Mesut Bostan: Tatlı-ekşi post-modern melankoli

Tatlı-ekşi post-modern melankoli
Giriş Tarihi: 13.02.2017 17:36 Son Güncelleme: 13.02.2017 17:37
Mesut Bostan SAYI:32Şubat 2017
La La Land filmi bir yanıyla 1960’ların ‘Yeni Dalga’ esintili Fransız müzikallerine benziyor. Bu filmlerde proleter sevgililerin aşkı, savaş ve toplumsal karışıklıklar yüzünden kesintiye uğrarken melankolinin modern biçimiyle karşılaşırız. Ama La La Land’de hayatı kesintiye uğratan bir şey yok. Sadece perdede yokluğuyla fark edilen terör duygusu vardır.

Whiplash'in yönetmeni Damien Chazelle'in yeni filmi La La Land'ı izlerken insan kendini filmin melankolisini anlamlandırmaya çalışırken buluyor. Çatlamalı patlamalı aksiyonlu hayatımızdan biraz sıyrılıp müzikal bir aşk filmi izleyelim tavrı başlı başına melankolik elbette. Çünkü her kaçışta az çok asıl yaralayıcı olanın üstünü örtme eğilimi gizlidir. Melankolinin de temelde bir örtme eylemi olduğunu söylemek mümkün. Bu arada film bir müzikal olmasına ve temelde aşka dair bir söylem geliştirmesine rağmen bir kaçış filmi değil. Ritmik ve eğlenceli olmasına rağmen hafif bir film de değil La La Land. Eğer içinizdeki sıkıntıyı geçirsin diye gidecekseniz, filmden çıktığınızda sıkıntınızın, kesafetinin daha da artması muhtemel. Yine de zamanımızın sıkıntısına dair bir şeyler söyleyen bir film. Çağımızın melankolisine kaynak teşkil eden ferdî güçsüzlük hissini çok güzel yakalıyor. Bunu güncel göndermelere başvurmadan ama güncel duygu durumumuza dair önemli tespitlerde bulunarak yapıyor. Büyük olaylar karşısındaki kifayetsizliğimizin burukluğunun üstüne tatlı bir sos sıkıyor. Bu sosun bileşenlerinin tahliline geçmeden önce şunu söylemek lazım sanırım. La La Land, yıllar sonra insanların dönüp baktığında; böyle olaylar olurken insanlar bu filmi mi izleyecekler diyecekleri bir film. Belki biraz da bu yüzden görülesi.

Çileci bir kendini gerçekleştirme

Chazelle, La La Land'de Whiplash'te olduğu gibi yine seneye damga vuracak bir sinema olayı gerçekleştiriyor. Film klasik Hollywood türlerine hiç de klasik olmayan güncel bir tarzda yeniden hayat veriyor. Üstelik bir mücadele filminden romantik bir müzikale geçiş yaparken, filmlere kendine has bir ritim duygusu verebiliyor. Aynı zamanda filmlerinde ortak bir, siyasi diyemesek de, ideolojik gündem de söz konusu. Ferdî tekâmül fikri iki filmde de etkin. Chazelle'in filmlerinde bu fikir, klasik Amerikan başarı idealinin ötesinde 'çileci bir kendini gerçekleştirme' düşüncesine de eviriliyor. Bu açıdan filmlerinde karakterlerin sergiledikleri adanmışlık neredeyse dinî bir ton taşıyor. Dinî derken Weber'in 'protestan etiği' ile ifade ettiğine benzer bir dinîlik bu. Bir yanıyla fazlasıyla dünyevi bir tahayyül yani. La La Land, karakterlerini bir adanmışlık serüveninin içinden geçiriyor ama sonunda onları ulaştırdığı yer seküler bir ideal olan fert fikri oluyor. Ferdin tekâmülü olarak ifade edilebilecek bu serüven günümüzde kriz içerisinde olan fert fikrini mistikleştirme yoluyla tekrar canlandırmaya çalışıyor. Ekonomik ve siyasi olayların 'katastrofik etkisi' insanların hayatlarında köklü değişiklik ihtimallerini gündeme getirirken insanlar tekil olarak kendilerini son derecede güçsüz hissediyorlar. La La Land bu açıdan bir kaçış filmi olmaktan çok ferdiyetçi bir kendini gerçekleştirme fantezisi.

Yönetmenin ilk filmi Whiplash'te 'başarı' için delicesine bir çileciliği benimseyen bir karakter vardı. Bu filmde de karakterler hayatlarındaki başarısızlıklara katlanmanın yolunu sanatsal yaratıcılık adına benimsenen bir çilecilikte buluyorlar. Karakterler kendilerini bilinçli bir şekilde proleterliğe mahkûm ediyorlar. Bu tavrın kibir ve kendini suçlama şeklinde iki duygusal yansıması oluyor. Kibir onlarda her ne kadar zorluklar yaşatsa da diğer insanlardan daha üstün bir emele sahip oldukları yanılsaması yaratıyor. Kendini suçlama ise başarısızlıklarını yeteri kadar çileci olmadıklarına bağlayarak yaratıcı sanatçı mitine takviye sağlıyor.

Yaratıcılık miti günümüzde kapitalizmin ideolojik meşruiyeti için merkezi bir rol oynuyor. Teknolojik imkânların demokratik bir ortam yarattığı ve sınıfsal farkların yaratıcılıkla açıklandığı bir söylem, bu filmde de etkin. Oysa yaratıcı endüstriler şeklinde güzellemesi yapılan iş kolları, sermayesi yoğun ekonomik yapıların kenar süsü durumunda aslında. Yaratıcılık miti sinema, müziğin yanı sıra bunların arka planını oluşturan teknolojilerin üretilmesindeki insanlık dışı çalışma koşullarının üstünü örten bir örtü gibi işlev görüyor. Büyük şirketlerin yöneticilerinin başarıları bile artık neredeyse artistik bir tutkuyla açıklanıyor. Bu söylemin duygusal çıktısı ise melankoli oluyor. Ferdî tekâmülünü başarıyla taçlandıramayanlardaki kifayetsizlik hissi başarılı olanlara karşı hayranlıkla perçinleniyor. Filmde Starbucks'ta baristalık yapan Mia'nın dükkândan kahve alan aktrise bakışı belki de filmin temel ideolojik numarasını oluşturuyor.

Modern ve postmodern melankoli

Film bir yanıyla 1960'ların 'yeni dalga' esintili Fransız müzikallerine benziyor. Bu filmlerde proleter sevgililerin aşkı, savaş ve toplumsal karışıklıklar yüzünden kesintiye uğrarken melankolinin modern biçimiyle karşılaşırız. Ama La La Land'de hayatı kesintiye uğratan bir şey yok. Sadece perdede yokluğuyla fark edilen terör duygusu vardır. Bu duygu her şeye rağmen hayata devam etmek şeklindeki 'manik psikozu' yansıtıyor. Modern melankoli, değer verilen şeylerin kaybından kaynaklanırken post-modern melankoli, değer mefhumunun kaybından kaynaklanır. La La Land'in proleter kahramanları bu noktada sıradan proleterlerden farklı olarak orta sınıf mesleklere burun kıvırdıkları için gönüllü bir şekilde proleterdirler. Mia, hukuk eğitimini bırakıp oyuncu seçmeleri ile kahve dükkânı arasında mekik dokuduğu hayatı seçer. Benzer şekilde Sebastian da piyasa işi müzik yapmak yerine sadece kendi istediği müziğin çalındığı bir Jazz kulübü hayalinin peşindedir. İkisinin de gönüllü proleterliği yaratıcı sanat fantezisinin yıkılması tehlikesi altında melankolik bir etki yaratır. Bu yüzden de her şüpheye düştükleri anda fantezilerini daha da besleme yoluna gidiyorlar.

Modern melankoli savaşın varlığına dayanıyordu. Post-modern melankoli ise yokluğuna. La La Land herkesin üçüncü dünya savaşı beklentisi içinde olduğu bir dönemde vizyona giriyor. Oysa filmde insanların gündemindeki bu en can alıcı konunun esamesi bile okunmuyor. La La Land belki de bu yüzden tam olarak günümüzün haleti ruhiyesini taşıyor. Los Angeles'ın her zaman güneşli gökyüzünden savaşın olmadığı bir dünya cenneti devşiriyor. Ancak bu cennette aynı zamanda bir rahatsızlık da mevcut. Filmde karakterlerin sinemada gittikleri 'Rebel Without a Cause'un çağrıştırdığı gibi sebepsiz görünen bir rahatsızlık bu. Melankoliye dair tanımların çoğunda onun sebepsiz olduğuna değinilir. Post-modern melankoli de sebepsiz olmanın ötesinde, kendini doğuran sebebi bastıran bir yapıya sahip.

Modern melankoli buhranlı bir yabancılaşma üzerine kuruluydu. Post-modern melankoli ise tatlı bir ironi üzerine kurulu. Modern melankoli en dip noktasında başka bir hayata açılabilmenin imkânını taşıyordu. Post-modern melankoli ise çıkışsızlıktan zevk almayı salık veriyor. Filmin gündelik hayata dair gerçekçiliğinin yanı sıra gözlem evi sahnelerinde ortaya koyduğu masalsılık, filmin post-modern üslupçuluğunun bir yansıması. Yine post-modernizmin alametifarikası olarak film klasik anlatıyı kırmak yerine onu paranteze alıyor. Filmin sonundaki karakterlerin alternatif hikâye sekansı, klasik bir anlatıda böyle olurdu demek için konmuş gibi duruyor. La La Land bu açıdan bir 'It's a Wonderful Life' değil. Onun romantizmine bir bakıma karşı bir anlatı kuruyor. Hatta karşı hafif kalır, düşman bir anlatı kuruyor. Bunu ihsas ettirmek için de romantik fanteziyi paranteze alarak "Öyle bir film olabilirdim ama değilim" jestine başvuruyor.

Yas, melankoli ve hüzün

Filmin melankolisini 'yas ve melankoli' ayrımı üzerinden çözümlemek de mümkün görünüyor. Normal kayıp duygusu olan yas ile insanın nefsine yönelik tahkir ve tezyif eğilimi olarak melankoli, temelde kaybın arandığı yer konusunda ayrışır. Yas insanın kendi dışındaki bir şeyin kaybına verdiği tepkidir. Melankolide ise kayıp, insanın kendiliğine dairdir. La La Land'de karakterler amaç edindikleri yaratıcı sanatçı idealini kaybetme ihtimaliyle karşı karşıyadırlar. Bu noktada böyle bir kayıp anlamında başarısızlığı dışsal bir olgu olarak değerlendirmek yerine kendiliklerine dair bir veri kabul etme eğilimindedirler. Öte yandan yas, arzu duyulan şeyin kaybı ise melankoli, arzunun kaybı yahut kayıp tehlikesi altına girmesidir. La La Land'i melankolik kılan da temelde Mia ve Sebastian'ın sanatsal açıdan temayüz edememeleri değil de temayüz etme isteklerinin kaybolmasıdır. Mia, kötü geçen oyununun ardından; "Kendimi daha fazla utandırmayacağım" diyerek oyunculuk sevdasından vaz geçer. Sebastian da; "Artık insanlarda karşılık bulan müzikler yapacağım" diyerek jazz yapma inadını bırakır. Filmin düğümünü ve melankolisini bu arzu kaybı oluşturur.

Karakterlerin ferdî tekâmül arzusu birbirilerine karşı duydukları aşkın da kaynağıdır. Bu arzu azaldıkça aşkları da küllenir. Ancak arzu yeniden güç kazandığında aşk yeniden alevlense de anlarız ki fert fikri, duygusal bağlılığa aykırıdır. Bu yüzden finalde aşk, platonik bir noktaya doğru seyreder. Filmin aşkı gözden çıkarılabilir, handiyse kaçınılması gereken, bir şey olarak sunduğu düşünülebilir. Oysa filmin aşk tanımı ilk anda akla gelenden farklıdır. Film 'karşılıklı kayıtsızlığın aşka dönüşmesi' klişesi üzerine kurulur. Ancak bu klişenin genel kullanımından farklı bir sonuca ulaşır. Genelde aşka dönüşen kayıtsızlık klişesi aynı yöne baktığı için birbirini görememe halini anlatır. Körlük atlatıldıkça aşk ortaya çıkar. Mia ve Sebastian için de ilk planda bu oluyor gibidir. Her ikisi de tekâmül yolunun yolcusu olduklarını fark ettikçe birbirlerine yaklaşırlar. Ancak bu durumda bakılanın sonsuza gidildikçe ayrıştığı fark edilir. Onlarınki paralel bakışlardır. Her ikisi de tek tek kendi nefislerine tamlık atfetme noktasına bakmaktadırlar. Bu kısa vadede ortaya çıkan birlik hali zamanla ortadan kalkar ve bir araya gelmeleri bakışları arasındaki farkı ortaya çıkarır. Bakışları benzese de baktıkları şey farklıdır. Bireylik tanrısı tek bir tanrı değil herkese kendi nefsi suretinde görünen bir tanrıdır. Bu yüzden de aralarında aşk yani tanrısal adanmışlık ancak bir arada kalmamaları sonucunda sürdürülebilir.

Son tahlilde filmi değerlendirirken Yeşilçam'ın hüzne dair filmi Ah Güzel İstanbul'u da hatırlamakta fayda var. Ah Güzel İstanbul'un klasik Türk müziğine meftun Haşmet'i ile aktris olmak isteyen Ayşe'si de hayal kırıklığından mustariptir. Ancak onlarınki bir yasa dönüşmez. Ona dönüşmediği gibi melankolileri de farklıdır. Onlarınki hüzündür ve hüzünlerinin de bir sonu vardır. Medeniyetin geldiği noktada her daim kaybedenlerle aynı tarafta olduklarını bilirler. Yine de birlikte olmanın gücüne inanırlar. Hollywood melankolisi bireysel tekâmülün imkânsız hayalinden beslenir; Yeşilçam malihulyası ise toplumsal bir birlik halinin iyimserliğinden ve dünyada garip hissetmenin hüznünden beslenir. Los Angeles'ın sentetik romantizmine ve dekorvari güzelliğine karşın İstanbul, yıkık dökük sokaklarında bile rüya gibi bir hayatı tecrübe etmenin mutluluğunu ve tarihsel ihtişamına rağmen insanı ezmeyen büyüklüğüyle de hayatın merkezinde olma hissiyatını yaşatır. Mia ve Sebastian, tek tek fantezilerini gerçekleştirseler de aşkı kaybederler. Haşmet ve Ayşe ise hayallerini gerçekleştiremeseler de aşkı kazanırlar. Aşkın hayattaki en büyük değerlerden biri olduğunu bilirler çünkü. Ah Güzel İstanbul toplumsal bir rüyanın filmi ise La La Land, yalnızlığa mahkûm hayalcilerin filmidir.

BİZE ULAŞIN