"Ânı yaşamayı sevmek için felakete gerek yok"
Tersine rastlamadım, Çek asıllı yazar Milan Kundera'nın Varolmanın Dayanılmaz Hafifliği, Gülüşün ve Unutuşun Kitabı, Ölümsüzlük ve Yaşam Başka Yerde'sini okuyanlar bu kitapları ya seviyor ya da onlardan nefret ediyor, arası pek yok. Ben sevenlerdenim.
Kundera yola başlangıçta müzisyen olarak çıktığını unutturmaksızın tuhaf döngüsel yapılar inşa ediyor kitaplarında ve araya keskin mizahını katarak kurgusal olanı denemeyle, kendi hayatından anları farklı dönemlerden anekdotlarla harmanlıyor.
Hız ile unutma arzusu arasında gizli bir bağ olduğu önermesinden yola çıkarak yazdığı Yavaşlık da bunlardan biri. İki temel durum etrafında şekilleniyor roman.
İlk durum bedenin hızı ile zihnin işleyişi arasına her daim dikilen aşılmaz duvarı gösteriyor. Buna göre, adamın biri cadde boyunca ağır ağır yürüyor. Sonra aniden bir şey unuttuğunu fark ediyor ama o şeyin ne olduğunu bir türlü hatırlayamıyor. Bu arada da adımları otomatik olarak yavaşlıyor. Demek ki Kundera'ya göre, bedenle zihin eşzamanlı çalışmıyor; hafızanın ele avuca gelmeyecek bir anıyı, imgeyi, sesi, durumu yakalaması bekleniyorsa, bedenin koşması değil durması gerekiyor.
İkinci durumsa tam tersi bir yönde seyrediyor. Geçmişte başına gelen utanç verici bir olayı unutmaya çabalayan biri var bu kez. Bu kişi, zamanın akışında ona gereğinden yakın duran bir hatırayla arasına mesafe koymak istercesine farkına varmadan hızlanıyor.
Sanırım günümüz insanını tarif eden ikincisi, yani bizler unutmak için hızlananlardanız. İstesek de istemesek de çok uzun zamandır bu formüle uygun yaşıyoruz. 19'uncu yüzyılın "flâneur"leri artık yok. Hatırlayalım, Paris'i dolaşırken karşılarına çıkacak hiçbir ayrıntıyı kaçırmamak için yol boyunca boyunlarına ip bağladıkları kaplumbağaları gezdiriyorlardı. Bizim öyle bir sabrımız yok; fiziksel olarak da, zihinsel olarak da hep koşuyor ve dijital çağın sunduğu olanakların yardımıyla konudan konuya atlayıp duruyoruz. Hayatı, TV kanalları arasında zap yapar gibi yaşayabileceğimizi ve böylece darbeleri savuşturup yaralanmamayı başaracağımızı sanıyoruz belki de. Bütün bunların sonucu da haliyle mutsuzluk, bezginlik, o pek moda deyişle tükenmişlik oluyor. Hayatımızı sürdürmek adına yaptığımız bilumum mecburi işlerin yanında tam zamanlı ikinci bir işimiz var artık, şikâyet etmek...
Sözünü edeceğim ikinci yazar, Kayıp Zamanın İzinde ciltlerinin yazarı Marcel Proust. İsminin etrafına örülmüş tuhaflık halesini belki biliyorsunuzdur.
Münzeviliği mesela. Hayatının son 14 yılını daracık yatağında, kat kat battaniyeler altında, loş bir gece lambası ışığında, tam bir milyon iki yüz elli bin kelime uzunluğunda bir roman yazarak geçirmesi.
Cildi hassas olduğu için sabun kullanmayıp bedenini ıslak havlularla silmesi, tek seferde 20 havlu kullanması, keten çarşaflarla uzun uzun kurulanması.
Nazenin bünyeli olduğundan ikide bir soğuk alması, kalabalık davetlerde bile kürk paltosuyla oturması.
Annesine bağlılığı, her gece güzel uyuyup uyumadığını, rüya görüp görmediğini ve şimdi burada yazamayacağım başka mahrem şeyleri ona en ince ayrıntılarla bir bir rapor etmesi.
Bütün bunların bir anlamı olabilir mi? Var sanki. Bir insana her şey dert oluyorsa eğer, hayatı başkalarından farklı algılayacağı kesin. Tıpkı masalda yedi kat döşeğin altındaki minicik bezelye tanesi yüzünden sabaha kadar uyuyamayan kızın, sahici bir prenses olduğunun tam da bu yüzden anlaşılması gibi... O halde, "Mutluluk beden için iyidir ama zihni kuvvetlendiren acıdır" diyen Proust'u niçin ciddiye almayalım? ("Koşsaydı, unuturdu" diyenleri duyar gibi oluyorum.)
Öte yandan bana kalırsa ölümünden dört hafta önce bir gazetenin anketine verdiği cevabı da ciddiye alabiliriz. Proust, "Dünyanın sonunu getirecek büyük felaket gerçekleştiğinde son dakikalarınızı nasıl geçirirdiniz" sorusunu şöyle cevaplamış: "Ölüme çok yakın olsaydık, hayat gözümüze birdenbire harikulade görünmeye başlardı. Projeler, seyahatler, aşk, hepsini gelecekten emin olmanın üşengeçliğiyle erteliyoruz. Ah! Şu felaket gelmese, ilk işimiz yeni sergileri gezmek, bayan filancanın ayaklarına kapanmak, Hindistan'a gitmek olurdu. Oysa planlarımızın çoğu gerçekleşmeyecek ve kayıtsızlığımız arzularımızı öldürecek. Keşke ânı yaşamayı sevmek için felakete gereksinim duymasaydık, ölümle her an yüz yüze olduğumuzu bilmek bize yetseydi!"
Anlıyorsunuz değil mi, Proust'a göre hayatın sırrı, yaşamayı göze almakta. Demek ki hıza teslim olduğumuz bir çağda bile bu münzevi ruhtan öğreneceklerimiz var.
O halde, hızımızı biraz kesip çevremize bakınmanın ve hakiki seyahate başlamanın yollarını aramanın şimdi tam zamanı.
Yakalanan Zaman
MARCEL PROUST ÇEV. ROZA HAKMEN
YKY
Yavaşlık
MILAN KUNDERA
ÇEV. ÖZDEMIR İNCE
Can Yayınları
"Yavaşlığın keyfi neden yitip gitti? Ah nerede geçmişin aylakları? Halk türkülerinin tembel kahramanları şimdi neredeler, bir değirmenden ötekine sürüklenip duran, açık havada yıldız palasta uyku çeken serseri tayfası nerede? Kır yollarıyla, çayırlarıyla, harman yerleriyle, doğa güzellikleriyle birlikte onlar da gitti. Çek atasözlerinden biri onların tatlı aylaklıklarını bir eğretilemeyle tanımlar; Tanrı'nın pencerelerini seyrediyorlardır. Tanrı'nın pencerelerini seyreden kimsenin canı hiç sıkılmaz, mutludur. Günümüz dünyasındaysa aylaklık, işsizliğe dönüştü. Aynı şey değiller kuşkusuz. İşsiz insan kendini işe yaramaz hisseder, canı sıkılır, yoksun kaldığı devinimi arar durmadan."
Yavaşlık
MILAN KUNDERA