SES, SÖZ, SEVGİLİ

Ahmet Özhan 13 Aralık 2024, Cuma

Hangi saha olursa olsun, ahengin olmadığı yerde feyiz olmaz. Varlık âlemi bir an bile ahengini bıraksa her şey birbirine girer. İnsanda bir kromozom eksik olduğunda nasıl bir anomali çıktığını biliyoruz. Haşr Suresi 24. ayette geçen "Hâliku'l- Bâriu'l-Musavvir" lafzı, varlığın mahiyetini okuyabilmek için bu anlamda çok büyük bir şablondur.

Örneğin, cehrî zikirde esmaları söylerken bir ritim ekseninde hareket ediyoruz. Esmalar okunurken büyük bir senkronizasyon olması gerekiyor.
Müzikte de ritim, söz ve melodi senkronik ilerlemek durumunda, prozodi bu şekilde olur. Notaların, aralıkların ve ölçülerin senkroniye olmasıyla ortaya çıkıyor armoni. Müzikte esler, yani birtakım bekleme süreleri var. Yani istediğimiz zaman üfleyemiyoruz, söyleyemiyoruz, çalamıyoruz. Bu bizi bir disipline sokuyor, terbiye ediyor. Çünkü nefis bunun tam tersini ister; hep sahip olmalı, hep söylemeli, hep üflemeli. O her zaman hareket halinde kalmak ve göz önünde olmak istiyor. Orkestralarda bir vurmalı saz vardır; sürekli vurmaz, uzun süre bekler ve zamanı geldiğinde vurur. Varlık âleminde de her şeyin bir zamanı vardır, o zamanı bekler. Dolayısıyla fıtrat senkronizasyon üzeredir ama nefisler armoniyi, ritmi bozmak için gayret eder.

İlişkilerimizde de durum böyledir. Karşımızdaki konuşurken dinlemeden lafa girmek, "O öyle değil, böyle" demek ihtiyacı nefsin tipik bir huyudur. Efendimizin en mümeyyiz vasıflarından biri, söyleneni bildiği halde kimsenin lafını kesmemesidir. İlk defa duyuyormuş gibi dinler, üstelik de karşı tarafı mutlu etmek için. Öteki de "Beni algıladı, takdir etti, değerlendirdi" duygusuna kapılır. Mesela bir çocukla karşılaştığında onu ayakta karşılıyorlar. Çocuk ona bir şeyler söylerken Efendimiz onunla göz göze gelecek şekilde eğilerek dinliyor ve cevap veriyor. Çocuk kendini önemli algılıyor.
Kendisine bu tarz muamelede bulunulan bir çocuk özgüvenli yetişir.

İşte dinin lezzeti bütün bu anlattıklarımızda, ayrıntılarda gizli. Din aslında bir iletişim sanatı. Her izafi objenin kendine göre bir hukuku var. Yolda giderken bir taş gördüğünde ona tekme atmak hukuku hiçe saymaktır. Başkasına zarar vermesin, ayağına çarpıp acıtmasın veya tökezletmesin diye onu nazikçe alıp kenara koyman lazımdır.

Çiçek toprağında güzeldir, yaprak dalında güzeldir. Onu anlamsız ve gereksiz bir şekilde koparırsanız hukukunu çiğnemiş olursunuz. Hayvanata şefkat göstermemiz, onları beslememiz, onların sağlığını gözetmemiz lazımdır. Cenab-ı Hak, hayvanatı ve nebatatı insanlara fayda temin
etsinler diye yaratmıştır fakat bu fayda temininin de bir usulü vardır. Hayvanların emzirmekte olan, hamile olan, çiftleşme döneminde olan veya küçük olanını değil, artık olgunlaşmış ve de biz ondan istifa etmezsek ölüp çürüyecek, hiçbir işe yaramayacak olanlarını avlama veya yeme ruhsatı verilmiştir. Denizlerde de öyle, karalarda da öyle. Gereksiz yere ormanları katleden, zevk için hayvanları kesenlerin sonlarının hiç iyi olmadığına şahit
olmuşuzdur.

İnsan, Allah'a yolculuğu şartlı refleksle değil şuurlu bir seyirle gerçekleştirme kabiliyetinde olduğundan dolayı yaratılmışlarının en şereflisidir.
Bu şuurlu idrak yolculuğunda Cenab-ı Hakk'ın ahenk içinde yaratmış olduğu bütün mahluka yani sisteme, sistemin hukukuna, bir anlamda "hukukullah"a saygılı olmak icap eder. İşte bunun farkındalığı, Efendimizin "Bana eşyanın hakikatini göster" duasıyla işaret ettiği hakikatte
gizlidir. Buna uygun bir hayat yaşamak da, Cenab-ı Hakk'ın bütün varlığı yaratmasındaki muradı tahsil etmekle mümkündür. Bu şekilde sisteme entegre olur ve Allah indinde makbul kullar oluruz.

Hz. Mevlânâ'nın çağrısı doğru anlaşılmıyor

İşte bu idrak yolculuğunda Cenab-ı Mevlânâ'nın "Gel, ne olursan ol yine gel" sözü maalesef yanlış anlaşılıyor. Hz. Mevlânâ'nın bu sözünden muradı, durumundan utanarak "benden bir şey olmaz, ben iflah olmam, ben çamur içerisindeyim, pisliğe battım" gibi düşünerek insanların gelmekten imtina etmemesidir. "Bizim ummanımı temizleyicidir, arıtıcıdır. Gel ama bize benze, bize uy, bizim gibi temiz ol" diye çağırmaktadır. Sözü doğru anlamakta fayda var. Burada "geri gel" manası da var tabii; yani "fıtrata dön" şeklinde bir davet var burada. "Ama buna yardımcı olmak için sen bizi seç, biz sana yardımcı olacağız"buyuruyor aslında. Biz vurgusu da Muhammedîliktir, İslam'dır. Bugün özellikle fıtratla ilgili çıkarılmak istenen tartışmaları doğru
anlamalıyız.


Fıtrata uygun yaşamak

Lut kavminin başına neler geldiğini Kur'an-ı Kerim'den okuyunca, İslam'ın LGBT konusundaki tavrını net bir şekilde kavramış oluruz. Zaman zaman psikolog arkadaşlarımla görüşüyorum. LGBT'yi ihtisas konusu yapan bir psikolog arkadaşım, eşcinselliğin fiziksel bir hastalık olmadığını ve genetik sebeplerden kaynaklanmadığını düşünüyor. Kişide, çocukluğundan beri ailevi dengesizlikler yüzünden oluşan psikolojik bir dışa vurum olarak değerlendiriyor ve şöyle açıklıyor: Eğer bir ailede anne dominantsa erkek çocuğu anneye özenir. Baba adalet terazisine riayet etmeyecek derecede dominantsa ve çocuğuna şefkat göstermezse yine çocuk anneye sığınır. Bu sefer çok feminen bir psikoloji içerisine girer çocuk. Babaya yakın olamamanın verdiği boşluğu doldurmak için zaman içerisinde erkeklere yakın olarak başka türlü bir tatminin peşine düşer. Bu hali tetikleyen ailedeki dengesizliklerdir.

Eşcinsellik tedavi edilebilir bir psikolojik tabanlı hal olduğundan dolayı, bütün dünyada eşcinselliği tedavi etmek gayreti olanların muayenehanelerini kapatıyorlar, üniversitelerden çıkartıyorlar ve işlerini engelliyorlar. Çünkü dünyanın varmak istediği nokta cinsiyetsizlik.

Dünya Sağlık Örgütü maalesef eşcinsel terapileriyle onların doğal hallerine, fıtrata dönmelerini sağlayacak olan hareketlere karşı duruyor. Ve
cinsiyet değiştirme ameliyatları konusunda devletlerin kesinlikle buna izin vermemeleri öneriliyor. Burada bir ayrıntı var: Eğer fizyolojik olarak hem
kadın hem erkek üreme organı taşıyan bir kişi söz konusuysa; hangi psikolojiye daha yakınsa ameliyatla uygun bir fizyolojiye kavuşturulabilir. Bu gerçektir, bu geçerlidir. Fakat tamamen psikolojik sapmalarından dolayı "Ben kendimi erkek hissediyorum, kadın hissediyorum" diyerek yapay organ ameliyatlarıyla cinsiyet değiştirilmesi tamamıyla bir cinayettir.

Buna mümasil estetik ameliyatlar söz konusu olduğunda, insanlara daha güzel görünme kaygısıyla müdahale ettiriyor ise bu da caiz değil. Ama daha sağlıklı yaşayabilmesi için fizyolojik olarak icbar eden bir hal varsa, mesela burnundaki kemik dolayısıyla sağlıklı nefes alamıyorsa, estetik ameliyatı olmasında bir sakınca yok. "Burnumu kaldırayım da ben daha cazip olayım, daha tercih edilir olayım" diye değil. Bir savaşta, sahabelerden birinin burnuna kılıç denk gelmiş ve kılıç burnunu götürmüş. Hem görünüş hem de sıhhi açıdan mahsur teşkil edeceğinden dolayı sahabe gümüşten bir burun yaptırmış. Efendimiz ona "Keşke altından yaptırsaydın" demiştir. Yani suni bir burunla gezmesini onaylamıştır.

Saç boyasında dahi tabiatındaki esas renk neyse o renge boyayabilme ruhsatı verilmiş insana. Mesela Efendimiz bazen kına yakardı saçlarına. Kına antiseptik bir tesir sahibi olduğundan dolayı ve kurban edilen hayvanlara da kına yakıldığından dolayı, "Ben Allah yolunda kurbanım" anlamı
taşıyan bir şekilde kına yakılabilir. Bunun bir de böyle bir manevi göstergesi vardır ama erkeklerde de kadınlarda da kendi asli rengi ne ise saçını o renge boyamasında bir mahsur görmemişlerdir. Aksi takdirde, çekici veya genç görünme kaygısıyla yapılan estetik müdahaleler, olgunlaşma yolunda olan bir ruh için doğru bir davranış biçimi değildir. Halimiz neyse o halimizi içselleştirmek ve ona razı olmak durumundayız. Ve elbette dünyayı ve yaşadığımız zamanı anlamaya çalışmalıyız.

Dünyayı nasıl anlamalıyız?
"Dûn", kök anlamı itibariyle "en aşağı" demektir. Bu aşağılık halde nefisler çok galip. Gerçek dünya, eşyayla ilişkideki hukuku, hukukullahı tesis etmek durumunda olduğumuz yerdir. Yaratılış deyince biz tümel varlığı anlıyoruz ve bu makro evren içinde dünya nokta bile değil. Dünyayı madde olarak
değil, Cenab-ı Hakk'ın yaratış muradındaki olgu olarak anlamaya gayret etmek lazım. Dünya, Cenab-ı Hakk'ın sonsuz ilminin hikmetlerle, kudretle açığa çıkmış olduğu bir kavram olarak algılanırsa, daha güzel bir manaya açılmış oluruz.

Biz dünyada, Allah'taki halimizin haricinde bir varlıkmışız gibi, birtakım kendi düşünce ve hislerimiz var gibi düşünüyoruz ya, bunların hepsi nefsimizin
işin içerisine girmesinden kaynaklanıyor. Varlık kokusu almamış olan sırf Allah'taki halimiz. Varlık kokusunun, sadece Cenab-ı Hakk'ın ilmindeki halimiz olarak anlaşılması lazım. Ne olursa olsun varlıkta bir dualite vardır. İşte o dualitenin olmadığı hal, o ikiliğin olmadığı hal; varlık kokusu almamak bu. Mesela sizin yavrularınız var; onlar sizdeydi, o varlık kokusunu almamışlardı. Sonra bir izdivaç neticesinde açığa çıktılar ve varlık oldular.

Yani kuvvede her şey var, fakat fiile intikal etmediği müddetçe varlık kokusu almış değildir. O da Cenab-ı Hakk'ın "ceberût alemi" diye isimlendirilen ıstılah-ı diniyede, bütün kudretin ve bütün ilmin, bütün hikmetlerin var olduğu bir tekillik. Orada her şey var ama varlık kokusu almamış. Melekut boyutu, şuhud boyutu gibi indirgendikçe varlıklar ortaya çıkıyor.

"DERVİŞ, İRFANI KADARDIR" CÜMLESİNDEN MURAT
İrfan, bizdeki potansiyeldir. O potansiyel ne kadar işlenirse, irfan o kadar açığa çıkar. Yani Cenab-ı Hakk'ın vermiş olduğu bir lütuftur irfan. Ama bizim çalışmamız, şuurlu bir şekilde o istikamette gayret sarf etmemiz, itimat ederek, samimi olarak ve devamlılık içerisinde olduğunda o potansiyel açığa çıkar. Bir kapasitemiz tabii ki vardır. O kapasiteye ulaşınca zaten siz miraç etmiş olursunuz, kemale ermiş olursunuz, sorunlar ortadan kalkmış olur.

"KİŞİ SAÎD VEYA ŞAKÎ DOĞAR" BAHSİ
Kişinin esas potansiyelinde ne varsa netice oraya gider. Bu potansiyeller yaratılmış değildir. Cenab-ı Hakk'ın zatiyetinde zatî olarak vardırlar. Bunlara biz hikmet diyelim. O hikmet bir şekilde açığa çıkacaktır. Daha fazlasına aklımız ermez. "Bu niye böyle, bunu niye böyle yaptı?" dersen bu, Allah'a hesap sormak gibi olur. O ne murat ettiyse zaten hep o olmuştur.

Saîd ve şakî meselesinde, bir şey olumlu devam ettikçe eder fakat onun hakikati olumsuzluk içeriyorsa günün sonunda olumsuzluk zuhur eder ve galip gelir. Veya olumsuz gördüğümüz bir durum da günün sonunda olumluya evrilebilir. Biz, Allah'a talip olan insanlar, hiçbir şeye sonuna kadar olumlu veya sonuna kadar olumsuz bakma lüksüne sahip değiliz. Teenni içerisinde yani dikkatli durmamızda fayda vardır. Neyin ne olacağını tam manasıyla sadece Allah bilir.

KIYAMET VE AHIR ZAMAN
Kıyamet vaktine yakın olduğumuzun en büyük delili Efendimizin ahir zaman peygamberi olmasıdır. Efendimiz gelmiştir, artık son dönem söz konusudur. Zamanını bilmek mümkün değil ama fiziki ve ahlaki belirtiler itibariyle birtakım deliller mevcuttur. Son vahiy olan, "Bugün sizin için dininizi kemale erdirdim. Size nimetimi tamamladım ve sizin için din olarak İslâm'ı seçtim" ayeti inzal olduğunda Hz. Ebu Bekir hüngür hüngür ağlamaya
başlamıştır. Neden ağladığını soruyorlar kendisine, "Duymadınız mı, nimetimi tamamladım" diyor. Yani "vahiy bundan sonra gelmez,
Efendimizin görevi bitti, onun dönüşü söz konusu artık."

Efendimiz nebilerin hatemidir. Bundan sonra vahiy gelmeyecektir. Ve nasıl ki Efendimizin işi bitince 63 yaşında, genç yaşındayken, sakalında birkaç beyaz varken, "ircıî" emrine imtisalendöndü; o zaman alem de son vahiyden sonra artık bitişe doğru süratle gitmektedir. Bunun da adı kıyamet. Şöyle veya böyle, şu zaman veya bu zaman; artık bundan sonra çok fazla ümit yok. Elimizi çabuk tutalım.

KUR'AN-I KERİM'DEKİ "BİZ" ZAMİRİNİN HİKMETİ
Kur'an-ı Kerim'de sıkça geçen "Biz" zamiri, Cenab-ı Hak isim ve sıfatlarını kasteder. "Ben" dediği zaman hükmünü kasteder. Bir şeyin oluşmasında Cenab-ı Hakk'ın sıfatları ve sonsuz esmasının açığa çıkışı söz konusudur. Burada kendine ait bu izafi yani görece çokluğu "Biz" olarak ifade eder. Yanı sıra meleklerini kasteder. Yanı sıra yaratmış olduğu bütün varlıkları kasteder. Yani buradan da bize şöyle bir çıkarsama yapma imkânı doğuyor: Her şeyin O'na ait olduğunun bir başka delili de O'nun "Biz" demesi. Kendinden başka bir şey yok. Ahad. Kendinden başka bir şey olmadığı için başkalarını kastetmesi söz konusu değil. Sadece kendi zatından açığa çıkan izafi çoklukları "Biz" diye ifade buyurur. Ama "Ben" dediği zaman bütün bu çokluklara hükmeden zatını ve iradesini kasteder.

İnsanların, "ben" demek için, bütün varlıkta kendisini görebilmesi yani bütün varlıkla barışık olması lazım gelmekte. Ve bütün varlığın hukukunu temin
edebilecek bir algıya, olguya ve eylem kabiliyetine sahip olmak lazımdır. Bunun haricinde "ben" diyen herkes şirke düşer, nefsaniyetini ortaya koyar.

X
Sitelerimizde reklam ve pazarlama faaliyetlerinin yürütülmesi amaçları ile çerezler kullanılmaktadır.

Bu çerezler, kullanıcıların tarayıcı ve cihazlarını tanımlayarak çalışır.

İnternet sitemizin düzgün çalışması, kişiselleştirilmiş reklam deneyimi, internet sitemizi optimize edebilmemiz, ziyaret tercihlerinizi hatırlayabilmemiz için veri politikasındaki amaçlarla sınırlı ve mevzuata uygun şekilde çerez konumlandırmaktayız.

Bu çerezlere izin vermeniz halinde sizlere özel kişiselleştirilmiş reklamlar sunabilir, sayfalarımızda sizlere daha iyi reklam deneyimi yaşatabiliriz. Bunu yaparken amacımızın size daha iyi reklam bir deneyimi sunmak olduğunu ve sizlere en iyi içerikleri sunabilmek adına elimizden gelen çabayı gösterdiğimizi ve bu noktada, reklamların maliyetlerimizi karşılamak noktasında tek gelir kalemimiz olduğunu sizlere hatırlatmak isteriz.