Fatma S. Erol: Şam-ı Şerif

Şam-ı Şerif
Giriş Tarihi: 30.10.2014 16:51 Son Güncelleme: 7.11.2014 10:16
Fatma S. Erol SAYI:07Kasım 2014
İstanbul’da doğduğu mahalleyi 10 yıl sonra tanıyamayan bizim gibi gençler için Şam bir çocukluk hatırasıydı. Saf, sade, içten günlere duyulan özlem… Kâsiyun dağının eteklerindeki dar sokaklarda oynayan çocuklar, çevrilen ipler, atılan toplar, bayram günlerinde mahallelere gelen seyyar, el gücüyle çalışan dönme dolaplar... Ağır işleyen, baş döndürüp bıktırmayan bir hayat, sâkin ve mütevekkil insanlar… Şam iki binli yılların başlarında hâlâ eski usul hayat tarzının, alışkanlıkların devam ettiği bir şehirdi. Ezan sesiyle uyanan, sabahları Feyruz dinleyen, öğlenleri bulduğu gölgede kaylule yapan, ikindi vaktine doğru yediği humus ve zeytinyağı ağırlıklı ana öğünün ardından avlusunda, dükkânının önüne attığı taburelerde nargilesini tüttüren, mırra içen, Ümmü Gülsüm ile efkârlanan bir şehir. Naufara'da kahvenin kokusuna karışan nargile dumanı… Kürsüde elinde asası, başında kırmızı fesi ile yüksek perdeden bir sese ve tuluat yeteneğine sahip hikâyecinin yıllardır, akşam ile yatsı arası okuduğu Binbir Gece Masalları... Emevi Camii'nde bin yıldır devam eden gelenek; her gün ayrı makamda, koro halinde okunan ezanlar, ilim halkaları, sohbetler, fetva veren, dua eden âmâ hocalar, ikindi vakti makamına inen Hızır Aleyhisselam...
Yaz sıcağında öğle uykusundan ikindi ezanıyla uyanan, akşamları hareketlenen uzun çarşılar; Hamidiye, Buzûriye, Mithat Paşa, Hamra. Şamlılar yeni yeni açılan lüks marketlerin, mağazaların aksine bu çarşılardan alışveriş yaparlardı. Kitaplar ise yıllardır Halbûnî'de sıra sıra dizilen kitapçılarda satılırdı. Burada hiçbir şey ederinden pahalı değildi. Tezgâhlardaki malzemelerin, özellikle gıda maddelerinin hatırı sayılır bir kısmı yerli üretimdi. Bazılarının kalitesi düşük olsa da Şam bu anlamda kendine yeten bir şehirdi. Devlet dairelerinde, okullarda olduğu gibi bu çarşılarda da tatil günleri dinî yapıya göre düzenlenir, Cuma günü Müslüman mahallelerindeki çarşılar, Cumartesi Ceramâna, Pazar Babtuma sessizleşirdi.

Kâsiyun dağının eteklerindeki Müslüman mahallelerinde yeni yapılan evler bile eski tipte inşa ediliyordu. Bu evlerde hiç kimse birbirinin camını, avlusunu görmüyor, güneşini kapatmıyordu. Merkezde avlu, avluya açılan odalar, bazı avluları serinleten fıskiyeli bir havuz ama mutlaka bir limon veya incir ağacı… Evlerin kedisi, bazı dükkânların saka kuşları olurdu. Çarşı içinde yürürken ilk selamlanan bu dükkânların duvarlarına asılı, ahşap kafesler içindeki sakalardı. Çarşıdaki tezgâhlar, belki Muhyiddin Arabi'nin nüfuzundan, belki Halid-i Bağdadi'nin, Dağıstâni'nin himmetinden, belki de cezaların ağırlığından geceleri dahi açık olur, üzerleri bir bezle örtülür, hırsızlık vakaları pek görülmezdi. Dergâhta Perşembe geceleri yapılan zikirlerin, edilen duaların bereketi tüm çarşıyı muhafaza ederdi.

Eski usul yerleşim Şam'da hâlâ hâkim idi. Farklı dine, mezhebe sahip olan insanların kendi mahalleleri vardı. Sünniler Salihiyye'de, Rükneddin'de; Dürziler Sahnâya ve Ceramâna'da; Hıristiyanlar Babtuma'da; Şiiler Seyyide Zeynep'te, Milîha'da; Türkler, Kürtler, Çerkesler, Kafkas göçmenleri Muhacirîn'de. Muhakkak ortak yaşanılan siteler, mahalleler, semtler de vardı ama genel olarak Şam'ın 'eski' insanları kendi mahallelerinde oturuyorlardı. Yılların getirdiği tecrübe ile insanlar başka mahallelerden uzak duruyorlardı. Dürziler Rükneddin'i, Sünniler Ceramânâ'yı bilmezdi. Şam'da doğup büyüyen ama bir kez olsun İbn-i Arabî çarşısına uğramayan, Emevi Camii'nin avlusundan içeri girmeyen, merak edip bakmayan Aleviler, Dürziler vardı. Bunda elbette mensup olunan mezhebin inanç sistemine yönelik sebeplerin etkisi olduğu gibi karışık bir coğrafyada bulunmanın verdiği birtakım hassasiyetlerin, dengenin hatta resmi baskının da tesiri vardı. Bu itibarla tüm mahalleleri görmeye, insanlarını tanımaya hevesli olan ve 'tehlikeli' olmayan biz 'yabancı'lardık.

Şüphesiz 'eski' Şam'ın yaşıyor olmasında bilinçli bir tercihten öte ülkenin kapalı toplum yapısını muhafaza etmesinin, bunun da ardında Hafız Esad'ın ölümünün üzerinden kısa bir süre geçmesinin ve onun Doğu blokuna, Batı alternatifi dünyalara yakın bir siyaset izlemesinin etkisi vardı. Ama İstanbul'da doğduğu mahalleyi on yıl sonra tanıyamayan bizim gibi gençler için Şam bir çocukluk hatırasıydı. Saf, sade, içten günlere duyulan özlem… Kâsiyun dağının eteklerindeki dar sokaklarda oynayan çocuklar, çevrilen ipler, atılan toplar, bayram günlerinde mahallelere gelen seyyar, el gücüyle çalışan dönme dolaplar... Ağır işleyen, baş döndürüp bıktırmayan bir hayat, sakin ve mütevekkil insanlar… O yıllarda Şam'a gelen Türkler, "Türkiye'nin 30 yıl gerisinde" diyorlar ve ülkelerindeki 'gelişmişlikle' iftihar ediyorlardı. Oysaki ben Şam'ın bu halini seviyordum. O yüzden lüks apartmanların dikildiği Mezze'yi, zenginleşen orta sınıfın yeni gözdesi Kefersûse'yi, yeni yeni çoğalan lüks otomobilleri, Şam'ın tek modern alışveriş merkezi City Mall'ü, lüks mağazaları, sayfiyelere inşa edilen villaları görmezden geliyordum.

Muhakkak geçen yılların değiştirdiği şeyler vardı. Evliya Çelebi'nin, İbn Battûta'nın vasfettiği Şam'ı görmek mümkün mü? Emevi Camii'nde İhya'yı yazan Gazzâli, hutbede konuşan İbn-i Teymiye, şehre nefes veren İbn-i Arabi, Halid-i Bağdadi yok. Şehrin pınarları kuruyalı, bağı bahçesi tarumar olalı çok oldu. Barada nehri artık cılız, ağaçlar soluk. İki katlı, cumbalı, ahşap kafesli evler bir bir yıkıldı. Kendi haline terk edilenler sur içinde, Babtuma'da ayakta kalma mücadelesi veriyor. Eski Yahudi ve Hıristiyan mahallelerinde iyi durumda olan konaklar lokantaya, kafeteryaya dönüşmüş, siyah-beyaz, krem-somon renkli Şam taşları, sedef işlemeli ahşap koltuklar artık yeni misafirlerini, turistleri ağırlıyor. Modernitenin tüm hücumuna rağmen Kudüs'teki, Trablusşam'daki, Mardin'deki gibi Şam'da da yıkılan kale sınırları içinde yaşayan bir 'eski şehir' var.
O zamanlar şehrin bu haline bile yetişebilmek benim için çok kıymetliydi. Şehre farklı kapılardan girip tüm mahallelerini gezebilmek, Kadir Gecesi'ni İbn-i Arabi Camii'nde idrak etmek, bayram namazını Emevi'de kılmak, Kerbela matemini Seyyide Zeynep'te yaşamak. Hatta Beşaret bayramını, Hz. İsa'nın veladetini, paskalyayı Babtuma'da müşahede etmek, kiliselerden yükselen Arapça ilahileri dinlemek…
#Sayfa#
Kerbela matemi

Şam, Ehli Beyt'e ve birçok sahabeye ev sahipliği yapan bir şehir. Gelme sebepleri ne kadar acı da olsa varlıklarıyla Şam'ı şerefli kılan Efendimizin torunu Hz. Zeynep ve Hz. Hüseyin'in kızı Rukiye, sahabelerden Bilal-i Habeşi burada metfun. Bir rivayete göre Hz. Hüseyin'in mübarek başları da Emevi Camii'nin avlusunda. Kerbela olayının ardından esir olarak Şam'a gelen, gördüğü herkese yaşadıkları zulmü anlatan Hz. Zeynep'in kabri belki de Kerbela'dan sonra matemin izlerinin en çok görüldüğü mekân. Burada Hz. Zeynep o gün olduğu gibi bugün de zalim ile mazlum, hak ile batıl arasındaki farkı anlatıyor.

Benim şahit olduğum matem yine acının, zulmün, haksızlığın insanları çepeçevre sardığı bir zamana denk gelmişti. 10 Muharrem 1424 (13 Mart 2003), günlerden Perşembe. Tam olarak Amerika ve İngiltere'nin Bağdat'ı bombalamasından bir hafta önce. Kara günler. Ortadoğu asıllı ve Müslüman olmayan Amerikalı ve İngilizler şehri çoktan terk ettiler. Sair Avrupalılar ise gidecekleri günü bekliyorlar. Diğer taraftan, günler öncesinden Lübnan'dan, Azarbeycan'dan, Kazakistan'dan, İran ve Irak'tan gelen Şiiler Seyyide Zeynep'in çevresindeki otellere, kiralık evlere, akrabalarının yanına yerleştiler. Yer bulamayanlar ise türbenin avlusunda hatta sokaklarda. Yatak yorgan, tencere tava, çoluk çocuk hepsi bir arada.

Türbe altın kubbesi, mavi çini süslemeli duvarları, gümüş renkli, ışıltılı tezyinatı ile İran zevkinin ürünü. Her daim yoğun olan türbenin içi Muharrem dolayısı ile daha bir kalabalık. Siyah çadorların içinde kadınlar ellerindeki dua mecmualarını okuyorlar. Secde mahallindeki Kerbela taşları her namazda matemi canlı tutuyor. Alınlarda 'Ya Zeynep', 'Ya Rukiye', 'Ya Huseyn' yazılı. Arapça, Farsça mersiyeler, dualar, ağıtlar, feryat figan, ara ara yükselen ağlama sesleri. Kimileri insanı hüzünlendirecek kadar içten, kimisi rahatsız edecek kadar yapmacık. Mersiyelerin konusu; Hz. Zeynep'in fazileti, Hz. Hüseyin'e olan sevgisi, maruz bırakıldığı eziyetler, her şeye rağmen zulme karşı direnişi, zalimlere, Yezid'e lanet. Türbenin demir parmaklıklarına yapışan, elini yüzünü süren kadınlar, uzun bir zincirle kendilerini türbenin demirine kilitleyen ve yere boylu boyunca uzanan, Hz. Zeynep'in esaretini hissedip, acılarına ortak olmak isteyen genç kızlar, olan biteni sükûnetle izleyen ve ilk fırsatta kendilerine ufak oyunlar kuran çocuklar…

Yatsı namazına müteakip avlu dışında büyük bir kalabalık toplanıyor. En önde ellerinde asaları, bellerinde kılıçları, yeşil sarıklı, Farisi yüzlü hoca efendiler. Arkada kefeni simgeleyen beyaz yelekler giyen, ağızdan çıkan lafızların şiddetine göre kılıçlarını kaldıran büyük kalabalık. Kerbela olayı ile Aşura günü vuku bulan diğer tarihi olaylar birleştirilerek yapılan ışıltılı, büyük gemi maketi üç beş kişinin omuzlarında. Ellerindeki meşaleler ile ortalığı aydınlatan bu kalabalık her adımda daha da çoğalarak -Hz. Hüseyin'in mübarek başının Şam sokaklarında dolaştırılmasının hüznü ve öfkesiyle- türbenin çevresindeki caddeleri, sokakları arşınlamakta. Çalınan davullar, yükselen tekbirler, Ehli Beyt'e salat ve selamlar. Dillerde kalabalıkların ortak sloganı; 'Bir ruh bid dem nefdîke Ya Huseyn' (Kanımız canımız sana feda olsun Ya Huseyn).
Avluda ise ayrı ayrı halka halinde toplanan genç, orta yaşlı erkekler. Başlarındaki kişinin talimatıyla göğüslere inen eller, sırtlara vurulan zincirler. Istırap çekerek Hz. Hüseyin'in acılarına ortak olma iştiyakı ya da Kerbela'da onu yalnız bırakmanın cezası, belki günahlara bir kefaret… Hareketler gibi ağızdan çıkan lafızlar da Yezid'e olan lanet de daha bir şiddetli. Ehli Beyt'e yakılan ağıtlar daha bir acı. Matemi anlamayanı, bu haline aşina olmayanı rahatsız eden hatta korkutan görüntüler. Bu yüzden dil kursundan tanıdığım Alman arkadaşım Elizabeth ve kardeşi korktular ve bir müddet sonra da mekânı terk ettiler. Biz dört arkadaş ise izdihamdan birbirimizi kaybettik. Ben, benim için en güvenli yere, türbeye sığındım. Bildiğim şekilde ziyaretimi yaptım, duamı ettim. Seyyide Zeynep'in yanı başına oturdum. Bir dua mecmuası alıp okumaya başladım. Okudukça, zihnim bulunduğum mekândan uzaklaştı, gözlerim ağırlaştı. Sabah ezanı ile uyandım. Namazın ardından avluya çıktığımda güneş yerlerdeki kan izlerini aydınlatmıştı. Sonra başından akan kanların lekelediği beyaz cellabiyeli bir adam gördüm. Adamın yanında, on yaşlarında olan oğlu var. O da bu hale oldukça aşina. Gördükleri onu korkutmuyor.

Âdet olduğu üzere avlunun bir köşesine ocak kuruldu, kazanlar üstüne yerleştirildi. Kesilen kurbanların etleri matemdekilere aş oldu. Tatlı, kurabiye, zerde dağıtıldı. O gün Kırk Muharrem için gelen Iraklıların neredeyse hiçbiri Seyyide Zeynep'in izini sürüp Hz. Hüseyin'e, Kerbela'ya kavuşamadı. Bir hafta sonra başlayan harp Sünni, Şii birçok Iraklıyı yerinden yurdundan etti. Etraftan duyuyorduk, Iraklıların zengini Ürdün'e fakiri Suriye'ye yerleşti diye. Sistemin çarkı döndü. Ürdün düzeyinde olmasa da Suriye'de de ev fiyatları arttı, hayat pahalandı. Durumdan rahatsız olan bazı Suriyeliler şikâyet etmeye başladı. Ama her şeye rağmen, Şam kendisini şerefli kılan Enbiya'nın, Ehli Beyt'in, ashabın, evliyanın, ulemanın varlığından devşirdiği ruhla, tarihte olduğu gibi bugün de mazlumları bağrına bastı.
BİZE ULAŞIN