Hollywood bir süredir krizde. Devam filmleriyle, yeniden çevrimlerle, çizgi roman uyarlamalarıyla şov devam etse de Hollywood'un asıl etkinliğini sağlayan büyük dramalar artık pek çıkmıyor. Öte yandan uydurulan Amerikan bağımsızı etiketi de birbirinin aynısı ve zekâ pırıltısından mahrum filmlerin göstergesi haline geldi. Kenneth Lonergan'ın son filmi Yaşamın Kıyısında (Manchester by the Sea, 2016) bu tarz filmlerin klişelerine düşmeden derinlikli bir karakter çalışmasını ortalama sinema seyircisini salondan dışarı atmayacak bir şekilde kotarmış gibi görünüyor. Bu açıdan belki başka zaman olsa ortalama bir film olarak değerlendirilebilecekken bugün öne çıkıyor olması bu yüzden. Film aynı zamanda yönetmenin arada kaynamış ilk iki filminden sonra yaygın bir şekilde seyirciyle buluşan ilk filmi. Özellikle basit hikâyesini güçlü bir anlatıya dönüştüren senaryosuyla yönetmen açısından umut vaat eden bir film. Lonergan aynı zamanda New York Çeteleri (Gangs of New York, 2002) gibi farklı türdeki birkaç filmin de senaristi olarak görünüyor. Yaşamın Kıyısında'ya bakarak yönetmenin yazarlık yeteneğinin sadece zanaatkârlık boyutunda kalmadığını söylemek mümkün. Film konu açısından bir 'travma filmi' olarak sınıflandırılabilir. Ancak tarzında mizaha çalan taraflar da var. Kıvamını tutturması zor bir bileşim. Aki Kaurismaki filmlerinin donuk mizahına benziyor biraz. Amerikalıların 'deadpan humor' diye ifade ettikleri absürt bir durumun oyuncu tarafından çok ciddi bir ifadeyle oynanması tarzı. Biraz da bizim Nuri Bilge Ceylan'ın filmlerindeki, ancak belirli bir gözlükle izlenenince fark edilen, ironiye de benzetilebilir.
Öldürmeyen acı
Yaşamın Kıyısında, bir apartman kompleksinde ayak işlerini yapan suratsız ve kavgacı Lee'nin kar küreyerek ve klozet tamir ederek geçirdiği monoton hayatından özelliksiz görünen sahnelerle açılıyor. Karakterin hayata karşı kayıtsızlığını memleketinden gelen bir haber bozuyor. Ağabeyinin hastaneye kaldırıldığını öğrenince eve doğru yola çıkıyor. Yaşamın Kıyısında'da geri dönüş tekniği kullanımı tam bir psikolojik resim sunma amacına hizmet ediyor. Lee'nin hikâye boyunca başına gelenler geçmişten anıları çekip perdeye getiriyor. Tekrarlar ve kesintiler karakterin dengesiz zihin durumunu seyirciye aktaran unsurlar haline geliyor. Öte yandan gündelik hayat bütün anlamsızlığıyla akmaya devam ediyor. Filmin bu açıdan hipergerçekçi bir tarafı da var. En duygusal açıdan yoğun anda bile hayatın dikkat dağıtıcı özelliği devreye giriyor. Ambulansa bir türlü yüklenemeyen sedye o anın şokunu dağıtıp bir anda 'slapstick' komedi denilen kara komedi etkisi yaratıyor. Dolayısıyla Yaşamın Kıyısında, anlattığı derin acıya rağmen özellikle melodramatik olmaktan kaçınan bir film. 'Hayat devam ediyor' tarzında film de değil kesinlikle. Yarayı teşrih ettikçe acıyı "tumturaklı bir nasır gibi" boğazda bırakıyor. Yine de komik bir yandan da. Acı insanı öldürmüyorsa komik duruma düşürüyor çünkü.
Lee eve döndüğünde ağabeyinin ölüm haberini alıyor. Sonra ağabeyinin yıllardır hasta olduğunu ve ölümünün aslında her an beklendiğini anlıyoruz. Lee'nin cenaze prosedürü konusundaki mekanik tavrını da buna bağlıyoruz. Benzer şekilde ağabeyinin oğlu Patrick'in ergen arkadaşlarıyla hayatına aynen devam etmesi de beklenen bir ölümün etkisini gösteriyor. Patrick'in annesinin o daha küçükken evi terk ettiğini öğreniyoruz. Lee'nin ağabeyi oğlunun velayetini Lee'ye bırakıyor. Normal karşılanabilecek bu davranış hem Lee'de hem de çevredekilerde şaşkınlığa yol açıyor. Böylelikle film bize Lee'nin geçmişinde yatan ve henüz atlatamadığı travmayı gösteriyor. Yaşamın Kıyısında için bir travma filmi demiştik. Belki de daha spesifik bir ifadeyle travmayı atlatamadan yaşamaya dair bir film demek daha doğru olur. Lee ve Patrick biri donuk diğer ise hayat dolu bir ruh halinde sabitlenmiş bir şekilde yaşarlarken komik bir ikiliye dönüşüyorlar film boyunca. Aralarında duyguları konuşmaya izin vermeyen bir erkek dostluğu da seziliyor. Daha filmin başında teknede Lee'yi kuzeniyle şakalaşırken gördüğümüz sekans eski mutlu günlerin bir hatırasıymış meğer. Hikâye ilerledikçe aslında Patrick'i Lee'ye emanet etmenin aslında o kadar da kötü bir fikir olmadığını fark ediyoruz. En azından ilk anda düşündüğümüz kadar kötü olmadığını.
Travmayla baş etme yöntemleri
Yaşamın Kıyısında, travma karşısında insanların geliştirdikleri davranışlara dair bir seçki sunuyor. Lee yaşadıkları karşısında hayatına devam edemiyor. Herkesten uzak bir bodrum dairesine kendisini hapsederek bir manada ölmeden mezara giriyor. Patrick ise hayattaki tek dayanağı olan babasını kaybedişinin üstesinden hayatına aynen devam ederek gelmeye çalışıyor. Ergen arkadaşlarıyla itiştiği hokey takımında kafasını dağıtmaya çalışıyor. Oysa takımın koçu bu oyun bir kafa dağıtma aracı değil diyerek onun işgüzarlığını yüzüne vuruyor. Berbat bir şarkıyı biteviye çalıp durdukları Rock grubunda ise onu hizaya çekecek akılda kimse bulunmuyor. Aynı anda idare ettiği iki kız arkadaşıyla Patrick, hayatta hiçbir şeye kendini tam olarak veremeyecekmiş gibi duruyor. Onunkisi de yüzeysel bir hayata mahkûm olmak gibi görünüyor. Öte yandan Lee'nin travmasının diğer ortağı olan eski eşi Randi ise ne Lee gibi hayattan kopabiliyor ne de Patrick gibi hayatına devam edebiliyor. Yıllar sonra Lee'yi gördüğünde hâlâ yaşadıkları olaya geri dönüp zamanında yaptıklarından dolayı özür dilemeye ve kendisiyle hesaplaşmaya çalışıyor. Belki de acıyla en açık yüreklilikle çarpışan da Randi bu açıdan. Ancak yaşamaya devam etme şansı belki yine aynı sebeple daha düşük diğer ikisine göre. Film bize bunun cevabını vermiyor.
Yaşamın Kıyısında bu sene travma konusuna eğilen tek film değil. Hatta bu sene öne çıkan filmlerle konu açısından ortak bir eğilimin bir parçası gibi görünüyor. Geliş (Arrival, 2016) travmayı geri dönüşlerle değil ama zamanda ileri gidişlerle göstererek bilim kurgu söyleminin de marifetiyle travmanın algılanışına dair farklı bir açı sunuyor. İnsanın acı çekeceğini bile bile hayata sarılmasına dair bir mantık geliştirmeye çalışıyor. Gece Hayvanları'nda (Nocturnal Animals, 2016) insanın geçmiş bir günahı nedeniyle kendini affedememesinin hikâyesini anlatırken aslında atlatılamayan travmanın altında yatan asıl sebebi ortaya koyuyor. İnsan bir şekilde günahlarından arınmak istiyor. Modern hayat insana böyle bir arınma imkânı sunmuyor. Lion'da (2016) karakterin giriştiği köken araştırması bütün hayatını temelden değiştiren tek bir olayın çözümüne bağlanıyor. Geri dönüş tekniği burada sadece psikolojik durumu yansıtmaktan öte karakterin arayışı için en önemli yol gösterici haline geliyor. Hayat Işığım'da (The Light Between Oceans, 2016) ise savaş sonrası travmasıyla insanlardan uzak bir hayat kurmaya çalışan bir adamın bunu başaramayışını anlatırken aslında travmatik tecrübeden kaçmanın mümkün olmadığını da gösteriyor. Hayat sevgi ve mutluluk kadar insana acı ve suçluluk duygusu da getiriyor. Ahlaki davranış aynı zamanda hayata devam edebilmenin de tek yolunu oluşturuyor. Bu dört film farklı şekillerde de olsa sonunda travmanın atlatıldığını gösteriyor. Oysa Yaşamın Kıyısında ucu açıklığıyla bunlardan farklı bir yerde duruyor. Ancak bu durum filmde manasız bir sona da sebep olmuyor. Film karakterlerinin geliştirdiği davranış biçimlerini yan yana getirip onları etkileşime soktuktan sonra bütünlüklü bir yapı oluşturacak şekilde nihayete eriyor. Cevapsız sorular kalıyor elbette. Ancak bunların hiçbiri travmatik tecrübenin doğasına dair değil.
Ahir zamanda yaşamak
Travma filmlerinin günümüz Hollywood sinemasında yaygın bir tematik eğilim haline gelişini Amerikan siyasetiyle ilişkili düşünmek elbette mümkün. Ve tabi biraz da klişe. Yine de âdettendir deyip film ile güncel siyaset arasındaki bağlantıya dair bir şeyler söyleyebiliriz. Bush yönetiminin savaş siyasetinden sonra Obama'nın barış adına giriştiği bütün müdahale biçimleri Amerikan halkının hayatını daha olumlu iyi bir duruma getirmemiş gibi görünüyor. 11 Eylül'ün 'şok doktrini', insanların hayatını kesintiye uğratıp onlara savaş ve toplumsal yapıdaki büyük çaplı dönüşümleri benimsetmeyi planlıyordu. 2008 krizinden beri ise artık her şok bir diğerinin etkisini azaltırken travmatik tecrübelerin hayatın doğal akışının bir parçası haline getirdi. 'Sürekli şok doktrini', artık yapısal bir dönüşümü sağlamayı değil kararsız bir denge halini sürekli müdahalelerle ayakta tutmayı amaçlıyor. Bu da yaşanan travmalardan hiçbirinin tam olarak atlatılamamasına sebep oluyor. Travma filmleri bu durumda insanlara hayata devam edebilmek için davranış kalıpları sağlıyor. Son 15 senedir dünyada yaşanan çalkantılar sürekli dünya savaşı dönemleriyle kıyaslanıyor. Gerçekten de bu zaman zarfında dünyanın birçok yerinde insanların hayatlarını temelinden değiştiren olaylar yaşandı. Tek tek insanların hayatlarında kriz, savaş ya da toplumsal çalkantılarla derin yaralar açıldı. Bu filmler her ne kadar doğrudan bu toplumsal olaylarla ilgili görünmeseler de bu olayların yarattığı toplumsal ruh haline bir şekilde eklemleniyorlar. Yaşamın Kıyısında sadece bir antidepresan etki uyandırma kolaycılığına düşmeden bu ruhsal manzaranın resmini çekerek diğer filmlerden bir adım öne çıkıyor. Böylelikle ileride bu günleri anlamak isteyen dikkatli araştırmacılar için önemli bir metin haline geliyor.
Yine de Yaşamın Kıyısında ve diğer bahsini ettiğim travma filmlerinin dönemsel anlamının ötesinde daha genel geçer bir kapsamı olduğu da söylenebilir. Antik Yunan trajedileri gibi belirli bir dönemin ürünü olmalarına rağmen daha evrensel bir duygu durumunun ifadesi bu filmler. Dünyanın daha iyiye gitmeyeceği hissiyle kaim bir kıyamet beklentisinde ortaklaşıyorlar. Kıyametin izine en eski yazılı kaynaklarda bile rastlamak mümkün. İnsanlar belki de 5 bin yıldır dünyanın artık yaşanmaz hale geldiğini ifade ediyor ve dünyanın sonunun yakın olduğunu düşünüyorlar. Travma filmleri de bu açıdan insanın dünya macerasına dair önemli bir yanı aydınlatıyor. İnsan geçmişin büyük ve bütünlüklü hayatlarına bakarak kendi zamanını bir kaotik ve değer yargılarının zayıfladığı bir dönem olarak algılama eğilimine giriyor. Hâlbuki en başından beri insanın hikâyesi temelde aynı. Belki zamanla azalan ve günümüzde yokluğunu hissettiğimiz şey yaşadıklarımızla gerçek bir hesaplaşma imkânından mahrum oluşumuz. Dünya hayatı hep travmatikti. Şimdi geldiğimiz noktada travmadan kurtulmak için bütün imkânları tüketmiş durumdayız. Zamanımıza özel olan yenilik belki de budur.