Bizde Batı hayranlığının temeli, Yirmisekiz Mehmet Çelebi'nin yaptığı kısa Fransa büyükelçiliğini anlattığı Sefaretname'si ile atıldı. Ne var ki halkımızın bu eser hakkındaki bilgisi edebiyat ders kitabına giren şu cümleyle başlayan bir sayfadan ibarettir: "Paris şehrine mahsus bir lûub varmış, adına Opâre dirler imiş..."
Diğer örnekleri gibi Mehmet Çelebi'nin yazdığı Sefaretname de kendisini büyükelçi tayin eden padişaha sunulmak üzere hazırlanan bir rapordur ama yazıdan yazıya fark var. Bu Sefaretname, büyükelçi raporu gibi değil de seyahatname gibi yazıldığı için, hemen yayıncıların dikkatini çekiyor. 1721'de Sultan III. Ahmet'in arşivine giren belge üç yıl sonra Vakanüvis (Saray tarihçisi) Mehmed Râşid Efendi'nin kendi adıyla bilinen tarih kitabında yerini alıyor. Bununla da kalmıyor; Osmanlı İlim Cemiyeti tarafından 1866'da İstanbul'da, Ali Suavi tarafından 1872'de Paris'te, gazeteci ve yayıncı Mehmet Tevfik Ebüzziya tarafından (kendisini Namık Kemal'le birlikte çıkarttığı İbret gazetesinden tanırsınız) 1890'da yine İstanbul'da ayrı bir kitap olarak yayınlanıyor. Bu kitaplar doğal ki Osmanlı alfabesiyle basılıyor. Kitabın yıllar içinde Fransızca ve Almanca çevirileri bile yayınlanıyor ama Latin alfabesiyle baskısı Şevket Rado tarafından sadeleştirilerek 1967 yılında yapılıyor.
Kitabı okuduğunuzda ilk edindiğiniz izlenim, gerçekten de 28'inci Yeniçeri Taburu'nda askerlik yaptığı için adı "Yirmisekiz Mehmet" kalan ordu defterdarı, diplomat, başbakanlık başdanışmanı Mehmet'in ilk kez gördüğü Fransa'ya duyduğu derin hayranlık oluyor. Olayın kısa hikâyesi şöyle:
Başbakan Damat İbrahim Paşa, imparatorlukla arası hiç iyi olmayan XIV. Louis ölüp de yerine torununun çocuğu XV. Louis geçince, bunu iki ülkenin arasını düzeltmek için fırsat sayıyor. Küçük yaşında tahta geçen Louis'nin yerine Fransa'yı yöneten (kralın amcası) Orleans Dükü II. Philippe ile bir dostluk anlaşması imzalanabileceğini düşünen Damat İbrahim, "kâfirlerin desiselerine vakıf, ayrıca konuşma usul ve erkânlarını bilir" diyerek, Pasarofça Antlaşması'nın görüşmelerinde göze giren Mehmet Çelebi'yi olağanüstü yetkili (bakan statüsünde) büyükelçi olarak Fransa'ya tayin ediyor. 40 kişilik bir maiyet veriliyor ve Mehmet Çelebi deniz yoluyla Paris'e gidiyor.
Çelebi'nin seyahati en ince ayrıntısına kadar Fransa'nın İstanbul'daki büyükelçisi Marquis de Bonnac tarafından düzenleniyor. Mehmet Çelebi ve heyeti Kral adına Paris'ten "30 konak ötede" Toulouse kenti girişinde karşılanıyor. Yoldaki bütün büyük kentlerde konaklayan Osmanlı heyeti, görkemli bir yolculukla vardığı Paris'te birer hafta ara ile iki kere çocuk kral ve naibi tarafından karşılanıyor. Mehmet Çelebi'nin saraya gelişini gösteren dev tablolar ve halılara işlenmiş resimler hâlâ Fransız müzelerini süsler.
Paris halkı saatler öncesinden yollara dizilerek "Türk'ün geçişini" seyrettiler. Bu geçitlerde atlıatsız kürk giydirilmiş askerler elleri mızraklı yeniçeriler, sakallı imam efendiler, kethüdalar ve bilhassa Mehmet Çelebi'nin kraldan biraz büyükçe oğlu (daha sonra başbakan olacak olan) Mehmet Said (Paşa), Paris halkına, giyim kuşamdan sakala, birçok alanda yeni akımlar için örnek oldu. Mehmet Çelebi'ye o kadar büyük saygı ve ilgi gösterildi, Osmanlılar bu ilgiye karşılık Parislilere o kadar büyük yakınlık gösterdiler ki, denebilir ki bu beş ay boyunca Fransa'da "Türk Yılı" ilan edilmiş oldu. Zenginler Mehmet Çelebi'nin ünlü ressamlara yağlıboya tablolarını siparişte yarıştılar. Onun kürklerinin replikaları dükkânları doldurdu. Fransız kadınlarının bugün bile bir tür şapka olarak kullandıkları türban, o zaman modaya girdi.
Batılılaşma akımını başlatan baba oğul
Mehmet Çelebi'nin büyüyünce sadrazam olan oğlu Mehmet Said Paşa, daha sonra Fransa'ya büyükelçi olarak atandı ve böylece Kral XV. Louis'yi ikinci kez, büyüyünce de görmüş oldu. Babaoğul büyükelçilerin Fransa'dan getirdikleri sadece büyük bir "Batı hayranlığı" olmadı; matbaayı da ilk kez orada gördüler ve Türkiye'ye getirdiler. Birçok yolyordam, protokol kuralı Mehmet Çelebi tarafından saraya sokuldu. Gerçi Fransa ile o tarihlerde Osmanlı topraklarına karşı sistemli bir saldırı halinde olan Avusturya ve müttefiklerine karşı bir ittifak sağlanamadı; Kral Naibi; "Kralımız büyüyüp işleri eline alıncaya kadar ben onu bağlayacak bir anlaşma yapamam" diye yan çizdi ama "Batılılaşma" akımı başlamış oldu.
Avusturya, o tarihte Lale Devri sarhoşluğu ile havuzlarda kaplumbağa yarıştırma peşinde olan Osmanlı'dan Kuzey Sırbistan, Belgrat, Banat ve Eflak'ın bir kısmını kopartmayı başarmıştı. Dalmaçya ve Arnavutluk kıyıları, Avusturya'nın baskısı ile Venedik'e bırakılmıştı. Ama Osmanlı'ya OG isimli virüs girmişti. Bazı bilim insanları OG virüsünün açık adının "Onlar gibi olursak onlara yenilmeyiz" şeklinde olduğunu söylüyorlar.
Elimizdeki Osmanlıca ve Türkçe kitap çok kısa. Yani bu sayfaların geldiği yerde daha çok malzeme olsa gerek. Bu şekli ile bu kitap bir değil belki de 50 kuşak Osmanlı-Türkiye aydınının kafa yapısını etkilemiş olabilir mi?
Kitabın Şevket Rado tarafından sadeleştirilmiş sürümünün önsözünde, kendisinde bir elyazması nüshasının bulunduğunu, bu nüshanın Mehmet Çelebi tarafından bizzat dikte ettirildiğini ve temize çekilerek Sultan III. Ahmed'e sunulduğunu belirtiyor. Şevket Rado'ya göre Mehmet Çelebi sonra raporunu yayına hazırlamak amacıyla ilk taslak üzerinde kendi el yazısı ile düzeltmeler ve çıkartmalar yaptığını yazıyor. Eserin yazısı ile sayfa kenarındaki düzeltmelerin farklı ellere ait olduğunu belirleyen Şevket Rado, üstü çizilerek yapılan çıkartmaların da Mehmet Çelebi'ye ait olduğu görüşünde. Peki, bu eklemeleri kim yapmıştı? Şevket Rado, ilavelerin kitabı daha ilgi çekici kılmak için bir yayıncının yaptığı görüşünde. Kim bilir? Kitap bu eklerle yayınlandı mı? Onu da bilmiyoruz.
Acaba bu el yazması bulunabilir mi?
Şevket Rado, Makedonya'nın Radoviş kasabasından Balkan Savaşı üzerine ailesiyle İstanbul'a gelmiş bir aydındır. Hukuk okumuştur; Son Posta ve Akşam'da 25 yıl muhabirlik, fıkra yazarlığı ve yayın işleri müdürlüğü yapmıştır. 1956'da Hayat dergisini, 1961'de Hayat Ansiklopedisi'ni yayınlamıştır. Ünlü yayıncı Mehmet Çelebi'nin Hayat Yayınları arasında yer alan seyahatnamesinin düzeltilmiş el yazmasının kendi koleksiyonunda olduğunu yazıyor bu önsözde. Peki, bu yazması nerededir? Şevket beyin "Mehmet Çelebi'nin üstünü çizerek metinden çıkarttığını" söylediği metin ne kadardır? Bu çıkartılan yerlerde neler vardır?
Editörümüz Batılılaşma özel sayısının hazırlıkları başlarken, bu satırların yazarının damarına şöyle bir damla; "Acaba bu el yazması bulunabilir mi?" zehri zerk edip, yeni bir maceranın (ve tabii hayal dünyasının) kapısını açmış oldu.
Şevket bey İstanbul Üniversitesi Gazetecilik Enstitüsü'nün kurucu öğretim üyelerindendir ve kitaplığını İstanbul Üniversitesi'ni bağışlamış olamaz mı? Pekâlâ olabilir. Hayat Ansiklopedisi ve Hayat Yayınları arşivi, acaba Şevket Rado'dan sonra kurumu yönetmiş olan birileri tarafından kendi tercih ettikleri bir vakfa bağışlanmış olamaz mı? Elbette olabilir.
Nitekim kısa bir aramayla siz de bu belgelerin orijinallerine ulaşabilirsiniz.
İşte şimdi aşağıda sunacağımız birkaç örnek, Mehmet Çelebi'nin genel okuyucu için uygun bulmayarak metinden attığı yerleri de içeriyor.
Sayfa 45: Kral ile Şakalaşma:
Kralı daha önce nâme-i hümâyûnu teslim ederken buluştuğumuz divanhanede tahtında bulduk. Birkaç beyzade ile sohbet ederlermiş. Lalasıyla bizi görünce tahtından inüp bize doğru döndü, buluştuk. Ayaküzerinde birçok dostane sözler söyleştik, latifeler ettik. Hançerimizi, elbisemizi birer birer temaşa eyledi. Lala Marechal; "Kralımızın güzelliğine ne dirsüz" diye sual eyledi. "Maşaallah" dedik. "Henüz on bir yaşında dört aylıktır. Şu bu boyu bosu ile hiç güzel olmaz mı? Hem saçları da takma değildir, bakın" deyu kralı tutup arkasını çevirdi. Biz dahi saçlarına yapışıp, okşadık. "Yürüyüşü dahi güzeldir. Şöyle yürüyünüz görsünler" dedi. Kral dahi divanhane ortasına değin yürüyüp avdet etti. "Daha süratli hareket eyle. Koştuğunuzu dahi görsünler" dedi. Kral dahi tekrar koşarak divanhane ortasına varıncaya kadar seğirtip avdet eyledi. Marechal "Beğendiniz mi?" deyu sual eyledi. Biz dahi "Barekallah" deyu cevap eyledik.
Sayfa 73: Paris Şehri
Paris şehri aslında İstanbul kadar yoktur. Lakin binaları üçer, dörder kat olup yedi kat yapılmış haneleri dahi çoktur. Her tabakasında bir kalabalık, çoluk çocuklarıyla otururlar. Sokaklarında halk ziyade çok görünürler. Zira kadınlar daima sokaklarında hane be hane gezmektedirler. Asla evlerinde oturmazlar. Erkek ve kadın karışık olmağla şehrin içi ziyade kalabalık görünür. Dükkânlarda oturup alış veriş edenler hep kadınlardır. Sokakları geniş olup baştan başa dört köşe yontulmuş kaldırım taşları döşenmiştir. Bu binalarda oturanlar birbirlerini tanımazlar. Hatta kimse kimseyle görüşmezler. Uzaklardaki akrabalarına bayramlarda gidenler olur ama büyük kısmı birbirlerine posta tatarları ile hediyeler, nameler yollarlar." Şimdi de kitaptan tamamen çıkartılan bir iki bölüme örnek verelim:
Sayfa 74: Kiliseler
Kiliselere her pazar ahali doluşur imiş ancak son senelerde durumu yakından müşahede edenler, kilise ahalisinin günbegün azaldığını söylemekteler. Yortularda, Noel'de ilk günlerde biraz ahali artmakta ama mübarek günler geride kaldıkça, ahali de azalmaktadır. Son iki yüz yılda bir başka hadise ise, ahaliden bazı kimselerin "Meryem oğlu İsa da kim? Bu İncil'i biz kendimiz de onun kadar anlarız" tevatürünü çıkartmaları imiş. Ki buna biz de şahit olduk. Bazı beyzadeler, etrafımızda papazlar ve keşişler yokken bize gelip, "Allah haktır, lakin peygamber de kim?" deyu, deizm tabir olunan bir sohbeti açmak istediler. "Sizde nasıldır?" deyu sual eylediler.
Sayfa 80: Nemçe
Kral küçük olmağla ve kralın lalası amcası o akıl baliğ oluncaya kadar etliye sütlüye karışmamaya niyet eylediğinden, saraydaki beyzadeler, ileri geri fikirler serdediyorlar. Bize de gelip bizim Nemçe dediğimiz kâfirlere Avusturya adını verip "Bu Nemçe ile alıp veremediğiniz nedür" deyu sual eylerler. Kimesneler "Siz bu Nemçeyi yenersüz" deyu altımıza bir ateş tutarlar. Kimesne de "Bunlar Sırplarla ittifak eyledi. Artık bunlara sözünüz geçmez" deyu bizi ürkütürler. Bu lakırdıların birine inanan, ötekini reddeder. Bunlar ister ki Devlet-i Aliye illa kendilerinden yana olsun ve onların hesabına kendisini ateşe atsın.
Sayfa 90: Alışveriş
Paris ve onun kadar geniş olmasa da daha önce uğradığımız şehirlerin ahalisinin iki bölük olduğu görülüyor. Şehirli kısım ve işçi-köylü milleti. Şehirlileri burjuva tesmiye ediyorlar. Burjuva kadınların hususiyeti, daima alış veriş üzere olmaları. İstimale binaen eski püskü bir giyim görmedik. Kadınların ve beyzadelerin sırtlarındaki esvap daima o gün alınmış gibi. Hele kralın maiyetinde ve sarayında bulunup da onunla aynı salondaki masalarda yemekler yiyenler, sabah giydiklerini akşam giymiyorlar. Bu kadar giyeceği evlerinde nereye koyduklarını sual eylediğimizde elbiselerini diziyle temaşa ettikleri dolap gibi odaları olduğunu söylerler. Paris halkı kendisi evde yemek yimez, parayla yiyecek satılan ve restoran tesmiye edilen yerlerde yirler.
Sayfa 100: Karnı içeri çökük ayna
Fransız milletinin cerr-i eskal (yük taşıyan makine) mevzuundaki vukufu bahsedilmeye değer. Bu sefaretnamemizde onların bilhassa gemileri havuzlara su doldurarak yükseltip dağları aşırdıklarını anlattık. Ayrıca suyu yokuş yukarı sürmenin de çaresini bulmuşlar. Konuştuklarımız devlet-i aliye alimlerinin de keşiflerini ve icatlarını bilmek istediler. Bir alim "Sultanınız Mehmed Han gemileri dağlara koşup karadan yürütmüş idi. Nasıl olduğunu anlatın" deyu sual eyledi. Bir diğer âlim, bize "Sizde taht el-bahir (denizin altından) giden bir sefine icat edilmiş. Bu nedür?" deyu sual eyledikte biz hayrete düşüp böyle bir icattan haberimiz olmamağla mahcup düştük. Bir rasathaneye gittiğimizde bize karnı içeri çökük ayineleri güneşe tutarak ve ondan nasıl olan ziyayı kâğıda, pamuğa tutup onları alevlendirdikleri görünce dehşete düştük. Bunu yapan âlim, bize "Biz bu icadu sizden aldık. Şimdi bununla başka neler yaptığınızı bile anlatın" deyu sual eyledikte, biz ve adamlarımız mahcup olup bir cevap veremedik.