumhurbaşkanı Kenan Evren zamanında çıkartılan başörtüsü yasağı nedeniyle okulu bırakmak zorunda kalmış. Bu yüzden Zehra Hanım; "İstanbul'da okuyup öğretmen olacağım" dediğinde ailesi iki kızını yasaklar nedeniyle okutamamanın verdiği üzüntüyle küçük kızlarına destek olmuş.
Başarılı bir üniversite hayatından sonra Marmara Üniversitesi'nde Hadis Anabilim Dalı'nda yüksek lisansa başlamış. Bu dönemde kendisi gibi yüksek lisans öğrencisi olan eşiyle tanışarak evlenmiş. Sonrasında öğretmenliğe başvurmuş. 1997-1998 yıllarında 28 Şubat yasakları yavaş yavaş kendini göstermeye başladığı için daha rahat ederim düşüncesiyle hep imam hatip lisesine atanmak istemiş fakat bir meslek lisesine din kültürü öğretmeni olarak atanmış. O günleri şöyle anlatıyor Zehra Hanım; "O dönemde müdürler başörtülü bir öğretmen gördükleri zaman hiç hoşlanmazlardı, çünkü muhtemelen başlarına bela olacaktık. Peruk takmak veya istifa etmek arasında bir seçim yapmamız gerekiyordu. Çevremdeki insanlar, öğretmenlik görevini yerine getirmem için bana peruk takmamı tavsiye ediyorlardı. İstiklal Caddesi'ndeki perukçu dükkanlarında perukları tek tek deniyordum ama aklımdan; 'Ben bu halde insanların yüzüne nasıl bakacağım' diye düşünceler geçiyordu. Peruk takmayı hiç istemiyordum. Bunu şahsiyetime yapılmış bir müdahale olarak görüyordum. Başörtüm benim şahsiyetim, benim elim, kolum, gözüm gibi bir şeydi."
İstifa etmeye karar veren Taşpınar'ın dilekçesine, 'Başörtüsü yüzünden görevimi bırakıyorum' diye yazmasına izin verilmiş. "Ben istifamı verince oradaki müdür yardımcısının; 'Tekrar bu ders programını değiştireceğim senin yüzünden!' demesi, başörtülü kadınların o dönemdeki durumunu anlatan en açık ifadesiydi: Koyun can derdinde, kasap et derdinde misali… Ben orada istifamı vermişim ve karşılarında ağlıyorum, müdür ise bu istifa yüzünden çıkan aksaklığa hayıflanıyordu. Bizim nasıl bir psikolojik süreçten geçtiğimizi düşünen yoktu." Bu süreçleri yaşarken bana en çok destek olan ise eşimdi."
Başörtülü kadınların değil kamu kurumlarında çalışması, artık kamudan hizmet de alamamaya başladığı, hastane kapılarından kovuldukları dönemleri anlatıyor Taşpınar ve Medine Bircan'ı hatırlatıyor. Kanser hastası olan Medine Bircan, sırf başörtülü fotoğrafının bulunduğu bir belgeye sahip olduğundan tedavi için gittiği hastane kapısından kovulmuştu. Bu uygulama haftalarca televizyon ekranlarından gösteriliyor ve bizi bekleyen akıbet adeta gözümüze sokuluyordu. Başörtüsü yasakları giderek şiddetini artırıyordu. Kendisi umudunu nasıl kaybettiğini ifade ederken, o dönemlerde okulların önünden her geçtiğinde, her zil sesi duyduğunda ağladığını söylüyor. "28 Şubat dönemini sadece psikolojik olarak insanların hayalleri, değerleri ve yaşantıları üzerinden değil ülke genelinde yaşanan ekonomik krizi de ele alarak konuşmak gerekir" diyor ve ekliyor; "Tek maaşla bir ailenin İstanbul'da geçinmesi zordu, biz de bu yüzden uzun yıllar ekonomik zorluk yaşadık."
"Biz bu kadar baskıya ve zulme maruz kalmamıza rağmen hiçbir zaman devlete düşman olmadık, yakıp yıkmadık, vatana millete zarar verecek hiçbir şey yapmadık, kötü söz dahi söylemedik. O dönemde mağdur olanlar en fazla oturma eylemi yapardı. Çünkü biliyorduk ki vatan sevgisi imandandır.''
2005 yılına gelindiğinde hâlâ yasakların devam etmesine rağmen içlerinde artık bir umut olduğunu dile getiriyor Zehra Hanım; "Hep 'güzel günler gelecek' diyorduk, sabırla bekliyorduk. Çünkü yavaş yavaş düzeliyordu bazı şeyler. Ancak, stajyerliğim kalkmadan istifa etmek zorunda bırakıldığım için, memuriyet hakkımı kaybetmiştim. Yeniden öğretmen olabilmem için bu kez KPSS sınavına girmem ve iki çocuklu bir anne olarak aradan onca yıl geçtikten sonra üniversiteyi yeni bitirmişlerle birlikte sınavlara hazırlanmam gerekiyordu. Bu benim için çok zor bir süreçti. Bu konuda da eşimin büyük desteği oldu. Sınav sonunda aldığım puanla İstanbul'a tekrar atanmam imkansızdı. Bu nedenle, ancak sözleşmeli öğretmen olarak Kütahya'nın bir ilçesindeki imam hatip lisesine atanabildim, burada başörtülü çalışabiliyordum. Büyük kızım SBS'ye hazırlanıyordu ve küçük kızım sadece yedi yaşında idi. Onları İstanbul'da babalarıyla bırakmam gerekiyordu. Ve öyle de oldu. 14 ay boyunca onları yalnız bırakıp öğretmenlik yapacağım ilçeye gitmek durumunda kaldım. Sözleşmeli öğretmen olarak atandığım için, eş durumundan tayin isteme hakkım yoktu. Bu nedenle, kadrolu atanabilmek için tekrar KPSS sınavlarına girmem ve puanımı yükseltmem gerekiyordu. 14 ay boyunca bir yandan okulda ders veriyor, hafta sonları İstanbul'a gelip ailemi ihmal etmemeye çalışıyor ve diğer yandan sınavlara hazırlanıyordum."
Öğretmen olmayı neden bu kadar istediğini sorduğumuzda ise şunları söylüyor; "Öğretmenlik benim en büyük hayalimdi. Ablam üniversiteyi bırakmak zorunda kaldı, hâlâ içinde bir ukdedir. Ben bunu yaşamak istemiyordum, sonradan pişman olmamak için tüm imkânları zorladım, gözümü kararttım. Ailemin hepsi bana destek oldu. Annem bana 'Sen git kızım ben çocuklarla ilgilenirim' bile dedi. Öğretmenliği vatana hizmet bilinciyle yapmaya gayret ettim."
İstanbul'daki imam hatip liselerinde kadro açığı olmadığı için döndüğü takdirde, ilk ve orta dereceli bir okula din kültürü öğretmeni olarak atanacakmış Zehra Hanım. Fakat başörtüsü yasağı hâlâ devam ediyormuş o dönem. "Bu sefer yeniden başa döndüğümü hissettim; ya İstanbul'a gelip yasak yüzünden perukla çalışacağım ya da çocuklarımdan uzak kalmaya devam edeceğim. Ama ben bu acıyı yaşamamak için baştan peruğu tercih etmemiştim. Bir taraftan ailemi de düşünmek zorundaydım. En sonunda ben İstanbul'a atandım ama maalesef peruk takmak zorunda kaldım. Kısa bir zaman içinde bu işin çözüleceğini, özgürlüğümüze kavuşacağımızı biliyordum. Artık bir umudum vardı. İlk atandığım yıllarda ise hiç umudumuz yoktu bizim, aradaki fark bu. Ben o peruğu taktım. Yaşadıklarımı nasıl anlatabilirim bilmiyorum. O perukla kimsenin yüzüne bakamıyordum, kafamı kaldıramıyordum, öğretmenler odasına dahi giremiyordum."
O dönemin sadece başörtülü kadınları mağdur etmediğini, kendilerine destek olan erkekleri de zor durumda bıraktığını, işlerinden ettiğini ve eşi başörtülü olan erkeklerin o zamanlar fişlendiğini söylüyor Zehra Hanım. Bu yüzden Müslüman erkekler de kendilerini saklama gereği duymuşlar. "Ben o zamanlar erkeklere de hak veriyordum. Onlar işlerinden atılırlarsa ailelerine bakamayacaklar ve mağdur olacaklardı. Ben onların bu düşüncesini anlamaya çalışıyordum."
Kendisine başörtüsü yasağı kalkıp da ilk derse girdiğinde neler hissettiğini sorduğumda şunları söylüyor; "Başörtümle derse girdiğim gün benim için çok özeldir. Başörtümü takınca ben, ben olduğumu hissettim. İlk defa başım dik olarak okula giriyordum. Artık öğrencilerimin gözünün içine bakarak ders anlatıyordum. Kendime olan güvenim yerine geldi."
15 Temmuz gecesi gözünü kırpmadan sokağa çıkmasının bir sebebi de; "Bizler bir sürü baskı, zulüm, şiddet gördük, benim kızlarım bunları görmesin" düşüncesi olmuş: "Darbe nedir biz biliyoruz. Benim 10 yılıma mal oldu, kızlarım bunları yaşamamalı. Bizim yaşadığımız adaletsizliği, hukuksuzluğu hiç kimse yaşamasın. 28 Şubat'taki zulümlere ses çıkaramadık ama bu sefer ülkeye sahip çıkmalıydık."