Kızıl Goncalar dizisine dair
"Emin misin Hacı Abi?"
Son günlerde bir TV kanalında gösterilen Kızıl Goncalar dizisi üzerine sağda solda, değişik medya mecralarında tartışmalar yapılıyor. Kimi dindar insanların, dinin, tarikatların kötü gösterildiğini öne sürüyor, kimileri de dizide anlatılanların doğru olduğunu söyleyip, bunu bütün tarikatlara, tasavvufa, dine, İslam'a saldırmak için bahane olarak kullanıyor. Birileri bir yerden hangi bahane ile olursa olsun İslam'a saldırdığı zaman yerimde duramam, gözüme uyku girmez, bütün rahatım huzurum kaçar. Buna rağmen her meselede olması gerektiği gibi bu mevzuda da itidali elden bırakmamak gerekiyor. Tabii bu Hak bildiğimizi, doğru bildiğimizi söylememize, varsa hadsize haddini bildirmemize de mâni değil.
Öncelikle bu işin birkaç veçhesi var, bu vecihlerin hangileri hakikate bakıyor, hangileri maskeli onu bilmemiz lazım. Tek zaviyeden bakıp yahut Hz. Pir-i Rumi'nin işaret buyurduğu gibi sadece anahtar deliğinden gördüğü kadarıyla karar verip; sosyal medyada çoğu bot, geri kalanı da siyaset, ideoloji yahut nefs elinde robot hesapların hezeyanlarına bakarak hareket etmek doğru gelmiyor bana. Tamam, bir tartışma, bir kavga, bir gürültü var ama bunun arka planı ne, ona da bakmak lazım. Durduk yere mi çıktı bu, yoksa birileri buna zemin mi hazırladı? Seküler ve dindarlar arasında her şey güllük gülistanlık mıydı da şimdi bir yahut birkaç dizi üzerinden ayrıştırma, ötekileştirme yapılıyor? Seküler ne, dindar ne? Bu soruları sormadan sağlıklı bir cevap bulmamız imkânsız.
Aç parantez
Baştan şunu net bir şekilde belirteyim, kalın kalın altını çizeyim ki nerede durduğumuz anlaşılsın… Bilen bilir ki fakir tam 50 yıldır Muhammedî bir Müslüman olarak tasavvuf denilen İslam'ın en incelikli, nitelikli, saf yaşam biçimine gönül vermiş, o yola baş koymuş, yedi/yirmi dört hizmetiyle meşgul olmuş, bunun dışında da başka bir yaşam tarzına göz ucuyla dahi bakmayı aklından geçirmemiş bir insanım. Takdir-i Huda her kesimden insana fakiri bu saydığım vasıflarla sevdirecek bir şöhret de bahşetmiş. Evet, birtakım rüzgarların ters taraftan olabildiğince sert estiği yıllarda… Bakın bugün de aynı rüzgârlar yine estiriliyor yahut essin isteniyor...
Bunu paranteze alarak diyorum ki o sert ters rüzgârlara rağmen herhangi bir siyasi gruptan, ideolojik çevreden bana saldırıldığını, dışlandığımı, yok sayıldığımı hatırlamıyorum. Aksine çok genç yaşta şöhretin zirvesine ulaşıp da namazına niyazına haccına laf getirtmeyen bir sanatçı olarak sahnede seyircileri selamlarken masasına yaklaştığımda önündeki rakı bardağını vazonun arkasına saklayıp müthiş saygılı bir mahcubiyet içinde "Hacı abi, bize de dua et" diyen ve "seküler" sayılan sayısız insan olduğunu hatırlıyorum. Haaa, saldıran yok muydu? Tabii ki vardı ama onlar daha çok "toplumda gerginlik olsun, millet vuruşsun, biz de bunun getirisini, kazancını kırışalım" diyen az ama azgın bir kesimdi. Zaten onların kimler olduğunu, neyi amaçladıklarını da bilen biliyor. Milletin genelinin onları umursamadığını hatta adam yerine bile koymadığını, yok saydığını yani ademe mahkum ettiğini de ben biliyorum.
Kapa parantez
Bir soru sordum az evvel, "seküler ne, dindar ne" dedim. Evvela insan dindar olabilir ama seküler olamaz, bendeniz böyle düşünüyorum. Sekülerizm bir siyasi işletim sistemidir, yönetimsel bir meseledir yani, kişilere tatbik edilemez. Fakat bizde kavramlar odağını o kadar kaybetmiş, yani kavrama noktasından o kadar uzağa düşmüş ki, günlük hayatında dini vecibeleri yapmayan, içki içen, kadınsa başı açık yahut dekolte giyinen herkes "seküler" zannediliyor, hatta seküler olmanın şartı bu saydıklarıma bağlanıyor.
Daha demin anlattığım, rakısını saklayıp benden dua isteyen adamlara ne diyeceğiz? Seküler mi? Yahu bu memleketin kendisini ateist zannedeni bile tenhada "Selman-ı Pâk neslindenim" diye övünür be! Selman-ı Pâk kim, Resûl-i Zîşân Efendimizin "ailemdendir" dediği sahabe! Bu sadece bir örnek ama böyle sayısız örnek var. Adam senin benim yaptığımın hiçbirini yapmaz ama 19 Besmele okumadan sokağa adım atmaya ödü patlar. Bu mu seküler? Velhasıl "insan" hakikatte seküler olamaz, o işletim sistemi insanın anakartında çalışmaz. Çünkü din dediğimiz aslında hayatın ta kendisidir ve kapsamadığı, kuşatmadığı, nüfuz etmediği hiçbir yaşam alanı olmaz. Önce dinin ne olduğunu bilmek lazım.
Kimse kusura bakmasın
Geçelim şimdi karşı tarafa; müşterisine elindeki malın kötüsünü bin bir dil dökerek sattıktan sonra dükkânı kapatıp camiye giden, "Yahu bu ne?" denildiğinde "O iş başka, bu iş başka" diyen adamı nereye koyacağız? Bu mu dindar? Yahu asıl seküler bu işte! O iş başka, bu iş başka diyor, ikisini birbirine karıştırmıyor; sekülarizmin daniskası değil mi bu?
Tasavvufla meşgul olup, tarikat eliyle kitleselleşen ve hem mevcudu muhafaza etmek hem daha da gelişmek için holdingler kuran, ticaretin her sahasında piyasa kurallarıyla at oynatan hatta memleket yönetiminde söz sahibi olmaya çalışan yapıları ne yapacağız? O yapılardan sadece birinin
memleketin başına açtığı belaların yaralarını hâlâ kapatamadık. Tasavvuf demediler ama bütün söylemlerini ona yasladılar, tarikat demediler ama bütün sistemi onun yapısallığını kopyalayarak kurdular, üstelik bütün bunları yaparken dinin, tasavvufun, tarikatın bütün kavramlarını amaçları doğrultusunda kullanıp kirlettiler, ağza alınmayacak hale getirdiler.
Bunlar var mı? Var. Kimse inkar edebilir mi? Hayır. Bunlar varsa ve kimse varlığını inkâr edemiyorsa o zaman birileri gelir, niyeti ister ikaz olsun, ister isyan olsun, bunun üzerine hikayeler kurar, çeker, yayınlar, gösterir ve sen de o birilerine kapı aralayan, fırsat veren, zemin oluşturan biri olarak bağırıp çağırırsan, kimse kusura bakmasın, sabun köpüğü kadar değeri olmaz. Çünkü dinin, tasavvufun, tarikatın sana kazandırdığı özgül ağırlığı "ölçüde ve tartıda hile yaparak ve insanların eşyalarını değerinden ucuza satın alarak" kendi elinle yok etmişsin, istediğin kadar bağır çağır, sesini Cenab-ı Şuayb'ın Rabbi'ne ulaştıramazsın!
Hitapsız kitapsız işler
Peki hırsızın hiç mi kabahati yok?
Hırsız onu kabahat bilse zaten hırsız olmaz. Yaptığı onun nazarında kabahat değil maharet. Ona bunun kabahat olduğunu anlatacak, onun yaptığı kabahatin benzerlerine o şekilde yahut bu şekilde bulaşmamış temiz ağızlar olması lazım ki sözün tesiri olsun.
"Ya eyyühe'llezine amenû; Aminu billahi ve resulühi ve'l kitap!"
Kime bu hitap? Sekülere mi?
"Ey iman edenler; Allah'a, Resûlüne ve Kitab'a iman edin!"
Demek ki iman noktasında bir sıkıntı var, Hacı Abi! Kitaba uymayan ama uydurmaya çalıştığın, Resûlüne yani Muhammediliğe yakışmayan ama
kendine yakıştırdığın, Allah'ın sistemine aykırı ama kapitalist sistemin şiarı olarak yaptığın bir şeyler var demek ki! En başta sen Nisa Suresi'nin bu ayetini bir okusan, azıcık düşünsen, aynada kendine bir baksan da tecdid-i iman etse idin, şimdi yasaklansın istediğin o dizi gene de çekilir miydi acaba?
Elbette o diziyi çekenlerin bir ajandası olabilir, göbekleri bu ülkenin dışında birtakım odaklara bağlı olabilir, o odaklar bunlara bir şeyler koklatıyor olabilir... Olabilir oğlu olabilir... Fakat sen o olabilirden yola çıkarak kendini savunamazsın, çünkü senin meselen değil o, devletin meselesi, sana ne?
Elbette birileri 75 yıldır alttan alta yaptığı soykırımı bugün televizyonlardan canlı yayınlatan İsrail'in şiddetin şehvetiyle kendinden geçmiş halini gören ve isyan eden dünyanın, en başta da Türkiye'nin gündemini değiştirmek, o alçak soykırımın üzerini örtmek ve seni kendi içinde çatıştırıp meşgul etmek gayretiyle bu ve benzeri dizileri de projelendirmiş olabilir.
Fakat o da senin meselen değil! Bunun böyle olduğunu söyleyecek kadar bilgin, birikimin varsa, o zaman onların ekmeğine yağ sürmeyecek ferasete sahip olman, yani attıkları oltadaki zokayı yutmaman gerektiğini de bilirsin. Eğer bu devletin; dünyanın dört bucağının en uzak köşesinden, Filistin'de en alçakça soykırımı yapmakla meşgul İsrail gibi bir azgın terör devletinin ajanlarının elinden adam kurtaracak, o ajanları dahi paketleyecek kudrette bir Milli İstihbarat Teşkilatı var ise, bu ve benzeri dizilerin peş peşe ekranlara taşınmasının arkasındaki niyet ve odakları da görüyor, biliyor, takip ediyor ve gereğine hazırlanıyor demektir. O devletin işi, biz kendi işimize bakalım.
Sünnet olan cilbab
Ve sadede gelelim:
Fakir, bütün bunların Zat-ı Bâri'nin o muhteşem Varlık Sistemini bilmemekten, doğru okuyamamaktan yahut reddetmekten kaynaklandığını düşünüyorum. Zerreyi kürreden ayırmadan her şeyi ve her şe'ni o Varlık Sistemine bağlayan, her neye baksa Hakkın vechini seyredecek ötekisiz bir nazarla kâinatı okuyan, yani "fe semme vechullah" düsturuna aşina kişi; İslam'ın, dinin, tasavvufun, tarikatın ne olduğunu bilir ve onu sekülerizmin karşısına koymak yahut bilim ile çatıştırmak veya kapitalizm çamurlarına bulaştırmak ve nihayet her şeyi bir torbaya sokuşturup sapla samanı birbirine karıştırmak gibi bir ahmaklığa tevessül etmez.
Senin bilmen gereken; bilmem ne dizisinin senaristinin kalemini hangi elin tuttuğu değil, arz etmeye çalıştığım o ilahi Varlık Sistemi içindeki kendi yerindir. Hiç kimse o sistemi bilmeden kendini bilemez ve kendini bilmeyen de Rabbini bilemez! O sistem içinde olmak ya da olmamak, işte bütün
mesele!
Var ise şayet bu vadide bir şeyler bilmek, anlamak ve yaşamak isteyen; Muhammedî olmanın biricik sıfatı üzerine düşünmekle işe başlayabilir. Nedir o sıfat? Resul-ü Zîşan Efendimizin henüz kendisine Risalet tevdi edilmemişken bütün toplum içinde bilinen, söylenen ve bir başkasına asla atfedilmeyen sıfatı neydi? Ne derlerdi ona, nasıl hitap ederlerdi?
Muhammedü'l Emîn!
Emîn olmak, şeksiz şüphesiz, hem dost hem düşman tarafından "güvenilir" kabul edilmek. Efendimizin sıfatı budur. Libası da, cilbabı da budur. Onun sünnet olan kıyafeti, aynı zaman ve zeminde yaşadığı müşriklerin de giydiği sarık, cüppe, entari ve nâlin değil, seni o müşriklerden ayıracak "Emin" sıfatını ışıl ışıl gösteren Verâ Elbisesi'dir.
Sarık, cüppe, entari giyersen Müslüman sayılır mısın bilmem ama üstünde gösterişli bir Verâ Elbisesi yoksa Muhammedî olmaktan çok uzaksın demektir. Hemen "Allahümme elbisnâ cilbâbel verail cesîm" diye dua edip gereğini de yaparak o Verâ Cilbabı'nı giyinmen gerekir.
İşte o zaman dost için de düşman için de Emîn olursun. Muhammedî olmanın tek şartı budur, İslam'ın özündeki teslimiyet de budur.
Bundan gayrısı kuru gürültü ve nefs itinin ağız dalaşı!