Hüsrev Hatemi: İstanbul’un orta yeri sinema

İstanbul’un orta yeri sinema
Giriş Tarihi: 16.10.2017 11:50 Son Güncelleme: 16.10.2017 11:50
1945 ve 1946 yıllarında çok sevinerek gittiğimiz sinemayı, 1947 ve 1948’de istemez havaya girdik çünkü annem, karşı komşumuz olan Nadire Hanım’dan yeni gelen Yusuf Vehbi’li yahut yerli filmlerin haberini alır, bizi sinemaya götürdüğü günleri hep o filmlere göre seçerdi.

1862 ve 1864 yıllarında Fransa'nın Besançon şehrinde iki erkek kardeş doğdu. Lumiere kardeşler… Bu iki kardeş ilerleyen zamanlarda sinematografi tekniğini icat ederek geliştirdiler. Bu buluş, birbiri ardından süratle gelen resimlerin, gözümüzce, hareket ediyormuş gibi algılanmalarına dayanıyordu. 1895 yılında Paris'te bir kafede ilk sinema filmi gösterildi ve 19'uncu yüzyıl biterken sinema tekniği ve sanatı 20'nci yüzyıla devredildi. İlk filmler sessizdi. Bu filmler, bir tren hareketi, bir topun seyircilere doğru patlamasının sessiz de olsa seyirciyi korkutması gibi heyecanlı görüntülere dayanıyordu. 1925 İstanbul'unda, bir sessiz filmi karanlık salonda seyreden babam, karanlıktan sıkılmış ve bu sanata ilgi göstermekten vazgeçmişti. Sesli film devrinde bile babamla bir defa olsun film seyredemedik.

II. Dünya Savaşı'nın ilk yıllarında, -savaşa girmemiş olsak bile- o yılların maddi sorunları, işgal korkusu ve sık sık karartmalar yapılmasından dolayı yine evde sinema sözünü duymadık. Büyükannem ve anneannem hiç sinema görmek istemeden, dünyayı terk ettiler. Sinema 1944'ten itibaren benim ve birader Hüseyin'in hayatımıza girdi. Belki de daha önceki yıllara ait izlemişliğimizin olmaması, II. Dünya Savaşı sonuna kadar yaşımızın da küçüklüğündendir. 1945'te sadece annemiz tarafından sinemaya götürülmeğe başlandık. Annem evdekilerin, rahmetli ağabeyimden sonra, bu tip olaylara en eğilimli kişisiydi. Ağabeyimiz 14 yaşında ve lise öğrencisiydi. Sinemaya kendi arkadaşlarıyla gidiyordu. Ablam ağabeyimden üç yaş büyük olarak o devrin şartlarında sinemadan hoşlanmadığına kendini inandırmıştı. Annem, kayınvalidesi yani büyükannemiz kendisini eğlence düşkünü diye hafife alabilir korkusuyla, sırf Hüseyin ile beni eğlendirmek için sinemaya gidiyormuş havasında ikimizi önüne katar, Feriköy Baruthane Caddesi'ni geçer ve cadde girişinin tam karşısında Tepeüstü tramvay durağındaki Akın Sineması'na götürürdü. 1945 ve 1946 yıllarında çok sevinerek gittiğimiz sinemayı 1947 ve 1948'de istemez havaya girdik çünkü annem, radyodan başka pek eğlencesi olmadığından evde sıkılır ve kendisinden 30 yaş büyük olan karşı komşumuz Nadire Hanım'dan, yeni gelen Yusuf Vehbi'li (Mısırlı artist) yahut yerli filmlerin haberini alır, bizi sinemaya götürdüğü günleri hep o filmlere göre seçerdi. Nadire Hanım'ın, animasyonlu bir film anlatış biçimi vardı: "Kız annesiyle bahçede konuşurken uzaktan sevdiği geçiyor ve kız ayağa kalkarak annesine, bak anne sana bir şarkı söylicem diyor, sevdiği duysun diye 'işte sevdiğim orada' diyerek dans ediyooor Cemile Hanıım. Ondan sonracığımaa…" derken annem hayran hayran dinler, filmin adını sorar ve ben ve Hüseyin birbirimize bakarak; "Yine yandık bu filme götürüleceğiz. Tarzan veya Lorel-Hardi ihtimali gene uçtu" cümlesini lisan-ı halle söylerdik.

Hep öyle olurdu. Acıklı filme meraklı olan annem, ara sıra bulduğu sinema fırsatını Tarzan ile harcamak istemez; "Bu hafta söz, Tarzan filmine gideceğiz" der fakat yine bir Nadire Hanım tavsiyesi ile baş başa kalırdık…

Mesela bir defasında bir Yusuf Vehbi filminde oldukça güzel ve zarif bir 'abla', o devre göre çok güzel bir arabanın motor kapağına oturmuş otomobil hareket halinde iken, o başını iki yana sallayarak; "Otomobil uçar gider, ben talihin peşindeyim talih benden kaçar gider" diye şarkı söylüyordu. O zaman, Mısır filmlerindeki şarkıların icabında Türkçe şarkılarla değiştirildiğinden habersiz olduğumuzdan; "Mısırlı ablalar ne güzel şarkılar biliyorlar" diye düşünürdük.

Tarzan marzan istemiyoruz artık!

Aynı yıl, şarkılarının hepsi Münir Nurettin Selçuk tarafından söylenen 'efe'li bir aşk filmine götürülmüştük. Bu filmde yine zarif ve sarı saçlı bir Türk abla vardı. Adı yanlış hatırlamıyorsam Zerefşan'dı. Zerefşan şehir kızıydı. Efe de dağlarda dolaşıyordu. İkisi de birbirlerini çok sevdikleri halde Zerefşan'ın ailesi evliliklerine razı olmadılar. Zerefşan, Efe ile sözleştiği kırsal bir bölgede karşılaştılar. Fonda, Münir Nurettin sonuna kadar; "Bir bahçeden bir bahçeye salla yemeni" türküsünü söyledi. Sonra kızın ailesinin gönderdikleri çakaralmaz tüfekli adamlarla, Efe arasında çatışma çıktı. Güzel Zerefşan abla öldü. Salonun yüzde 33'ü ve annem ağlıyordu. Biz de Hüseyin ile hem herkesten hem birbirimizden utanarak hafif dozda ağlıyorduk. Efe, Zerefşan'ın cansız bedenini kucağına aldı, yavaş yavaş yürüyordu ve ilerde koskocaman bir ay görünüyordu. Bu sahnede de Münir Nurettin; "Ay doğdu batmadı mıı oooy oooy oooy" şarkısını söyledi.

1947 yılında biz iki yıl süren hayal kırıklıklarından bıkarak; "Tarzan da marzan da istemiyoruz artık" deyince annem de üzgünleşti ve hevesi kaçtı.

Galiba 1948 veya 49 yılıydı, Nadire Hanım dinleyicisini kaybetmemek için yine annemle kahve seanslarına geliyor ve film anlatıyordu. Bir gün; "Bu film çok güzel, bunu çocuklar da çok severler Cemile hanım" diyerek anneme Esther Williams'ın yüzme gösterileri yaptığı bir filmi tavsiye etti. Dünya değişiyordu. Daha iki yıl önce Akın Sineması'na böyle filmler gelmezdi. Bu tip filmler için Pangaltıda Ramada Oteli'nin yerinde olan Tan Sineması'na gidilirdi. Bu film galiba ferah ve sıhhatli bir abla gösterdiğinden annemin acıklı film talebine uygun düşmemişti.

Demek ki II. Dünya Savaşı'nın bitişi, sinema salonlarımızı da ıslah etmeğe başlamıştı dedikse de bu ümit boştu. 1970'li yıllara kadar Beyoğlu sinemalarının birkaçında dahi tuhaf ve kalite yoksunu filmler devam etti. Akın Sineması hiç olmazsa Yusuf Vehbi veya Münir Nurettin'li filmler sunmuştu bize. Esther Williams'lı film annemizle gittiğimiz filmlerin sonu olmuştu. Sonra 50'li yıllar geldi… Babamdan sinemaya yalnız gitme izni çıkınca yine Pangaltı'da Mıhıtaryan Lisesi'nin cadde tarafında o yıllarda açılan İnci Sineması'na gitmeğe başladık. İnci Sineması 60'lı yılların ortalarına kadar çok rağbet gördü. Orada da Hüseyin ile birlikte Beklenen Şarkı (Zeki Müren) ve Avare (Hint filmi) gördük. Sonra ikimizde de sinemaya karşı bir ilgisizlik başladı. Bundan ikimiz de öğünmüyoruz. Durumu söylüyoruz sadece. Herhalde bir psikolog bunu analiz ederse, annemizi sebep gösterir fakat ben öyle düşünmüyorum. Annemize Tarzan filmleri mahrumiyetimizi helal ettik. O da bize surat asmalarımızı helal etsin.

Hiç sinemaya gitmedim de değil. Üniversite sona erip eşimle film izlemeğe başlamıştık. Sonra çocuklar dünyaya gelince yine bıraktık. Şimdi çok nadiren izliyoruz. Beni en çok etkileyen filmler: 1-Siyah Orfe (1960'lı yıllar. Yeni Dalga akımı) 2-Sonsuzluk ve Bir Gün (Angelopulos) 3-Cennetin Çocukları (Mecid Mecidi).

Bu yazı sona ererken kafamda Münir Nurettin Bey; "oooy ooy ooy oy" diyor…

BİZE ULAŞIN