Dünya, güç edinim savaşında dönmeye devam ederken büyük bir açmaza doğru sürükleniyor. Bu açmazın en can alıcı noktası, hayatın bir mücadele alanı olarak tasavvur edilmesi. Dolayısıyla yeni dünya tasavvuru ve yeni yaşam talepleri arasında yürümeye çalışan insan, kendine yer edinebilmek ve gücü elinde tutabilmek uğruna yaşamsal bir savaşın ortasında kalıyor ve gücün kullanım alanlarında küçük yaşam boşluklarında yürümeye çalışıyor. Öyle ki insanın hayatta kalabilmesi ancak ve ancak bu güce ulaşabilmesine bağlı. Başka bir deyişle yeryüzünde insanın "güç" etrafında pervane olması adeta yaşamsal bir görevi haline gelir. Güçlü olmak bir yönüyle dünyanın ölçülebilir nimetlerine sahip olmayı otorite, iktidar, egemenlik kurma, makam, şöhret, kariyer, para, kas gücü gibi kavramları ifade eder. Ve insan, bütün bu kazanımlar uğruna yani güçlü olma sarhoşluğuyla kendi hakikatini perdeleyerek sanal bir yaşam alanı yaratıp bunun peşinden sorgusuzca dörtnala koşuyor, koşturuluyor.
Peki, bu ne anlama gelir? Bundan önce güce sahip olmanın insan açısından varoluşsal bir gerçek olup olmadığı, insanın âlem tasavvurunda temel hareket noktasını nereden aldığı bilgisine yönelmekte fayda var.
Güçle gelen mutluluk, yalnızlaşmaya gebedir
Evet, insanlık tarihinde güç arayışı çok temeldir ve bu arayışın en önemli tetikleyicisi kendini güvende hissetme duygusudur. Gücü katlayabildiği oranda kendini güvende hisseden insan, sırtını tamamıyla güç kazanımına dayar. Gücü elinde bulundurma çabası çoğunlukla diğerine karşı tahakkümü, baskıyı ve otoriteyi beraberinde getirir; çünkü güce sahip olmanın göstergesi, öteki üzerinden görünür kılabilmekten geçiyor. Güç adına yaşanan bütün zorluklar esasında mutlu olmak, haz almak adınadır. Ne var ki mutlu olmayı güce endekslemek aynı zamanda insanın kendi sınırlarından hadsizce uzaklaşmasını ve yalnızlaşmasını ifade eder. Ortaya çıkan tablo güce varoluşsal bir anlam yükleyen insanın kendisini nasıl iptal ettiğini, insaniyetini nasıl ötelediğini açıkça gözler önüne serer. Dolayısıyla güç etrafında konumlanmak, insana hem çok şey kaybettirir hem kendiliğini öteletir. Peki, insan güç kazanımından vaz mı geçmeli mi, yoksa güce ulaşmak için her bedeli ödemeye hazır mı olmalı? Modern dünyanın söylemiyle güçten vazgeçmek, esasında "sahte cenneti" reddetmek anlamına gelir ki, bu sahte cennette güç algısı her dönem kendi dinamiğinde değişir.
Güç ve iktidar, dünyanın ve insanın şekillenmesinde belirleyici etkiye sahip olması bakımından bu ikili tarih boyunca hem kadının hem erkeğin gündeminde yer almıştır. Dolayısıyla gücü ve iktidarı elinde bulundurma isteği, kadın ve erkek için değişik süreçlerden geçmeyi zorunlu kılmıştır. Şimdi bu sürece kadın ve erkek açısından ayrı ayrı bakalım.
Modern hayat geleneksel erkekliği öldürür
Toplumsal yapıda güçlü olma arzusunun, ilk olarak erkek kimliğini yönettiğini görüyoruz. Çocukluk yıllarından itibaren mekândan, zamandan ve durumsallıktan bağımsız, mutlak anlamda "güçlü olmalısın" söylemi, kaçınılmaz bir yanılsama içinde erkeğe toplumsal roller eşliğinde ilmek ilmek işlenir. Örneğin, erkek çocuğa cinsel kimliği üzerinden; "aslan oğlum, cesur oğlum, adamsın, erkeksin, sen her şeyi yaparsın, güçlüsün" gibi söylemler telkin edilerek çocuk, egemen olma duyguları ile baş başa bırakılır. Güç kazanımı erkeğe birçok açıdan farklı avantaj sağlamışsa da, bu durum tahripkar bir biçimde gücü elde etmeye yöneltilen erkek için yıkıcı sonuçlara neden olmuştur. Nitekim hep sürdürülebilir başarı güdüsü ve kendini ötekine ispat etme çabası bunun bir yansımasıdır. Öyle ki, erkeklik kazanımı adına bu güce ulaşabilmek için birçok insani hasletlerinden de uzaklaşmak durumunda kalır. İnsan olmanın doğasında bulunan yumuşaklık, merhamet, her şeye güç getirememe, şefkat gibi duyguları görünür kılmada sorunlar yaşar; duygularına gem vuran, saklayan, bastıran ve hayatla gergin ilişkiler kuran bir görünüm alır. Oysa paradoksal bir biçimde duygularından arındırılmaya çalışılan erkeğin aynı nispette duygusal erozyon yaşadığı bilinmektedir. Diğer toplumlarda olduğu gibi bizim toplumumuzda erkek için duyguların dışa vurumu, güçsüzlükle eşdeğerdedir. Hâlbuki üzücü hadiseler karşısında veya çaresizlik anlarında, insani bir duyguyu ortaya koymak ile o hadisede boğulmak veya isyan etmek bambaşka anlamları içerir. Bir tarafta erkeğe her durumda güçlü olması, rekabet eden, kavgacı, sert, yenilmeyen, piyasa koşullarına uyumlu, her daim başarılı ve gücü elinde bulundurması dayatılırken, diğer tarafta erkeklerden ikili ilişkilerinde son derece romantik, nazik, anlayışlı ve duygusal olmalarını beklemek hiç tesadüfi değildir. Tüm bu gerçeklikle birlikte artık sınırlı duygusal tecrübelerine imkân tanıyan erkeğin yerini, duygularını daha kolay ortaya koyabilen bir görünüme bıraktığına da şahit oluyoruz. Görüldüğü gibi ikircikli bir durumla baş başa kalan erkek, toplumun dayattığı güçlü erkek profilini sorgulamadan oynamak zorunda kalır ve bu durum, erkekte kimlik bölünmesine yol açarak onun erkekliğini ters-düz eder. Sonuçta bir tarafta dışsal baskıya diğer tarafta kendi içsel baskısına maruz kalan erkek, kendini belirli sınırlarda harmanlamaya çalışır.
Var olan tabloda modern hayatın kadın ve erkeği bölünmüş alanlarda yeniden inşa etmeye çalıştığını görüyoruz. Çünkü duygusal kontrolün zayıflamasıyla birlikte geleneksel erkek kimliğinin zayıflaması söz konusudur ve modern hayat, geleneksel erkekliği öldürmektedir. Bunun sonucu olarak bugün klasik güç algısından uzaklaşmış erkeği görüyoruz. Son kertede duygularını saklayan, duygularından koparılmış ve aynı zamanda duygusal rezervlerini artırma çabasında bir erkeklik krizi karşımızdadır. Buradan hareketle ideal erkeği yaratma çabasının modern hayatın bütün katmanlarına sirayet ettiğini söylemek mümkün. Diyebiliriz ki, güç yanılsaması karşısında kafası karışan erkeğin, erkeklik algısı sarsılır ve bunun doğal bir yansıması olarak kendi gerçekliğini, duygusallığını öteleyen, merhamet ve şefkat duygularını bastıran, aklını öne çıkaran, kırılganlığı dışlayan bir profilin ortaya çıkması kaçınılmazdır. Evet, bizim kültürümüzde güç, erkeğe has bir kavram olarak anlam bulsa da kim daha fazla güç peşinde koşturuluyor ise, toplumun beklediği gibi olmaya daha fazla mecbur bırakılır. Gerek pratik yaşantımızda gerekse edebiyat tarihinde böyle birçok hikâye ile karşılaşmamız mümkün.
Hakiki manada güç, dünyadan sıyrılarak kazanılır
Kadının güç kazanımının ise, kendi ayaklarının üzerinde durmasına, evlenip eş ve anne olmasına, hatta erkek çocuk doğurmasına, kocasının eline bakmama, ekonomik özgürlüğe ulaşma ve kariyer yapması durumunda sağlanabileceği telkin ediliyor. Bununla birlikte yeni dünya tasavvurunda fit bir bedene sahip olan, güzelliğini her daim muhafaza edebilen, süper anne, süper eş, süper sevgili, süper arkadaş olabilen kadın ancak güçlü kategorisinde tanımlanıyor. Diğer tarafta toplum nazarında kariyer edinmiş, ekonomik özgürlüğe ulaşmış, yüksek eğitimli ancak evlenmemiş ve anne olmamış kadın ise güçsüz kabul edilir. Görüldüğü gibi güçlü olma, sadece maddi imkânlara sahip olmayı değil, toplumun kadına ve erkeğe biçtiği rollerin hayata geçirilebilmesine endekslidir. Bir başka örnekte kadın, kamusal alanda güç ve başarıya ulaşmada dişiliğinden ödün vererek yani "erilleşmek" suretiyle erkek dünyasında var olabileceği, böylelikle gücü elinde tutmayı sürdürebileceği telkinine muhatap oluyor. Elbette 1980'lerde başlayan kadın hareketinin etkisiyle kadının kamusal alanda daha fazla görünür olmasının başarıya ve güce ulaşmada etkisi hiç kuşkusuz ki yadsınamaz. Fakat ataerkil toplumun normları, kadının dişiliğini var olan şekliyle muhafaza ederek yükselmesini engelliyor; dişiliği ancak eril olanın nazarında bir arzu öznesine dönüştürmek suretiyle kamusal alanda, iş ve siyaset hayatında varlığını görünür kılabiliyor. Nitekim kadın yöneticiler ve siyasetçilere yakından bakıldığında beden, davranış, tutum ve düşünce kalıplarında sert, katı, hırslı, agresif, tutarsız, acımasız, asabi ve sonuç odaklı tutum sergiledikleri, kısaca toplumsal olarak dayatılan eril göstergeler kolayca görülebilmektedir. Buna gerekçe olarak üretilen; "İş dünyasının şartları veya profesyonellik bunu gerektiriyor" söylemi ise sadece bir yanılsamadan ibarettir. İşte bu aynı zamanda insani yönün törpülenmesi anlamına gelir ki, zira ne kadınlıktan ne de erkeklikten vazgeçerek insani yönün ortaya konulması pek mümkün değildir. Şimdi bütün bu sürece bakıldığında eril güç ve başarıyla birlikte haz odaklı egonun tavan yapması sonucunda maddenin yani gücün merkezde olduğu bir hayat tarzında çatışma, her iki cins için de kaçınılmazdır. Oysa pratik hayatımızdan da tecrübe ettiğimiz gibi hazzın ve gücün peşinden koşmak insanı mutsuz edecek derecede büyük bir yanılgıya sebep oluyor.
Son tahlilde insanın güç, kuvvet imajına koşullanması ve her alanda güçlü olma arzusu hem kadını hem erkeği yönetir. Ve bu zorunlu koşullanma, karşı konulmaz bir şekilde "gerçek erkek" ile "doğru kadın" kalıplarını üretir. Nihayetinde bizi giderek biricikliğimizden, özden diğer deyişle gerçek kimliğimizden uzaklaştırmakla kalmaz, sonunda kendiliğimizi yok etmeye kadar götürebilen bir alan sunar. İşte her an güçlü olunamayacağı, gücün dikte edilmediği, güç imajı koşullanmalarının dışına çıkıp sadece güce eşit oranda ve kimi zaman farklı mecralarda ihtiyacı olan varlıklar olduğumuzla yüzleşebilmeli, varlığımızı onarabilmeliyiz. Tam da bu noktada insani olandan aldığımız gücün farkına varabilmeliyiz. Özetle kadın yahut erkek, dünya üzerinde gücü elinde bulundurmak adına her neye sarılırsa sarılsın, o arayışı hem kendini güçsüz bırakma hem de çetin bir imtihan olma riskini taşır. Bunun en büyük göstergesini güç duygusuyla zirveye ulaşacağına inanılan haz duygusunda veya güçlü olmayı varoluşsal bir sorun olarak değerlendiren kadın ve erkeğin, kendini tahrip etmesinde görüyoruz.
Temelde gücü elinde bulundurma isteğinin insanın anlam arayışı ile yakından ilişkisi vardır. Ne var ki hakiki manada güç, ancak ve ancak dünyevi olandan uzaklaşılarak daha büyük bir dayanak noktasına müracaat ile kazanılabilir. İnsan kendi potansiyelinin farkına varabildiği, neye güç yetirebileceğini, neleri yapabileceğini, en önemlisi de mutlak güçlünün kim olduğunu bilebildiği ölçüde güçlüdür. Diğerini ezebildiği oranda değil! Dolayısıyla insani donanımların farkında olan eksi ve artılarını görebilen, bununla kendi varoluşunu kabul eden kadın ve erkek, insani yönüyle daha barışık bir kimlik ve dünya inşa edebilecektir.