Nagihan Haliloğlu: Acı Göl: Süveyş’ten Helmand’a bizim büyük çaresizliğimiz

Acı Göl: Süveyş’ten Helmand’a bizim büyük çaresizliğimiz
Giriş Tarihi: 3.02.2016 14:38 Son Güncelleme: 3.02.2016 14:43
Nagihan Haliloğlu SAYI:21Şubat 2016
Ocak 2015’te BBC’de yayınlandığında epey ses getiren, savaşların artık devletler değil, çıkar grupları ve bankalar tarafından yürütüldüğüne dair bir anlatı katmanıyla kurgulanan Adam Curtis imzalı Acı Göl, ismini Süveyş Kanalı’nın bir parçası olan al-Buhayra al-Murra’dan alıyor. Acı Göl'ün hangi sahnesi daha acı, nereden başlasam bilemiyorum. Belki de şu sahneden: Karanlık bir odada büyük bir ekranda Marcel Duchamp'ın pisuvarı görünüyor. Ekranın önünde sarışın İngiliz sanat tarihi öğretmeni çevirmen aracılığıyla Duchamp'ın pisuvarının ne kadar politik bir duruş olduğunu anlatıyor bir oda dolusu Afgan öğrenciye. Kız öğrencilerden biri ayıplar bir şekilde başını sallıyor. Belki de bu kare belgeseldeki tüm korkunç karelerden daha sert bir şekilde anlatıyor Avrupa ve Amerika'nın Afganistan'ı 'içinde bulunduğu Ortaçağ'dan nasıl günümüze taşıdığını. Londra'nın lüks galerilerinde ve evlerinde Afganların artık tank ve helikopterler de içeren 'savaş halıları' sergilenirken, Kabil'deki öğrenciler Duchamp'a maruz bırakılıyor. Bu sanatsal şiddet Afganistan'ın maruz bırakıldığı şiddetlerin en semboliği...

Ocak 2015'te BBC'de yayınlandığında epey ses getiren Adam Curtis imzalı Acı Göl, ismini Süveyş Kanalı'nın bir parçası olan al-Buhayra al-Murra'dan alıyor. 1945 yılında Amerikan başkanı Theodor Roosevelt ve Suud Kralı Abdülaziz bu göldeki bir Amerikan savaş gemisinde Curtis'in anlatımına göre bir petrol-ideoloji anlaşması imzalarlar. Curtis, arkada felaketi haber veren bir müzik eşliğinde anlaşmanın arşiv görüntüleri üzerine şöyle der: "Amerika petrolü Suudi Arabistan'dan ucuza alacak, buna karşılık Suud'un İslam coğrafyasındaki Vahhabilik propagandasına karışmayacaktı. Ve bu anlaşmanın hem Batı, hem de Afganistan için çok büyük, o an öngörülemeyen sonuçları olacaktı." Curtis'in dili belgesel boyunca bu açıklık ve sadelikle devam eder. Örneğin Vahhabiliği açıkça Suud ailesinin başa gelmesini sağlayan siyasi ve kültürel güç olarak tanımlar. Filmin başında amacının politikacıların insanlara söyledikleri yalanları ifşa etmek, insanların kafalarına sokulmak istenen 'iyiler ve kötülerin savaşı' söyleminin nasıl bir yalan olduğunu göstermek olduğunu söyleyen Curtis, örnek olarak Afganistan'ı ele alır. Ve tabi ki Afganistan örneğini anlatabilmek için dahi ilk önce Ortadoğu'ya gidilmek zorundadır.

Curtis'in daha ilk karelerden bizi filminin içine çekmesini sağlayan melankolik, fütüristik, kıyamet-sonrası havaları andıran müzik seçkisi ve inanılmaz görüntü arşivi. Eski filmler, kişisel videolar, haber bültenleri ve hatta Taliban'ın Kabil'den kaçarken çektiği bir video. Özellikle bu sonuncusuna nasıl ulaştığını merak etmiyor değil insan. Filmin ilk sekanslarından birinde yine bu 'karanlık ambiyans' müziği eşliğinde bir dizi arşiv materyal görürüz: İngiltere'de tıklım tıklım bir salonda vals yapan insanlar (siyah-beyaz), daha sonra (renkli) Ukrayna'da dans eden köylüler/milisler, daha sonra (yine renkli) Afganistan'da dans eden adamlar. Bundan birkaç dakika sonra ya henüz inşası bitmemiş, ya da savaştan yıkıntı haline gelmiş bir odada yerde kanlar içinde yatan bir Afganlıya yaklaşan, cüssesini iki katına çıkaran bir şekilde donatılmış bir İngiliz askerine odaklanırız. Evet, Curtis'in belgeseli seyretmesi çok zor şiddet anları içermekte ve arkadan gelen müzikle şiddetin estetize edilmesi problemini düşündürmektedir. Filmin en estetize edilmiş sahnelerinden birinde, çatışma esnasında kameraya bir damla kan sıçrar. Kameraman o damlayı silmeye kalkınca tüm merceğe bulaştırır ve sahne iyice bulanıklaşır. Şiddetin nasıl 'iyi niyetlerle' büyütüldüğüne dair buna benzer pek çok sahne vardır Acı Göl'de.

Acı Göl'de yapılan anlaşma ve Vahhabilerin Amerika'nın 'sessiz' desteğiyle Pakistan'da açtığı okullar aklımızın bir köşesine yerleştirildikten sonra hikâye Afganistan'a döner. Ülkesini modernize etme hülyasına kapılan Afgan Şah'ı Helmand'da bir baraj yaptırmak üzere Amerikalıları davet eder. Mühendisler ve çalışanların videolarının montajlarında yılbaşı kutlamaları yapan, havuz başında güneşlenen Amerikalıları görürüz. Barajla birlikte ülke müreffeh olacak, bir gün sıradan Afgan halkı da Amerikan abileri gibi refaha kavuşacaktır. Curtis'in tarih okumasına göre şahın Amerika'yla sıkı tuttuğu ilişkiler kapsamında üniversite öğrencileri Amerika'ya yollanmış, daha sonra bu öğrenciler 'devrimci' birtakım hayallerle Afganistan'a geri dönmüştür. Bazı ülkelerde devrim yap(tır)mak diğerlerine göre daha kolaydır. Amerika kapitalist yoluna devam ederken, Afganistan sosyalist devrimci bir döneme girer. Ve devrim halk tabanında destek bulamayınca Rusya devreye girer. Belgeselin beni içine çekmesinin bir sebebi de Afganistan ve Türkiye'nin Amerikancılıkla komünizmin çekişmesine sahne olan ülkeler olarak, sonucu aynı olmasa da, benzer süreçlerden geçmesi.

Curtis devlet başkanları, generaller, bankalar gibi büyük aktörlere dair arşiv görüntülerinin arasına Anglosakson işgalinden görüntüler örer. Bir tanesinde Afgan erkekler bir duvara dizilmiştir ve hormonlu oyuncak askerlere benzeyen İngiliz Johnnylerden biri adamların ağızlarına bir şey sokup, deşeleyip çıkarmaktadır. Altyazı bunun 'biyo-bilgi toplama işlemi' olduğunu söyler. Siz de yeni bir beddua keşfetmiş olursunuz: 'Mahallenizi toplayıp biyo-bilginizi alsınlar!' Bundan birkaç dakika sonra yine insanın içini inciten bir sahnede ön planda tedirgin bir Afgan ailesi birbirine sokulurken, arkada ne yaptıkları belli olmayan İngiliz askerlerinin üst bedenleri çıplak bir şekilde birbirleriyle şakalaştıklarını ve gülüştüklerini görürüz. Beyaz bedenin küstahlığının en etkileyici resimlerinden biridir bu belgeseldeki.

İşgalcilerin küstahlık, kendini bilmezlik, 'tanrıyı oynama' hallerini çok iyi yakalar Curtis. Charlie Wilson'ın Savaşı filminde konu edilen Joanne Herring de bu kendini bilmezlerden biridir. Bir zamanki güzelliğini korumak için pek çok kez bıçak altına yatmış olduğu belli olan Teksaslı 'sosyete insanı' Herring, Afgan savaşındaki rolünü şöyle anlatır: "İnsan bu cümlede biraz durmak istiyor. Afganistan'da herkesin birbirine düşmüş olduğu savaşta parası ve siyasi etkisi olan herkes bir rol oynayabilir! Büyükler için, gerçek insan ve silahlarla 'gizli hedef'(!) (İngilizler 1800'lerde Hindistan-Afganistan bölgesinde Ruslarla çekişmelerine boşuna 'büyük oyun' dememişler) Pakistan'dan bir helikopterle havalandık ve Afganistan'a indik. Mücahitlere nasıl yardım edebileceğimizi konuşmak için oradaydık ve elbette uygun bir kıyafet giymiştim. Allahlarına ve ülkülerine bağlı bu insanlar beni çok etkilemişti. Yani aslında aynı tanrıya inandığımızı düşünüyorum, sadece onların inanış ve ibadet şekilleri biraz farklı." Henning'in bu söylemi aslında belgeselin de tam kalbidir. Curtis, politikacıların 'realpolitik'i görmezden gelerek çatışmaları iyi-kötü arasındaymış gibi gösterdiğini söyler. Henning için de mücahitler ülkelerini Ruslardan kurtarmak isteyen Afganlar değil, komünizme karşı dini savunan kahramanlardır. Hikâye böyle lanse edilince dindar Teksas sosyetesi bile onların savaşına gözleri yaşararak destek verecektir.

Belgeselde Vahhabiler, Ruslar, Pakistan'daki medreseler, mücahitler, Taliban, Bin Ladin, İngilizler, hepsi gölge oyunu gibi arzı endam ederler, ama Curtis arkada daha derin bir hikâye anlatmaktadır. Savaşların artık devletler değil, çıkar grupları ve bankalar tarafından yürütüldüğüne dair bir anlatı katmanı vardır Acı Göl'de. Roosevelt'le başlayan süreçte Amerika Suud petrolünü -ucuza da olsa- alarak Suud'u Curtis'in dediği gibi 'harcayabileceğinden fazla' paraya boğar. Amerikan hükümetinden gelen bu paralar Suudi Arabistan'a bir göründükten sonra yine Suudlular tarafından Amerikan bankalarına yatırılmaktadır. Petrol, ya da petrodolarlar bu durumda paranın ve doğal olarak gücün Amerika'da hükümetten bankalara aktarılmasına sebep olan bir araç haline gelir. Curtis'in anlatısı hem petrole hem de savaşa 'büyük oyun'da güç dengelerinin değişmesine olanak sağlayan birer vasıta olarak işaret etmektedir. Amerikan işgaliyle birlikte Afganistan'a akan para, paranın yine halkı ezen insanlara verilmesi, isyan eden halk görüntülerinden hemen sonra Dubai'de yükselen kuleleri görürüz. Curtis'in iddiasına göre, İngiliz sanat hocalarının pisuvarlardan bahsetmelerinden arta kalan para eski mücahit, yeni demokrasi temsilcileri Afgan yetkililer tarafından Dubai'ye akıtılmaktadır. Curtis, Dubai'deki inşaat sektörünün para kaynaklarından biri olarak iç edilmiş yardım parasına işaret etmektedir. Savaş ve 'yeniden inşa' paranın el değiştirme oyunlarındandır. Hükümetlerden ve yardım kuruluşlarından gelen para, talep ve müşteri ihtiyacı olan inşaat sektörüne kaymış olmaktadır. Curtis savaş ve sonrası 'demokrasi' çabalarının nasıl bir piyasa oluşturduğunu çok acıklı bir şekilde gözler önüne serer.

Filmin sonuna doğru Curtis bizi tekrar şu günlerde yine Taliban ve hükümet güçleri arasında çatışmaların yaşandığı ve tekrar Taliban'ın eline geçeceği öngörülen Helmand'a götürür. Kamera afyon çiçekleri arasında dolanır ve Amerikalıların inşa etmiş olduğu barajın en sonunda ülkenin kalkınmasına değil, ancak 'karanlık güçler' tarafından pazarlanabilen bir ürünün iyi mahsul vermesine yardımcı olduğunu söyler. Afganistan'da tomurcuklanan pek çok başka şey gibi, afyon da en sonunda başka yerlerde tüketilmekte, başka güç dengelerini sağlamlaştırmakta, çok uzaklarda, bambaşka hayatları karartmaktadır. Curtis dünya güçleri ve Afganistan arasındaki etkileşimi Solaris filmine gönderme yaparak bitirir. Uzaydaki kötücül güçle olan savaştan kaçıp bir göl kenarındaki kulübesine dönen kozmonot, aslında savaşmakta olduğu gücün en ortasında, acı gölün üzerinde yüzen bir ada olduğunun farkında değildir. Biz seyirciler de ekranın bu tarafında, olan bitenden haberdar fakat olanlara müdahil ol(a)madan seyretmeye mahkûmuzdur.

BİZE ULAŞIN