Alışık olduğumuz İngiliz malikânesi ya da Londra’nın şiddet ve suç dolu sokakları dizilerinden çok daha farklı bir dizi Detectorists. Format olarak da tüm gecemizi işgal edecek şekilde bir saat değil, 30 dakika. Bizi büyük resmi değil, küçük resmi görmeye çağıran, aramanın edebini öğreten bir dizi.
2014 senesinde sessiz sedasız yolculuğuna başlayan İngiliz dizisi -ki İngiliz kelimesini Britanyalı diyerek sulandırmanız gerekmeyecek az diziden biridir- Detectorists, yani Bulucular ya da Hazine Avcıları geçtiğimiz haftalarda ikinci sezonunu bitirdi. Ellerinde metal dedektörüyle yaşadıkları güney İngiltere kasabasının civarındaki araziyi karış karış yoklayan kahramanlarımız Andy ve Lance dizi boyunca karşılaştıkları insanlara bir alet olan 'detektor' değil, 'detektor-ist' olduklarını söylerler. Detectorists dizisi de böyle önemsenmeyen farkların ve detayların dizisi bir bakıma. Modern dervişlerimiz Andy ve Lance doğadan uzaklaşmış bir çağda toprak, çimen ve böcekle iç içedir. Yönetmen Mackenzie Crook, güneşin uzun otlar üzerinde oynadığı oyunlar ve onların diplerindeki böcekleri yakın plan çekerek seyirciye arza, yeryüzüne, toprağa yakın hayatı hatırlatır. Kahramanlarımız dünyanın kaynaklarının hızla tüketildiği bir dönemde ellerinde dedektörle ve büyük kulaklıklarıyla sürekli dünyayı dinlemekte, ona doğru inip onu okşamakta, eşelemektedirler. Benim sadık yârim, kara topraktır.
'Arayış' tüm dünya kültürlerinde manevi bir boyutu olan bir kelimedir. Fakat 'arayış'ın banal internet posterleriyle övüldüğü, metafor üzerine metafor içine saklanıp manasızlaştırıldığı zamanlarda Crook bu eğilimi tersyüz edip gerçek bir arayış tutkusunu anlatarak manevi boyutu sezmeyi seyirciye bırakmayı yeğler. Popüler manevi 'arayış' metotlarına karşı bir tutum sergileyen dizi bunun altını özellikle Lance'ı daha 'yapılı' bir adam için terk etmiş olan Maggie üzerinden anlatır. Maggie'nin 'hediyelik eşya' satan bir dükkanı vardır, ve Lance kalbini tekrar tekrar kırmak için o dükkana geri döndüğünde bu popüler 'arama' kültürünün yığıntılarını görürüz: kar topları, enerjili taşlar, Kızılderili geleneğinden tüylü 'rüya yakalayıcıları'. Kahramanlarımız dizi boyunca bunların hiçbirine prim vermeyerek, üstenci bir tavır takınmadan yerliliği öne çıkararak arayışlarına devam ederler. Tek bir kere 'Rumi'den (Mevlana'nın Batı'da bu isimle tanınması olayına hiç girmeyelim) alıntı yapmazlar. Tekrar tekrar konuştukları meseleler televizyon programları, özellikle de 'Üniversiteler Yarışıyor' yarışmasıdır. İki sezon boyunca da bulucularımız yerin altındaki hazinenin etrafında dönerken, yönetmen seyirciye gömünün nerede olduğunu gösterir. Belki de onlardan daha fazla şey bildiğimiz ve onlara yardım edemediğimiz için de severiz Andy ve Lance'ı.
Kahramanlarımız -her ne kadar 'marjinal' gibi görünen bir hobiye sahip olsalar da- bir yandan da gündelik yaşantılarının sıradanlığıyla kalplerimizi fetheder. Bu arada İngiltere'de hemen her yıl Andy ve Lance gibi amatör metal arayıcıları, eski bir Sakson ya da Viking gömüsünü bulup hem tarihi ufak şekillerde tekrar yazıp hem de ülkenin müzelerini zenginleştirmektedir. İşte bu tarihle hemhal olma, tarihin bir parçası olma umududur kahramanlarımızın her gün dedektörlerini ellerine alıp çayırlara gitmelerini sağlayan. Ne Andy ne de Lance'ın fizikleri 'oyuncu' ya da 'aktör' gibidir. Ne hareketleri ne de fizikleri kahramancadır. Pek çok eleştirmenin de söylediği gibi İngiliz ekranlarında, Amerikan ekranlarına kıyasla daha sıradan bedenler, yüzlerine baktığımızda mahalle bakkalında karşılaşabileceğimizi hissettiğimiz oyuncular görmek hâlâ mümkün. Andy tam 'dal gibi' sıfatına tekabül eden, uzun ince, yüzünde sürekli endişeli bir ifade olan genç bir adamdır. İsmi ünlü İngiliz kahramanı Sir Lancelot'un kısaltılmış hali olan Lance, bodur, hafif güdük bir görüntüye sahiptir. Hayatta şimdiye kadar başına gelmiş tek talihli olay piyangodan para kazanmış olmasıdır. Onu da bir çırpıda sarı bir spor arabaya yatırmıştır. Hayatını da sağda solda yaptığı ufak işlerle kazanır. Sık sık sebze halinde iş bulan Lance oraya sarı spor arabasıyla gidip, sonra gününü küçük bir forklift içerisinde lahana ve turpları bir yerden bir yere taşıyarak geçirir. Evet, bakılınca sebze meyve veren, bakılmayınca da diğer insanların attığı, kaybettiği veya sakladığı metal nesneleri veren toprak, aşkı tarafından terk edilmiş Lance'ın sadık yâridir.
Andy ve Lance'in kendilerine özellikle detektor-ist demelerinin de bir felsefesi vardır elbette. Dizinin şarkısının sözlerinde olduğu gibi kahramanlarımızın derdi artık şarkı söyleyemeyen adamların izini sürmektir. İngiltere'ye gelen Saksonlar (Almanlar) ve Vikinglerin (Danimarkalılar) -burada adanın asıl yerlilerinin adının Briton olduğunu hatırlayalım- bıraktığı izlerin peşindedir ikilimiz. Tabii bu izi ararken altın bulunsa amennadır ama asıl olan bin sene önce belki de atan olan bir adamın eline değmiş bir metale değebilmektir. Belki de bu durumda Andy ve Lance'ın 'tarik'leri bir çeşit 'atalar dinidir'. Gruba daha sonra katılan taze ve heyecanlı tarih öğrencisi kızımız Sophie, Andy ve Lance'a bu topraklarda yaşanan savaşları anlatmaya kalktığında, İngiltere'nin tarihine ve toprağına gönül vermiş tüm -hazine avcısı değil, lütfen- bulucular gibi Mübarek Bede'nin sekizinci yüzyılda yazdığı İngiliz Halkının Kilise Tarihi'ni okumuş olduklarını söylerler. Çünkü elbette her memlekette olduğu gibi İngiltere'de de tarih din tarihidir ve özellikle ortaçağ ve öncesinde eli kalem tutanlar dinî kurumlarda ilim öğrenenlerdir. Andy ve Lance dedektörleri her ses verdiğinde üşenmeyip dizüstü çöküp -ki bu pozisyonun Hıristiyanlıkta dua pozisyonu olduğunu unutmayalım- eşelemeye başlarlar. İkinci sezon da nitekim bir rahibin kilisesini ve kitaplarını yaklaşmakta olan atlılardan korumaya çalıştığı bir sekansla başlar. İkinci sezon boyunca ikilimiz rahibin kitapları ve küçük, değerli taş ve metalden oluşan bir kitap ayracını gömdüğü yerin yakınlarında metal arayıp durur, bilmeden aradıkları şeyin etrafında dönüp dururlar. Pervanelerimizin en sık buldukları şey teneke içecek kutularının açma halkalarıdır. Bunları dahi atmadan 'buluntu' olarak ceplerine katarlar. Bundan bin sene sonraya bırakacağımız şeylerin içecek kutuları olduğunun haberini vermektedir Detectorists.
Dizinin yazarı, yönetmeni ve oyuncusu Mackenzie Crook daha sonra Amerikan versiyonuyla popüler olan Ofis dizisinde oynadığı sinir bozucu karakterden çok farklı bir karakter canlandırıyor Detectorists'te. Ofis dizisinde dört duvar arasında geçirdiği yılların öcünü alır bir dizi yazmış bizler için. Çok az iç mekan kullanılan dizi İngiltere'nin güney kasabalarına bir aşk mektubu gibi. Yeşil çayırlar, insana azamet hissi vermeyen Tellytubby tepecikleri, gotik olmayan küçük kiliseler, çok büyük olmayan ağaçlar. Bu sıralar pek popüler olan Game of Thrones gibi fantastik dizilerdeki unsurların hiçbirini içermeyen, evinizin oturma odası kadar rahat, idare edilebilir ve iyicil bir doğa. Bunun üzerine Johnny Flynn'in gitar eşliğinde okuduğu şarkı. Crook'un canlandırdığı Andy karakterinin sevgilisi ikinci sezonda macera ruhuyla Afrika'ya göçmelerini teklif edince, Crook bu sahnelerin tatlılığına, ışığın sıcaklığına, ağaçların romantik kıvrımlarına, iç gıdıklayan yaz gölgelerine iyice odaklanarak, hangi aklı başında insan bu cenneti bırakıp Afrika'ya gitmek ister dedirtir izleyiciye.
Yağmur yağdığı da olur Crook'un tasvir ettiği İngiltere'de. Üzerlerinde yeşil yağmurluklarıyla vatanlarını karış karış gezmeye devam eder Andy ve Lance. Sonra ara verip, bir ağacın köklerinin üzerine oturup yeşil termoslarını çıkarıp çay içip geçen akşamki televizyon programlarının eleştirisini yaparlar. Sosyal medyada İngilizleri takip edenlere malum olacağı üzere, İngiliz halkını birleştirip bir asabiye yaratan şey artık Andy ve Lance'ın arkalarında bir yerlerde gördüğümüz sevimli kiliseler değil televizyon programlarıdır. Bütün bir millet, söz birliği yapmışçasına oturup geceleri aynı kanaldaki aynı televizyon programını seyreder. Bu açıdan da zamanının ruhunu yakalayan bir dizidir Detectorists.
Asabiye demişken, metal avcıları arasında da bir asabiye vardır. Belirli aralıklarla bir araya gelen dedektöristlerimiz buldukları Roma paralarını ve iç savaş kurşunlarını bir masada teşhir ederler. Bu asabiye o kadar kuvvetlidir ki derneklerinin üyesi olmayan dedektöristler kasabalarının yakınındaki araziye geldiğinde onlara diş bilerler. Dedektöristlerimiz sürekli arama yapabilecekleri yeni araziler aramakta, bu yüzden toprak sahipleri ve belediyeden izin alma peşindedirler. Bu çabaları onları zengin ama 'kafadan kontak' İngiliz aristokratları ve uygunsuz mekanlarda 'makam zinciri'ni düşüren belediye başkanlarıyla karşı karşıya getirerek, seyirciye İngiliz tipleri panoraması da sunar.
Alışık olduğumuz İngiliz malikânesi ya da Londra'nın şiddet ve suç dolu sokakları dizilerinden çok daha farklı bir dizi Detectorists. Format olarak da tüm gecemizi işgal edecek şekilde bir saat değil, 30 dakika. Bizi büyük resmi değil, küçük resmi görmeye çağıran, aramanın edebini öğreten bir dizi. Andy ve Lance'ın derviş olup olmadıklarına dizinin şarkısının sözlerini dinleyerek siz karar verin diyorum:
Bu ıssız, garip dünyada, sarmaşıklar ve dikenler arasında beni arar mıydın?
Senin hazinen olacağım
Kralların elini hissettim, rüzgarın nefesini
Bütün kuşların şarkılarını biliyordum, sözleri hep şaşırıyorlardı
Seni bekliyorum
Benim için tuzlu denizde yüzüp, okyanusun dibinde yuvarlanır mıydın?
Senin hazinen olacağım
Artık şarkı söyleyemeyecek adamların ruhlarıyla beraberim
Benimle gel, seni denizde kaybolmuş bir aşkın seni beklediği yere götüreceğim.