"O söylediklerin iç savaştan önce vardı artık yok, Şam ve Kahire'de bulabilirsin o çarşıları, ama Şam'da olanları da Esad yıktı".
Beyrut, için yazılabilecek çok şey var ama hiçbiri şehri gezdiğinizde hissedeceklerinizin yanına yaklaşamıyor. Gizli sınırların, gözle görülür farklılıkların bir araya geldiği baş döndürücü bir şehir. 1 kilometrekarelik alanda savaşın izlerini taşıyan yıkık binaları ve dev rezidansları bir arada görebilirsiniz. Aynı anda hem bir Avrupa kenti hem de bir Ortadoğu şehri olabilen Beyrut, Araf'ta kalmak tanımına yeni bir boyut kazandırmış. Nüfusun yüzde 28'i Sünni, yüzde 28'i Şii, yüzde 22'si ise Hıristiyan. Geri kalanlar Rumlar, Dürzüler, Ermeniler ve Yahudiler. Devlet yönetiminde değişmez bir kural var. Cumhurbaşkanı Hıristiyan, başbakan Sünni, meclis başkanı Şii. Turist rehberlerinin bu şehri ziyarete gelenleri ilk götürdükleri yer, suikasta uğrayan Başbakan Refik Hariri'nin mezarı. Mezar bir çeşit türbe haline gelmiş. Refik Hariri'nin hemen yanında onunla birlikte hayatını kaybeden korumaları yatıyor. Hariri'nin izlerini bu şehrin her yanında görmek mümkün. Suikasta kurban giden Başbakan kendi yaptırdığı mavi kubbeli bir caminin hemen yanında istirahat etmekte.
Caminin yanında ise bir kilise var. Bir cami minaresiyle kilise haçını aynı kadraja sığdırmak isteyenler burada duraklıyor. İç savaşta yok olan şehir merkezi yeniden inşa edilmiş. Lüks mağazaların restoranların yer aldığı büyük meydanda Rolex yazılı saat kulesi ile hayal kırıklığı yaşıyorsunuz. Aynı hayal kırıklığı sahile indiğiniz zaman yerini derin bir hüzne bırakıyor.
Yeniden inşanın başrolünde Fransızlar var. 'Solidere' isimli şirketin her yerde imzasını görmek mümkün. Sahilde inşa edilen dev rezidanslarda genel olarak Körfez zenginlerinin ve Avrupalıların kaldığını öğreniyoruz. Büyük bir yat limanı da elbette bu görüntüyü tamamlıyor.
Sahildeki bu dev rezidansların arasında eski bir bina dikkat çekiyor. Üzerinde 'Stop Solidere' yazısı var. Aldığımız bilgiye göre otelin sahibi olan aile, binalarını Solidere'e vermemek için olağanüstü bir çaba göstermekteymiş.
Yazıyı görünce tüm Ortadoğu adına haykırıyoruz biz de; 'Stop Solidere!' Yat limanında bir grup genç kızla karşılaşıyoruz, bizimle fotoğraf çektirmek istiyorlar. Türkiye'den geldiğimizi söyleyince "Fatmagül'ün suçu ne?" diye soruyorlar. Verecek cevap bulamıyoruz. Ortadoğu'da Türk dizileri çılgınlığı devam ediyor belli ki.
Yaşlı bir adama eski çarşının nerede olduğunu soruyoruz. Antikacıları, kitap satan dükkanları, aktarları nerede buluruz diyoruz. "O söylediklerin iç savaştan önce vardı artık yok, Şam ve Kahire'de bulabilirsin o çarşıları, ama Şam'da olanları da Esad yıktı" diyor.
Beyrut'a yolunuz düşerse mutlaka gitmeniz gereken bir yer var. Jeita mağaraları. Mağaranın içine girdiğinizde büyülü bir hava sarıyor sizi. Fotoğraf çekmenin kesinlikle yasak olduğu mağaralardan biri üst tarafta, -ki yürüyerek gezebiliyorsunuz- diğeri de alt tarafta. Alttaki mağarayı küçük teknelerle gezmek mümkün. Nem, ısı, sarkıt ve dikitler, olağanüstü bir atmosfer. 'Dünya'nın Yedi Harikası' adayı Jeita Mağarası görenleri sarhoş eden bir yer.
Doğu Beyrut'ta yani Hıristiyan bölgesinde bir tepede dev bir Meryem Ana heykeli görüyorsunuz. Heykele ulaşmak için uzun bir teleferik yolculuğu sizi bekliyor. Teleferikle yaklaşık bin 200 metreye çıkıyorsunuz. Burası Harrisa Tepesi. Meryem Ana heykelinin hemen altında küçük bir kilise var. Duyduğumuza göre burası romantik çiftlerin nikâh için tercih ettikleri mekan.
Biblos, Beyrut'un kuzeyinde bir liman kenti. Tarihinin 7 bin yıllık olduğu tahmin ediliyor. Kent döneminin önemli ticaret limanı olarak biliniyor. Günümüzde bazı Lübnanlıların, nereli oldukları sorulduğunda "Fenikeliyiz" cevabı verdikleri söyleniyor. Turistik mekanları gezip Beyrut'un parlak mavi gökyüzünü gördükten sonra. Beyrut'un ikinci yüzü ile tanışıyoruz: Mülteci Kampları… İlk durak Burj El Barajna Mülteci kampı. Bu 1 kilometrekarelik kampta 24 bin kişi yaşıyor. Bunların 20 bini Filistinli, geri kalanlar ise Suriyeli, çok az sayıda da Filipinli var.
Mülteci kampı deyince aklınıza çadırlar veya barakalar gelebilir. Burası farklı, kamp zaman içinde bir gecekondu mahallesi olmuş. Üst üste yığılmış, araları en fazla bir metre olan evler bunlar. İlk gelenin tek kat yaptığı evlerin üzerine, artan sayı ile birlikte yeni katlar çıkılmış. Mimari bir düzen veya mühendislikten bahsetmek söz konusu değil. Su ve elektrik tesisatları dışarıda. Bu sorun çok kişinin ölümüne de neden oluyor. Musluktan akan su Akdeniz'den daha tuzlu. Filistinliler Beyrut'un suyu için şöyle diyor: "Bu suda balık bile yaşamayı reddeder!"
Kalanların hemen hepsi burada doğmuş, çocukları hatta torunları olanlar var. Lübnan'ın vatandaş olarak kabul etmediği, Filistin'e dönemeyen, hem iki vatanı varmış gibi olan ama aynı zamanda vatansız insanlar. Lübnan Hükümeti burada doğanlara bir belge veriyor, Filistinli olduklarını belirten… Ve en kötüsü 72 meslekten men edilmiş durumdalar. Şoförlük yapmaları dahi yasak. Tek yapabildikleri el arabaları ile bir şeyler satabilmek. Gün ortasında gece yürür gibi hissediyorsunuz mülteci kamplarının sokaklarında.
Başınızı kaldırıp gökyüzünü aradığınızda, yüzlerce kablo ile karşılaşınca gökyüzünün kafeslendiği hissine kapılıyor insan. Kampın hemen dışında bir eğitim yer var... Kampta yaşayan çocukların ders aldıkları, annelere hayatlarını devam ettirmek için el becerisi kazandıran bir yer. Suriye'den gelen yetimlerin anneleri ile buluşuyoruz. Eşlerini kaybetmiş oldukları halde hâlâ alyanslarını taktıklarını fark ediyoruz.
Yaşadıklarını dinlemek istiyoruz. Bu konuşmadan çocukların olumsuz etkilenebileceğini, dilerlerse çocuklar olmadan konuşabileceğimizi söylüyoruz. Bu teklifi büyük şaşkınlıkla karşılıyorlar ve annelerden biri şöyle diyor: "Her şeyi biliyorlar, her şeyi gördüler, bu konuşmalar onlar için normal." Bu kamplarda çocuk olmak, erken büyümek anlamına geliyor. Çocuklardan biri şiir okumak istediğini söylüyor. Şiir Selahaddin Eyyubi'ye olan özlemi anlatıyor. Tek kelime anlamadan, her şeyi anlamak tuhaf bir duygu.
'Sabra ve Şatilla', 'Burj El Barajna'dan daha eski bir kamp ve daha kalabalık. Çarşısı ve dükkanları ile daha canlı. 16 Eylül 1982'de gerçekleştirilen Sabra Şatilla katliamında büyük çoğunluğu kadın ve çocuk olan 3 bine yakın kişi katledilmiş. Büyük bir pazarın ortasında yer alan toplu mezarın etrafı kırık dökük duvarlarla çevrili. Rengi solmuş bazıları yok olmuş tabelalarda vahşetin soluk fotoğrafları var. Mülteci kamplarını bize gezdiren, bir yardım kuruluşunun yetkilisi oldu. Bu topraklarda doğmuş ve yetişkin çocukları olan bu adama vatanının neresi olduğunu soruyoruz. Tereddüt etmeden Filistinli olduğunu söylüyor. En büyük hayali hiç görmediği vatanına bir gün geri dönebilmek.
Ağırlıklı olarak Müslümanların yaşadığı Batı Beyrut'tan, Hıristiyanların yaşadığı Doğu Beyrut'a geçiyoruz. Ailesi Adana Kozan'dan tehcir ile Beyrut'a göç etmiş olan Kirkor'la Anadolu sohbeti yapıyoruz. Kirkor, Beyrut vatandaşı. Büyükannesinin ve büyükbabasının Beyrut'a geldiklerinde, geri dönmek umuduyla hiçbir mülk almadıklarını ve beklediklerini söylüyor. Tehcirin ilk kuşağından 'kırgınlar' diye bahsediyor.
İkinci kuşağın, ailelerinin yaşadıklarına derin bir öfke beslediğini söylüyor. Kendisini üçüncü kuşak olarak tanımlayan Kirkor, ilk kuşağın kırgınlığını, ikinci kuşağın öfkesini anladıklarını ama bir bedel peşinde koşmadıklarını söylüyor. Tatillerinin bir bölümünü Türkiye'de geçiriyor. Karadeniz bölgesine gitmiş, kendi memleket i olan Kozan'da gezmiş. "Bizden geriye bir şey kalmamış" diyor. Hrant Dink'i anıyoruz. Onun da Karadeniz'e gittiğini söylüyor. Kirkor sadece bir soru soruyor. Cevabını merak ettikleri tek bir soru olduğunu söylüyor: 'Acaba biz hâlâ memleketimizde olsaydık, nasıl bir yaşamımız olurdu? Nasıl bir Türkiye olurdu?'
Bu sorunun cevabını asla bilemeyeceğiz ne yazık ki!
Beyrut sokaklarında gördüğünüz ağır silahlı askerler siyasi havanın hâlâ hareketli olduğunun bir kanıtı. Henüz eski yaraları kapanmadan yeni bir iç savaşa sürüklenmenin riski ile karşı karşıya olan bu ülkeyi her şeye rağmen görmek gerek.