Sosyal adalet, emekçinin hakkını vermek, kendisini insan kardeşlerinden üstün görmemek gibi özelliklerin tarihi eski çağlara kadar gider. Toplumsal ahlak ilkeleri tarzında kurallar ve öğütlerden ibaret olan bu "arkaik sosyalizm", insanlık tarihinde bir hatıra olarak durmaktadır.
Bu kuralların insani değerlerin korunmasında ve insanın bencillikten kurtulup diğerkâmlığa doğru ilerlemesinde yararlı olduğunu söyleyebiliriz. Bencilliğin ve güçlülüğe fazla önem vermenin hâkim olduğu dünyayı ilk sarsan kişi bence Hz. İsa olmuştur. Öğütlerinde hemcinsini sevmek, dünyaya "sahip olma tutkusuyla bakmak" yerine elinde olanı başkalarıyla paylaşmanın asıl mutluluk olduğunu belirten Hz. İsa'dan yaklaşık 600 yıl sonra Kuran-ı Kerim'in ve Hz. Muhammed'in öğütleri gelmiştir. Kısaca söylemek gerekirse; uzun bir süre, insanlığa sosyal adalete dair esaslı öğütler verebilen kurumlar, monoteist iki din olan Hıristiyanlık ve İslamiyet olmuştur desek sanırım abartmış olmayız. Bu geleneksel ve etik temelli sosyal adalette, bireylere sınıf mücadelesi değil emeğiyle kazanmak ve eline geçenle başkalarını da sevindirmek önerilir. "Çalış kazan, ye yedir/Bir gönül ele getir" diyen Yunus Emre, herkesin derviş hayatı yaşamasıyla milli gelirin sıfıra ineceğinin farkındadır. Bu farkındalık sebebiyle; "Kahrol ayol burcuva, kahrol emi komprador" tarzında sözler söylememiş, kazananları teşvik etmiş, başkalarıyla da paylaşmaya davet etmiştir. Yunus'un 20'nci yüzyılda yaşayan torunlarının çoğunluğu ise kendilerinin âmiri yahut patronu olan "burcuva hazretlerini" ayırdıktan sonra, diğer burcuva-yi binevâlara acımasız tenkitler göndermişlerdir.
Tasavvuf ve genel olarak adlandırıldığı şekliyle "tekke edebiyatı" alanı dışında yer alan hem divan hem de halk edebiyatımızda kapitalistlere ve tacirlere çoğunlukla hafif, nadiren ağır sitemler gönderilmiştir. Fransız Devrimi ve onun sebep olduğu serpintiler ile bize de eşitsizlik sorunu, gelir dağılımında adaletsizlik, Sanayi Devrimi, milliyetçilik gibi kavramlar ithal edilmiş, naif ve dinî öğütler sosyal adalet talebini karşılamada yetersiz kalmağa başlamıştır. İngiltere'de baş gösteren ve dinî sosyalizmi de hatırlatan ilk sosyalistlerden sonra, yeni bir felsefeyle ortaya çıkan Marksizm, materyalist felsefeye dayanmakla güç kazanmış, hem Hıristiyan hem de Müslüman toplumlar içinde sosyalizmin fazla popüler oluşunu da sürekli olarak engellemiştir. Mesela Müslüman kalarak sosyalist olacak bir Nâzım Hikmet, Türkiye toplumunda çok etkili olabilecekken, onun materyalizmi de benimsemesi, halk içinde kendisine karşı genel bir sevgi uyanmasını engellemiştir.
Aç midelerden doğar nur topu ihtilaller
Rusya'da Ekim Devrimi'nin Osmanlı İmparatorluğu'nun çok sayıda cephede savaştığı ve Kudüs'ü kaybettiği 1917 yılında gerçekleşmesi de, komşu bir devlette olan bu yeni devrimin ne olabileceği konusunda halkın bilgilenmeden, sosyalizm konusunu sadece "din ve özel mülkiyet düşmanı bir rejim" olarak algılanmasına sebep olmuştur. 1917'de Rusya'nın İngiliz, Fransız ve İtalyanlarla birlikte savaşmayı bırakması, 1918'de 40 yıl kadar önce Rusya'ya terkedilmiş olan Kars'ın geri alınması, Rusya ile Büyük Millet Meclisi ilişkilerinin barışçı bir ortamda başlamasına yol açmış fakat bu yakınlaşma, İstiklal Harbi bittikten sonra bir "Anadolu Sovyetler Hükümeti" kurulması riskini içinde taşıması sebebiyle BMM tarafından terk edilmeye başlanmıştır. Mesafenin iyice açılmasına ise, özellikle Mustafa Suphi olayı sebep olmuştur.
İstiklal Harbi bittikten sonra artık Cumhuriyet döneminin ilk sorumluları Misak-ı Milli sınırlarını korumak ve Sovyet rejimi ile mesafeli olmağa devam etmek kararında sabit kalmışlardı. Sovyetler Birliği'nin 1930'lu yıllarda Türkiye'den altı vilayeti istemesi, Türkiye ile Sovyetler Birliği arasındaki ilişkileri iyice germiştir. II. Dünya Savaşı sırasında İsmet İnönü, hem Sovyetler Birliği hem de Almanya ile herhangi bir yakınlaşmaya girmekten titizlikle kaçınmıştır. Ben olan biteni anlamağa başladığım ilkokul yıllarımda (1945-1950) Türkiye, tek partili rejimden çok partili rejime geçme sürecine giriyordu. II. Dünya Savaşı'nın bitimiyle, Amerika ve İngiltere'nin savaş boyunca müttefiki olan Sovyetler Birliği ile arası açılmıştı. Doğu Almanya, Macaristan Çekoslovakya, Polonya, Yugoslavya, Arnavutluk ve Romanya'nın adı "demir perde" ülkeleri olmuştu. Ciddi duruşlu ağır başlı gazetelerde de magazin basınında da "hür dünya"ya bağlı Türkiye ve Yunanistan gibi ülkelerin nasıl mutlu olduğu anlatılır, demir perde ülkelerinde yaşamanın bir cehennem olduğundan bahsedilirdi. Üniversite çevrelerinde de genellikle durum böyleydi.1960 yılında İstanbul Tıp Fakültesi'nde bize; "Solcular ile dinci gericiler çember gibi bir noktada birleşirler. İkisinden de Cumhuriyetimize hayır yoktur. Türk gençliği Atatürkçülük dairesinin içinde kalmalıdır" denmişti. O dönemde 27 Mayıs darbesi oldu. Darbeyi yapanların sosyalizm ile ilgisi yoktu. Darbeyi yapanların hemen hepsinin okuduğu kitaplar ise şunlardan ibaretti: Atatürk'ün kaleme aldığı Nutuk, Finlandiya'nın gelişimini anlatan Beyaz Zambaklar Memleketinde. Daha darbenin ilk günlerinde bile o zamana kadar baskı altında olan sosyalist söylem, kendisini duyurmaya başlamıştı.
Haziran 1960'ta Beyazıt Meydanı'nda öğretmen olduğunu söyleyen 30-35 yaşlarında bir kişi, bir kartona; "Aç midelerden doğar nur topu ihtilaller" diye yazmış ve köyüne göndermek için okunmuş kitap topluyordu. Aç midelerden nur topu ihtilal doğacağını uluorta söyleyen kişi, aynı yılın nisan ayında tutuklanmıştı. Bu durum 1965'e dek sürdü.1965'ten sonra sosyalist dergiler, Nâzım Hikmet'in şiirleri ve daha birçok sosyalist eser Türkiye'de yayıldı.1965-1980 arası ise apayrı bir hikâyedir.