Nagihan Haliloğlu: Orda bir köy var uzakta: İki dil bir bavul

Orda bir köy var uzakta: İki dil bir bavul
Giriş Tarihi: 2.12.2015 13:32 Son Güncelleme: 2.12.2015 13:34
Nagihan Haliloğlu SAYI:19Aralık 2015
Türkiye Cumhuriyeti topraklarının iki ucunu birleştiren şeyin ne olduğunu, ne olabileceğini yoklayan, ulus devleti anlamaya çalışan ya da biraz fazla iddialı olacak ama belki de tekrar inşa etmeye çalışan bir anlatı da diyebiliriz İki Dil Bir Bavul için. 2008'de Orhan Eskiköy ve Özgür Doğan tarafından çekilen bir belgesel olan İki Dil Bir Bavul, zamanın ruhu denen şeyi iki yakasından yakalayan sanat eserlerinden. Türkiye'deki çözüm sürecinin belirli bir ivme ile daha eşitlikçi ve katılımcı bir topluma doğru ilerlediği bir dönemin ürünü olan film, her seyredişte insana umut veren, sürece karşı olanların müdahalelerini bertaraf ettiğimizde birbirimizi anlama noktasında güzel bir yere varabileceğimizi anlatıyor.

Belgesel Şanlıurfa'daki, filmde görüldüğü kadarıyla hiçbir şeyin yetişme imkânı bulamayacağı kadar taşlık ve ıssız Siverek Demirci Köy'de köy halkı ile Denizlili Emre öğretmenin arasındaki ilişkiyi anlatıyor. Türkiye Cumhuriyeti topraklarının iki ucunu birleştiren şeyin ne olduğunu, ne olabileceğini yoklayan, ulus devleti anlamaya çalışan ya da biraz fazla iddialı olacak ama belki de tekrar inşa etmeye çalışan bir anlatı da diyebiliriz İki Dil Bir Bavul için. Anadolu'ya gelen aydın hikâyesi Türk edebiyatı ve sinemasından tanıdığımız bir hikâye ve İki Dil Bir Bavul da bir bakıma bu anlatı geleneğinin bir parçası. Ama bu anlatıda Aydın soyadlı aydınımız İstanbul'dan değil Denizli'den gelmekte. Evet, Türk aydınlanmacılığı anlatısı belki form olarak bu belgeselde bir şekilde kendini tekrar ediyor ama bu tekrarın unsurları alışkın olduklarımızdan biraz farklı. Birdenbire kendini merkezi temsil ederken bulan genç öğretmen Emre Aydın, İstanbul değil, Kürt şivesi kadar olmasa da, Türk televizyonlarında 'eğlenceli' bir şive olarak kullanılan Ege şivesine sahip. Aydın'ın muhatap olduğu köylü de alışkın olduğumuz dini bağnazlıktan ziyade yoksunluktan mustarip. Ülkenin biri daha imtiyazlı, diğeri sistematik bir şekilde ezilmiş iki çeperinin karşılaşmasını anlatan belgesel, 'merkez'i seyircinin gözünde iyice mitleştiriyor, hatta varlığından şüphe edilir bir şeye dönüştürüyor.

Köy okulu da yine Türk seyircisinin zihninde epeyce yer etmiş bir mekân. Cumhuriyetin inşa, tekrar inşa ve müzakere edildiği yerdir köy okulu. Nuri Bilge Ceylan'ın Kasaba'sı ve Semih Kaplanoğlu'nun Bal'ından bir şeyler taşıyan Siverek'teki okul tüm yoksunluğuyla, Türkiye'nin diğer unutulmuş köy okullarıyla bir ünsiyet kurar. Tayini nereye çıkarsa oraya gitmek zorunda olan memur öğretmenimiz, belki de devleti için vermesi gereken ilk diyeti, ilk görevi askerliğini tamamladıktan sonra bavuluna sığdırabildiği kadar Denizli'yi yüklenerek tüm çoraklığıyla Ege'nin tam zıddı olan Siverek'e gelir. Siverek'in Demirci köyü o kadar ıssız bir yerdedir ki belgeselin çekim notlarına göre Emre Aydın tayini çıktığında köyü haritada bulamaz.

Filmdeki tüm ilişkilerde devlet denen mekanizmanın çarklarını işitmek mümkündür. Bu çarkın sesi elbette, yönetmenlerimizin belgeselde görsel olarak altını çizdiği şekilde, en fazla Türkçe bilmeyen Kürt çocukların andımızı okumaya çalışmasında duyulur. Bir ve ikilerin, üç ve dörtlerin aynı sınıfta ders yaptığı okulda Emre öğretmen annesine telefonda söylediği üzere çoktan müfredatı bırakıp Türkçe öğretmeye, daha doğrusu müfredat üzerinden Türkçe öğretmeye başlamıştır. Annesine ve velilere Türkçe bilmeyen öğrencilerle müfredatı takip etmenin imkânsız olduğunu anlatan Emre öğretmen kendi ihtilalini sessizce gerçekleştirmiş ve öğrenciye imkânlar dahilinde ne verebileceğinin derdine düşmüştür. Öğrencilerin Türkçe öğrenmesi gerektiğini velilere anlatmaya çalışan Emre gayet gerçekçidir. Öğrenciler 'milli birlik beraberliğimiz, Cumhuriyet'in ve Türk ırkının ilelebetliği, muasır medeniyetler seviyesi' gibi söylemler dikte ettiği için değil ileriki hayatlarında bir şekilde Türkçeyi kullanmak zorunda kalacakları için Türkçe öğrenmek zorundadır. Emre'nin faşizan söylemlerden nasıl bu kadar uzak kalmış olduğu da bir muammadır, belki de bu muammanın açıklaması yönetmenlerin Emre öğretmenin hâkim ırkçı söylemin cezbine kapılmış olduğu sahneleri çıkarmış olmasıdır.

Belgeselin en önemli sahnelerinden birinde Emre öğretmen velilerle toplanır. Veliler arasında Türkçesi en iyi olan baba Almanya'ya çalışmaya gitme çabalarını anlatırken aracı kurumun kendisine verdiği formda kaç dil bildiğini yazması gereken bir bölüm olduğundan bahseder. Türkçeyi yabancı dili olarak yazdığında şirketin elemanlarından bir kadın kahkaha atar, sen Kürtçeyi dilden mi sayıyorsun diye sorar. Emre öğretmen 'işte bu yanlış' diye Kürt karşıtı söylemi oluşturan ve destekleyenler adına, merkez adına özür dilemeye çalışırken, veli anlatısının ortasında ırkçı kadın hakkında kadın karşıtı bir küfür savurur. Aynı veli çoğu yerde kadın velilerin Kürtçe söylediklerini Emre öğretmene aktarma görevi de üstlenir. Emre öğretmen toplantıda velilerden çocukları Türkçe konusunda teşvik etmelerini ister. Toplantıya katılan kadınlar ise olaya gayet pragmatik bakmaktadır: "Çocukların eziyetini biz çok çektik biraz da siz (devlet) çekin der." Çevirmenin bunu Emre öğretmene çevirdiğini görmeyiz. Evet bazılarımızın sesleri diğerlerinin seslerinden biraz daha fazla bastırılmıştır.

Belgesel boyunca Emre öğretmeni öğrencileriyle anlaşmaya çalışırken ve başarısız olurken görürüz. Filmin büyük bir kısmında bu başarısızlık anlarında hem Emre öğretmen hem de çocuklar durumun absürtlüğünün gayet farkında bir şekilde gülerler. Ama ne kadar sıklıkta gerçekleştiğini bilmediğimiz bir anda Emre öğretmen çabalarının karşılığını alamamayı kaldıramaz ve yüzünü kapatarak ağlamaya başlar. Bir yandan büyük çaresizliğimizin bir resmi olan kare, bir yandan da, şartlar ne olursa olsun öğretim denen deneyin ne kadar zor bir zanaat olduğunu hatırlatır bize. Hangimiz 10 defa söylediğimiz halde öğrencilerin ödevin kaç kelime olması gerektiğini sorduğunda saçımızı başımızı yolmak isteyip gözyaşına boğulmamışızdır? Emre öğretmenin sık sık söylediği 'Konuşuyom, boşa konuşuyom, hiçbi şey anlamıyorlar' deneyimi her seviyede Türk öğrenciler ve hocaları arasında da yaşanmamakta mıdır?

Film bazen çorak coğrafyasının belirleyiciliğini aşıp kemiklerimize işlemiş olan Hababam Sınıfı'ndan tipleri öne çıkarır. Haylaz öğrenci, çalışkan öğrenci, herkesin işine karışan öğrenci. Örneğin derdi öğrenmekten ziyade öğretmenini mutlu etmek gibi görünen Zülküf, Emre öğretmenin her dediğini tekrar eder. 'Dersimiz Türkçe kitaba Kürtçe yazıyor ya!' diye serzenişte bulunan Emre öğretmenin itiraz ettiği şey sivil bir başkaldırı değil, tembel bir öğrencinin haylazlığıdır. Karneleri dağıtırken 'Zülküüüf, kitap okuycan mı yazın?' sorusuna 'Hayır' diyen Zülküf, belki de filmin başından beri ilk defa bir evet-hayır sorusuna doğru cevabı vermiştir.

Peki film Kürtçe eğitim konusunda son tahlilde ne demektedir? Belki de başlangıç olarak yoğunlukla Kürtçe konuşulan yerlere en azından hem Türkçe hem de Kürtçe bilen öğretmenler gönderilmelidir. Ama böyle bir durumda Denizlili Emre Aydın'ın ülkesinde böyle hayatlar yaşandığından hiç haberi olmayacak, Siverek'e yolu hiç düşmeyecektir. Bu karşılaşmanın Kürt öğrencilerin eğitimlerinin yavaşlaması pahasına olması elbette kabul edilebilir bir şey değil ama yine de İki Dil Bir Bavul'un erken cumhuriyet romantizmi burukluğunun bir çekiciliği de yok değil. Eğitimin tamamen Kürtçe yapılma fikri Emre öğretmenin de işaret ettiği gibi sonrasında Türkçe devam edecek bir eğitim ve iş hayatı için çok pratik olmayabilir. Tabii işin acıklı kısmı Emre öğretmen gibi yeni üniversite mezunlarının herhangi bir hazırlıkları olmadan devletin senelerdir bir çözüm getiremediği bir sorunun içine atılıvermeleri ve bu gençlerden günü kurtaran çareler üretmelerinin beklenmesi. İşte tam da bu noktada kaçmayıp elinden geleni yapmaya çalışan Emre öğretmen, cumhuriyetin idealize ettiği, artık bıkmış olduğumuzu sandığımız cefakâr öğretmen modeli olarak karşımıza çıkıveriyor. Devlet bir bakıma memurlarını bu gibi imkansız durumlara sokarak, yine okul kitaplarından tanıdığımız o mitik kahramanları tekrar tekrar üretmeyi başarıyor.

Orhan Eskiköy ve Özgür Doğan'ın köyün sert coğrafyası ve imkânsızlıklarını gayet yalın bir şekilde göstermelerine rağmen öğretmen- öğrenci, Denizli-Urfa, Türk-Kürt, memur-veli arasındaki yakınlaşma ve tüm zorluklara rağmen anlaşma sahneleriyle umut veren bir film çekmeyi başardıklarını düşünüyorum. İnsanda bu tür yakınlaşmaların öne çıktığı daha fazla sahne, daha fazla film seyretme iştiyakı veren bir belgesel İki Dil Bir Bavul. 2008'de böyle film ve belgesellerin daha fazla insana ulaşacağı ümidi veren film, şimdi tekrar koyulmamız gereken bir yol olarak bizi çağırmaya devam ediyor.
BİZE ULAŞIN