Başkanlığını deruhte ettiğim Türk Tasavvuf Musikisi ve Folklorunu Araştırma ve Yaşatma Vakfı'nda bir gece yazar, şair, akademisyen dostlarla "ötekisizlik" kavramı üzerine sohbet ediyorduk. Fakir, bugün İsrail'in Gazze'de işlediği akılları durduran soykırım örneğinden yola çıkarak "öteki" mevhumunun tamamen bir yanılsama ve şartlanma olduğunu arz ettim.
"Benim müziğim", "benim ülkem", "benim toprağım" hatta "benim dünyam" gibi… Bütün bunlar şartlanma. "Benim" diye bir yere kaydediyorsun. Beyin veri tabanı da bunu "benim" diye fokusluyor ve sen o objeyi düşündüğün zaman "benim" diyorsun. Onun haricindeki her şey "öteki" oluyor. "Benim" şartlanması a'yân-ı sâbitenin karakterinde var. Çünkü Muhyiddin İbnü'l-Arabî sultanımızın ifadesi itibariyle Zat-ı İlahi'ye zatiyetten hayat talep eden bütün ilmi suretler, "Beni bu halimle var et, bana hayat ver, vücut ver" teklifinde bulundular. Cenab-ı Hak da onlara "Mademki talebiniz bu, o şekilde sizi var ederim" dedi. Bundan dolayıdır ki insan fıtratında bir "ben" duygusu var. Terkibin fıtratında var ama Cenab-ı Hak bundan razı değil. O; "ben" diyen bütün ilmi suretlerin "Hu" demesini murat ediyor. Onun için din var, nebi var, resul var ve onun için veli ve mürşit var.
A'yân-ı sâbitenin "ben talebi" varken, Esma-i İlahiyenin tekil olarak "ben varken ötekine ne gerek var" genetiğine sahip olduğu yine İbnü'l-Arabi Hazretlerinin Fusus'ül Hikem adlı eserinde geçer. Tabii bu böyle olmakla birlikte Cenab-ı Hakk'ın sisteminde iktidarın sadece ve sadece "Hu"da olduğunu kabul ve itiraf ile bu yolda ıstıfa olmak, Mustafalaşmak yani ben duygusundan arınmak kaygısı var. Eğer Mustafalaşamazsan, yani ıstıfa ile seyr ü sülûktan geçmezsen, ben ve benim iddialarıyla şirk-i hafî ve şirk-i cehri çukurunda debelene debelene bu âlemden geçer gidersin ve kaybedersin. Çünkü bir imtihan olarak Cenab-ı Hak onu hem halk etmiş, yaratmış,
var etmiştir; hem de bunun tashih edilmesini murad etmiştir. Bu arızi durum yaratışta -hâşâ- bir hatadan dolayı değil bir imtihandan dolayıdır. Sistem bunun üzerine kurulmuştur. Burada muhatap en üst sırada eşref-i mahlûkat olan insandır ve insana yakışan bu arınma metodolojisini yaşam biçimi olarak algılayıp Mustafalaşmasıdır. Mustafa olmadan ötekisizlik lezzetini, algısını, olgusunu eyleme çevirmek mümkün olmaz.
Bugün Ömer adıyla bir TV'de uyarlaması yayınlanan ve Ortodoks Yahudi toplumunu anlatan Shtisel dizisinde bir haham talebesine "Sen dağa gitmezsen, dağ Muhammed'e gider" diyordu. Senaryoyu, diyaloğu yazan da işin farkında aslında.
"Sen dağa gitmezsen, dağ Muhammed'e gider."
Neden?
Çünkü dağın fıtratında da Mustafalaşmak yeteneği var, çevre etkisinden kurtulursa o dağ fıtratının gereğini yapacak ve ıstıfanın, arınmanın en kâmil örneği olan Muhammed Mustafa'ya gidecek. Yazan işi biliyor ama kendi "ben duygusu"ndan geçemiyor, "Aman ha" diyerek uyarıyor talebesini. Dağı da biliyor, adamı da biliyor ama işine gelmiyor, çünkü kendi inanç sistemindeki "öteki" ayrıştırması kategorik değil, ontolojik. O yüzden bu kadar vahşi bir soykırım dehşetini şehvetle işleyebiliyorlar.
Daha evvel arz etmiştim; bizim mahlukattaki farklılığa bakışımız kategoriktir, ontolojik değildir, çünkü vucûd yani varlık tektir ve tecezzi kabul etmez, yani cüzlere, parçalara ayrılmaz, bölünmez; farklı görünen zatiyetten varlık talep eden Esma-i İlahinin ilmi suretler halinde açığa çıkışından ibarettir.
İşte o yüzden insan da dağ da öz itibariyle birdir ve kendi özü ile baş başa kaldığında, Mustafalaştığında dağ da insan gibi Muhammed'e gider.
Bu kadar basit.
Hucûrât diye bir şey yok
Ayrılık Yaman Kelime kitabını fakir ile sohbet ederek kaleme alan gazeteci kardeşim Ahmet Tezcan "Hucûrat Suresi'ni de bu nazarla mı okumak gerekiyor?" diyerek, "Şüphesiz sizi bir erkek ile bir dişiden yarattık, tanışasınız diye sizi kavimlere ve kabilelere ayırdık…" diye başlayan 13. ayete atıfta bulundu.
O ontolojinin anatomisi. Bununla alakalı değil. Sonra o yaratılış biçimi içerisinden soyut bir kavramlaşma oluşuyor. Onu oradan çözebilmek, seçebilmek lazım. Öteki ontolojinin anatomisi. Varlığın, vücudun anatomisi. "Öyle yaptım" diyor ama "Gittim, dillerini öğrendim, onlarla yaşadım, anladım, geldim" dersen affedersin ama mal gibi gelmiş olursun huzuruna. Ne anladın birader? Bunun arkasındaki oluşum neydi? Ben ne demeye çalıştım? Niye ayrı ayrı yaptım? Niye sizden illâ "Hu"yu bekledim. Onun için o çare değil.
Çare kesretteki vahdeti bilmek, algılamak ve onunla evvela ayne'l-yakīne bütünü seyretmeye çalışmak ve sonra hakke'l yakine erişmekte. Ben diyen de aslında kendisi, çünkü hakikatte mahlûkun beni söz konusu değil. Mahlûktan açığa çıkan, mahlûku bir platform olarak kullanıp ben diyen kendisi. Hakikatte "Hucûrât" yani hücreler, cüzler diye bir şey yok. Mesele işte bu kıvama gelebilmek. "Cübbemin altında Allah'tan başkası yoktur" diyen Bayezid değildi ki, kendisiydi; Bayezid bir isimden ibaretti. Bu kıvam ötekisizliğin miraç noktası. Buna çalışmak lazım.
Ve söz bu noktada Kuantum Potansiyel meselesine geldi. Biliyorsunuz seküler bilim CERN'de yaptığı gibi deneylerle nihayet "Varlık tek ve tümeldir, parçalanmaz" noktasına ulaşabildi. Evet, artık seküler bilim de "Tekil-Tümel-Varlık" noktasına geldi, panteizm çöktü, ama bu söyleyiş ve algılayış biçimi ruhsuz bir beden gibidir. Çünkü öznesi yok. Öznesi olmayan cümlenin anlamı olmaz. Anlam olmazsa, gerisi kuru gürültü, ruhsuz beden, ölü ceset…
Kuantum Potansiyel'i bu konuştuğumuz çerçevede İbnü'l-Arabi Hazretleri'nin işaret buyurduğu istikamette kullandığımızda ruh kazanır ve o zaman "Potansiyel" Vahdet'e dönüşür. Böyle tekil-tümel bir sonsuzluk ama öyle bir sonsuzluk ki varoluşun bütün malzemesi içeriğinde mündemiç yani onun özünde bütün mahlûkatın, bütün türlerin sıfırdan sonsuza kadar ihtiyaç duyduğu ne
var ise hepsini hâvî bir potansiyel. Yani "Kün" emriyle zatın aksi olan, aksetmesi, yansıması olan vahdeti işaret ediyor. "Vahdetin yanında Kuantum Potansiyel nerededir?" diye soruyorum. Orada bir gelenek sunuyorum. Onu karşılıklı konuşturarak, soru cevapla. Aslında ikisi aynı şey… Onlar bir şeyi kastediyor ama doğru dürüst söyleyemiyor. Çünkü söylediklerinin ruhu yok. Hep cesetten bahsediyorlar.
"Kelebek etkisi" diye bir şey var ya burada bir kelebek, güvercin kanat çarpıyor. Atlantik'te dalga çıkıyor. Varlıkta boşluk yok. Parçaların haricinde boşluk yok tamamen bitişik. Tümel yani. Tekil-tümel diye üstüne basmam günün ifade biçimi olarak bu nedenledir. Buradaki izafi zerratın hareketi eklektik olarak Atlantik'te dalgaya dönüşüyor ve burada bütün manalar gizli. Tüm hareketler, manalar ortaya çıkabiliyor. Seküler ilim de aslında vahdeti yakaladı ama ne olduğunu bilmiyor. Amerika'yı Kristof Kolomb buldu ama Amerika olduğunu anlamadı, Hindistan zannetti. Onun bulduğunun yeni bir kıta olduğunu Amerigo Vespucci fark etti, kıtaya onun adını verdiler, Kolomb yanılgısıyla göçtü gitti. Seküler bilimciler de Kuantum Potansiyel ile vahdete çok yaklaştılar ama onun farkında değiller çünkü din ilmiyle, ontoloji ile alakaları yok. Hâlâ ayrıştırma derdindeler, din ile ilmi ayrı zannediyorlar. Oysa Varlık tektir, tümeldir, öyle ise ilim de tektir, tümeldir ve Kuantum Potansiyel, Zat'taki âlim sıfatının açığa çıkışından ibarettir. Bunu bilseler, daha doğrusu bunu kabullenebilseler çok daha fazla istifade ederler. O sermayeyi de kendilerine alırlar ve netice itibariyle kuantum potansiyelinin bir gün vahdet inancı olduğunu keşfettikleri an belki güneş Batı'dan doğacak. Ben böyle düşünmeyi tercih ederim.
Ötelerdeki tanrı
Bu noktada akademisyen bir kardeşimiz "Jose Rodrigues Dos Santos roman tarzında kendi bulduğu bilimsel hakikatleri yazan bir yazar. Tanrı Parçacığı diye bir kitabı var. Kitapta kuantum, küçük evren, mikro kozmostakilerin kendince tanrıyla bağlamını yaptığı bölümler var. Okurken tasavvufi şeyleri algılamamda bana yardımcı olmuştu." dedi.
Senin anlamana yardımcı olur evet ama kendisine faydası olmaz, çünkü sende olan onda yok, zira seküler ilmin dini olmaz, o ilim somut bir şeydir, sezgisel değil, deneyseldir. O kitapta bunlara başta tabii ki bir değinme var. "Yarattıkları mı yoksa ta kendisi mi?" ifadesi var orada. Ne yarattıkları, ne kendisi… Bir kere tanrı dediği zaman varlıktan ayrı bir bilim olarak ortaya koyuyor. Bu meseleyi kökten olumsuza götürüyor. O anlamda tanrıya karşıyız biz. Ötelerde bir potansiyel tanrı, oradan müdahil olan bir tanrı… Yok öyle bir şey. Varlık da kendisi olanın murat ettiği kadar açığa çıkışıdır ama burada öteki yoktur.
İşte yaşayan akıl sahibi insan; bunu kavrayarak yaşam alanındaki izafi objelerin aslında o üstün varlıktan ayrı olmadığını ama hiçbirinin onu kemal ile tarif etmeye muktedir olmadığını kabul eden insandır. Ve o aşkın varlık bütün izafi bilimselliklerle maksadını aşikâr etmektedir. İşte "İkra" bunun okunmasıdır. Efendimize bu söylendi. "Sistemi oku, varlığı oku, niteliğini, niceliğini, buradaki sünnetullahı, adetullahı oku." Böyle anlamak lazım… Bunlar için üstün bir şuur ve yönetici, yaratıcı bir tanrı var ama bir yerlerde o. Onun için o topa girmeyeceğiz. Hiçbir şeye "O" demeyeceğiz ama her şey O'nda, O'nunla. Bunu kavramak için evvela Allah'a Seyir, sonra Allah'ta Seyir, daha sonra Allah'la Seyir. Bu çok açıklayıcıdır. Allah'a Seyir, tanrıdan kurtulmaktır. Ötede öyle potansiyel olduğu zehabından, ötede olan tanrı düşüncesinden kurtulmaktır. Allah'ta Seyir ise Cenab-ı Hakk'ın esma ve sıfatlarına bürünerek onu tanıma seyridir. Onun ahlakı ile ahlaklanma seyridir. Allah'la Seyir onun ahlakından ahlaklandıktan sonra artık Hadis-i Kudsî'de söylendiği gibi "Ben onun işittiği kulağı, gördüğü gözü, tuttuğu eli, yürüdüğü ayağı olurum" şekline bürünmektir. İşte o Allah'la Seyir.
Bütün meseleyi bu şekilde formüle ederek, vahdeti ve ötekisizliği kavramak lazımdır. Daha Allah'a Seyire girmemiş sadece "tanrı tapıcı" olan bir kişinin ötekisizliği kavrayabilmesi mümkün değildir. Ötekisiziliğin kavranması ancak tevhid ve vahdet algısıyla, olgusuyla ve eylemiyle ortaya çıkar.
Taşrayı oluşturan şey şartlanmalarımız, zaaflarımız, sanılarımız, hatıralarımız, duygusallıklarımızdır. Taşra bunlardır. Yoksa taşra bir mekân değildir. O mekâna senin verdiğin sıfat çünkü senin alışık olduğun şartlandırmalardan dolayı "benim" dediğin ortamın haricinde her yer senin için taşradır. Çünkü sende hatırası yok. Varlık âleminde taşra diye bir şey yok. İllâ Hu, illâ Hu!
Aslanlı babalar
Lacivert Dergi Genel Yayın Yönetmeni şair kardeşim Mustafa Akar bir hatırlatma yaptı ve "İbnü'l-Arabi Hazretleri seyr ü sülûkta ilerledikçe yabani hayattaki hayvanların ondan kaçmadığını fark ediyor. Bu arz ettiğiniz meselenin kozmosla birleşme, onunla bir olma, vahdeti yakalama durumu sanırım" dedi.
Nakşibendi yolunun son ulularından, Medine'de medfun Mahmut Sami Ramazanoğlu Hazretleri'nin torunu Mahmut Sami Ağabey'i hatırladım. Allah selamet versin. Sami Efendi Hazretlerinin İstanbul'da olduğu ve torunu ile aynı mekânda bulundukları dönemde evde aslanlar, yılanlar görürmüş Mahmut abi. "Ben o aslanlara binerdim, yılanlarla oynardım ve bunu çok tabii olarak karşılardım. Her evde böyledir, her evde aslanlar yılanlar olur zannederdim. Sonradan anladım ki bu bizim eve mahsus bir şeymiş. Bizimle değil, dedemle alakalı bir şeymiş." diye anlatırdı bize.
Nutk-u Şerifleri ile meşhur mutasavvıf şair Zekai Bey de Mahmut Ağabeyin çocukluğunda gördüğü aslanlar ve yılanlar ile yaşar, aslana biner, yılanı ip gibi kullanır eve öyle gelirmiş dağdan bayırdan. Fakat hazretin hanımı son derece celalli... Efendi hazretlerini fiziki olarak hırpalıyor. Efendi sesini çıkarmıyor. Bir gün Zekai Bey ormana gitmiş, odun kesmiş, odunları yılana sarıp denk etmiş, bir kısmını da aslanın üzerine koymuş, evde yakılacak, ocak uyandırılacak, gelmiş eve. Tabii yılanlar etrafı sarmış. Hanımı valide sultan, "Yine mi bu pis mendeburları getirdin?" diye fırça atmış. Yeniçeri ağası da efendi hazretlerinin dervişi, devasa bir adam, efendiyi ziyarete gelmiş. O da orada. Derken valide iyice celallenmiş, efendiye tekme tokat girişmiş. Yeniçeri bir bakmış efendi hazretleri merdivenlerden paldır küldür iniyor. Sıyırmış yatağanı belinden, "Benim efendime kim bu hareketi reva gördü" diye. Valideyi kesecek. Efendi yerden kalkmış, "Sus, yapma, sakın! Evladım, bunu ben ancak çekebilirim, ben de olmasam bunu kimse çekemez. Hayatı çok zor olur" demiş.
Günlerden bir gün efendi evde iken, valide sultan gelmiş yanına. Ama bu kez bir başka karakter. Efendi hazretleri de tazim içerisinde. Valide sultan "Efendi hazretleri bir şey arz edebilir miyim?" demiş. Efendi hazretleri de şaşırmış. Bir süre sonra "Hayırdır hanım" demiş. "Benim yerime merdivenlerden sen mi düştün? Kafanı bir yere mi çarptın?" diye sormuş. Valide Sultan, "Ben vazifeliydim. Sizin kemalatınız için vazifeliydim. Artık siz zirvenize ulaştınız. Bize de dönmek zamanıdır" demiş ve "İnnâ lillâhi ve innâ ileyhi râciûn…" Valide sultan kalıbı göçürüvermiş.
Bunlar vakıa, masal değil, bütün tasavvuf tarihinde örnekleri var ve biz hâlâ onlarla yaşıyoruz. Hemen yanı başımızda Karaca Ahmet Sultan mesela. Sonra Geyikli Baba. Hadi onlar Osmanlı'nın kuruluşunda vazife yapmış ve geyiklerle, karacalarla hemhal zevat. Yakın zamana gidin Van Bahçesaray'a, bir dağın zirvesinde kabri bulunan Fakiye Teyran Hazretlerini ziyaret edin. Ünvanı bu hazretin. Fakiye Teyran; yani Kuşların Fakihi. Kuşlar ona geliyor, o kuşlarla, hatta su ile konuşuyor, hemhal oluyor. Bugün bile her cuma gecesi yüzlerce kuşun hazretin kabrini ziyaret ettiğine şahit olanlar var.
Netice-i kelam; ötekisizlik Muhammediliktir. Siz Muhammedi olursanız, Shtisel dizisindeki hahamın dediği gibi, aslan ceylan ne ki, dağ da size gelir. Çünkü herkesin güzel ahlakı kendi Muhammediliğidir. Muhammedilik bir olgudur, şahıs meselesi değildir. Kün emriyle yaratılan varlığın ismine Nûr-ı Muhammedî denilir. Muhammed Mustafa Aleyhisselatü Vesselam o nurun kemal seviyede açığa çıkışıdır.
Bütün bunlardan istifade etmek lazım. Beddua okumak değil, rövanşist olmak değil, oradan istifade ederek kemalata yol aramak lazım. Meseleyi böyle görmek iyidir. Cenab-ı Hak böyle görmeyi bize kolaylaştırsın inşallah.