Herhangi bir toplumun, kendisini daha geniş bir coğrafyaya ve komşu illere de hâkim olan bir otoriteye bağlı olduğunu hissetmesiyle, hemen olmasa da yıllar içinde, toplum bireyleri, yerel ile yerli olanı ayırmaya başlarlar. Yerel ve yerliliğin ayrı ayrı kelimelerle ifade edilmesine ihtiyaç doğması için yerellikler mozaiği olan feodal toplumlardan bir ‘millet’ veya ‘ümmet’ veya ‘vatan’ kavramına bağlı toplumlara geçilmiş olması gerekir.
'Yerlilik' ve 'yerellik' dilimizde birincisi eski yıllardan beri var olan, ikincisi ise 20'nci yüzyılda yine 'yer' kelimesinden türetilmiş iki yakın anlamlı kelimedir. Yerellik kelimesi 'mahalli' kelimesine karşılık olsun diye türetilmiştir. Bu kelime 'autochtone, otokton', 'local, lokal' ve Almancada 'örtlich' kelimeleri ile eş anlamlıdır. Yerel kelimesinin yaygınlık kazanmasından önce mesela Silifke oyunları için 'mahalli' halk oyunlarımızdan Silifke oyunları denirdi. Yerli kelimesi ise yerele yakın bir kelime olduğu halde daha geniş bir alanı çağrıştırır. İl ve ilçeye ait ürünlere 'yerel' denirken, 'Yerli Malları Haftası' deyimindeki 'yerli' kelimesini bir bakıma 'milli, ulusal' anlamında kullanıyoruz. Bir ilin veya coğrafi bölgenin halkından bazıları 'biz göçmen değiliz yerliyiz' derken 'yerli' kelimesini 'ulusal' manasında olmaktan çok, 'otokton' manasında kullanıyordur.
Anadolu toprağında yerlilik
Malazgirt Savaşı'ndan sonra iki yüz yıl kadar yerlilik ve yerellik, yan yana bazen iç içe ve birbiriyle karışıktı. Mahalli kelimesi ikisini de karşılıyordu. Yerel kelimesi henüz kullanımda yoktu. Fakat var olmasına da pek ihtiyaç yoktu. Yerel ve yerliliğin ayrı ayrı kelimelerle ifade edilmesine ihtiyaç doğması için yerellikler mozaiği olan feodal toplumlardan bir 'millet' veya 'ümmet' veya 'vatan' kavramına bağlı toplumlara geçilmiş olması gerekir. Selçuklular döneminde böyle bir geçişin sağlanamamış olması o dönemin şartlarına bakılırsa doğaldır. Böyle bir geçişin olmamasına bakarak, bizim çok defa düştüğümüz bir kahvehane hatibi yanlışlığına düşüp, 'Osmanlılar daha milliyetçiydi. Anadolu Selçukluları, bir türlü İran'ın ve Farsçanın etkilerinden kurtulamadılar. Resmi dilleri bile Farsçaydı' demek, tarih mantığı ve yöntembiliminden habersiz olarak ahkâm kesmektir. 1071 Malazgirt zaferi ile Anadolu'ya giren Alparslan'dı. Fakat askerlerinin bir kısmı Fars, çoğu Türk olsa da vezir ve tecrübeli devlet adamlarının çoğunluğu Fars idi. Bu da doğaldı. Çünkü İslam fetihleri ile önce İran sonra Türk halkları Müslüman olduklarından ve Selçukluların yönettiği topraklarda da yüzyıllardır Farsça hâkim olduğundan, Farsçanın resmi dil oluşu Selçuklu sultanlarının bilinçsizliği veya milliyet duygularının eksikliğinden gelmiyordu. Bu durum bir zorunluluktu. İslam fetihlerinden sonra bir Arap hâkimiyeti devri gelmiş fakat birkaç yüzyıl sürecek Arap hâkimiyeti İran coğrafyasını da Türkistan coğrafyasını da 'Arapça konuşan halklar' haline getirememişti. İranlılar Farsça, Türkler de Türkçe konuşmaya devam ettiler. Sonra Sâmânoğulları ile İran'da yine Fars asıllı bir hanedan hâkim olmuştu. Onlardan saltanatı devralan Gazneli Mahmud resmi dil ve edebiyat, bilim dili olarak Farsçayı devam ettirdi. Gaznelilerle savaşarak onların elinden saltanatı alan Selçuklu hanedanı da, bir devlet yönetmek zorunda oldukları için fermanların, tarih, tıp, astronomi, tasavvuf eserlerinin dili olan Farsçayı bulunduğu yerden indiremediler. Malazgirt Savaşı ile Doğu Roma topraklarına girilmişti. Türk kökenli askerlerin çoğu Farsça bilmezken, Fars vezir ve yöneticilerini bu yeni topraklarda Türkçeye zorlamak, Anadolu Selçuklularını daha baştan zayıflatır ve onlar Anadolu'ya giren ve yerleşemeden çıkan bir istilacı durumunda tarihten silinirlerdi. Halbuki 1071'den 1200'lü yılların sonuna kadar Farsça ile tarihler yazılırken, devletin yazışmaları, tapu kayıtları tutulurken dinamik ve güçlü bir dil olan Türkçe, gelişmesine devam ederek, 13'üncü yüzyıl başında bütün Anadolu'ya hâkim olabildi. İşte bu sebeplerle, Anadolu Selçukluları yerlilik iddiasında bulunamazlardı. Henüz Doğu Roma Devleti'nin kültür izleri devam ederken, henüz bazı bölgelerde Ermeni hâkimiyeti, Kuzey Anadolu'nun Doğu Karadeniz şehirlerinde Trabzon Rum Devleti ve Marmara bölgesinde Doğu Roma (Bizans İmparatorluğu) devam ederken, neye yerli neye yerel deneceğini nasıl belirleyeceklerdi? O yüzyıllardaki birçok Batı veya Arap ülkelerinde olduğu gibi, Anadolu'da da yerellik ile yerlilik iç içe veya yan yana idi. İki durum da 'mahalli' kelimesiyle karşılanabiliyordu. Mısır'da Arap, Kopt, Musevi ve Çerkes-Memluk kültürlerinden hangisine yerli veya milli denecekti? Müslümanlar açısından, İslam medeniyetiyle ilgili kültür izleri, söz konusu olan ülkenin 'milli=yerli' kültürü iken, İslam inancından gelmeyen kültür izleri (ürünleri) daha çok 'mahalli=yerel=lokal' kültürdü.
Yerlilik anlayışı yüzyıllar içinde değişiyor
Herhangi bir toplumun, kendisini daha geniş bir coğrafyaya ve komşu illere de hâkim olan bir otoriteye bağlı olduğunu hissetmesiyle, hemen olmasa da yıllar içinde, toplum bireyleri, yerel ile yerli olanı ayırmaya başlarlar. Selçukluların otoritesi, 200 yıl içinde birçok tehditle karşılaştı: a) Haçlı seferleri b) Haçlıların Anadolu içinde kurduğu Urfa kontluğu gibi devletçikler c) Sıcak çatışma olmasa bile Doğu Roma Devleti ve Trabzon Rum Devleti ile soğuk savaş d) 1243'te Anadolu'ya giren Moğolların Anadolu'yu şimdiki Irak'a benzetmeleri. Yani Moğol Garnizonu'nun, baştaki Sultan dâhil, bütün Müslüman Selçukluları tehdit altında yaşatmaları. (Moğollar 13'üncü yüzyıl sonuna kadar Şaman dininde idiler.) e) Anadolulu Türkmenlerin bile kendi devletlerine isyan ederek (Babailer İsyanı) kendi hükümdarlarına rahat vermemeleri...
Bu kadar ciddi ve çok sayıda tehdide karşı 200 yıl direnen ve Alparslan'ın açtığı kapı olan Malazgirt civarında bir ordugâh kurup 30-40 yıl kadar bir istila ordusu gibi yeni toprakların nimetlerini yağmalayan, sonra Azerbaycan'a geri dönen maceracılar olmak yerine kurdukları devlete, Karadeniz kıyısına kadar ilerleyip Sinop'u da katan, Konya, Kayseri, Tokat, Antalya, Kırşehir ve bütün Kapadokya'da dinî ve laik yapılar bırakan bir Müslüman devlet hangi sebeplerle ve hangi akla uyarak küçümsenir, anlamak çok zordur. Anadolu Selçuklularının feraset ve dirayeti olmasaydı, Osmanlı Devleti nasıl gelişirdi? Selçuklu Devleti'nin ortadan kalkmasıyla Osmanlı Beyliği'nin devlet olacak şekilde filizlenmeye başlaması aynı zaman dilimi içindedir.
Selçuklular zamanında Anadolu'ya giren Nasır Hüsrev, Seyahatname eserinde, gördüğü Anadolu kentlerini, yerellikler şeklinde anlatır. (11'inci yüzyılda ve Malazgirt'ten hemen sonra). Beylikler devrinde Anadolu'yu gören İbn Battuta ise (14'üncü yüzyıl) İslam medeniyeti Selçuklular döneminde Anadolu'ya yerleşmiş olduğundan, Nasır Hüsrev'den daha az yerellik ve ondan daha fazla yerlilik görmüştür. Örneğin Malazgirt'ten birkaç yıl sonra Ahlat şehrini gören Nasır Hüsrev, bugünün bir Batı şehrini anlatır gibi Ahlat'ın içkili lokantalarını anlatır. Birbirlerini tanımayan kimi Kürt, kimi Rum, kimi Ermeni müşteriler oralarda yan yana oturmakta ve birbirlerini yadırgamamaktadırlar. Nasır Hüsrev, doğal olarak bunu bir yerellik olarak anlatır. İbn-i Battuta için bir cami, bir medrese İslam medeniyeti gözüyle yerlilik, Türkmenlere veya Hıristiyanlara özel uygulamalar ve görünümler ise yerellik idi. 15'inci yüzyılda İstanbul, İç Anadolu, Amasya, Manisa, Bursa, Edirne, Sinop, Kastamonu, Balıkesir, Antalya gibi artık merkezi hükümete bağlı şehirler daha fazla yerlileşmiş, bu şehirlerde yerellik azalmıştı. Dulkadiroğlu Beyliği'ne ait iller ve ilçeler daha az yerli daha çok yerel görünüyorlardı.
16'ncı yüzyılda Mısır, Suriye ve Arap yarımadası fethedilince Arap yerelliği, Osmanlı yerliliğinden biraz daha saygın gibi görülse de bu hilafetin getirdiği bir zorunluluktu. Halk arasında böyle bir saygınlık, sadece o sırada hayatta olmayan İslam büyüklerine ve her şeyden önce Arapçaya (Kur'an dili) ve Peygamber'e tahsis edilmişti. Gündelik hayatta bir Osmanlı için, Arap âdetleri, Arap uygulamaları yerel özellik kalmaya devam ediyordu. 17'nci yüzyılda Evliya Çelebi için Müslüman bir Batı Anadolulu olarak, Müslüman Osmanlı yerliydi, Müslüman olsalar da Osmanlılığa sıkı bağlı olmayan mesela Bitlis Hanı yereldi. 18'inci yüzyılda adı Türk olmasa da, yerleştiği coğrafyaya Türkiye değil Anadolu diyarı veya Rum diyarı dense de bugün 'Türkiyelilik' dediğimiz yerlilik anlayışı yerleşmeye başladı. Bir önceki yüzyıldan başlayarak halk şairleri ile divan şairleri arasındaki yarık kapanmaya başlamış, şair Nedim bile hece vezniyle bir şiir yazarak o zaman 'parmak hesabı' adıyla anılan halk şiirine de 'yerlilik, Osmanlılık' sertifikasını vermişti.
19'uncu yüzyılda Tanzimat'tan sonra özellikle hızlanan yeni bir özellik başladı. Artık Ermeni, Rum, Yahudi bestekârların da Türkçe besteleri, Dede Efendi'den farksız bir yerlilik derecesine ulaşıyordu. 19'uncu yüzyıl böyle bitti. 20'nci yüzyılda İttihatçıların ve Cumhuriyet döneminin etkileri ile ulusallık (millilik) ile yerlilik eş anlamlı denecek kadar yaklaştı. 1970'lerden sonra bu kavram içinde bir ters akım oluştu. Nedense asıl yerlilik Anadolu'nun etnik gruplarının kültürü sayılsın, Osmanlı kültürü ise, Türk topraklarında dışarıdan gelen göçmenlerin yerel kültürü sayılsın isteniyordu. Mesela 1980'lerin itibar gören bir edebiyat dergisi 'İstanbul özel sayısı' yayımladığında içeriğini Seferis ve Kavafis şiirleri ile doldurmuş, Yahya Kemal Beyatlı'ya tek şiiri ile dahi yer vermemişti. Neyse ki bu girdabın enerjisi biraz azalmış durumda. Fakat başka girdap ve girdibâdlar (hortum, tayfun) oluşturulmaya gayretler berdevam... Allah bütün kavimleri, yerel ve yerli, tarihi ve güncel özellikleriyle Türkiye'yi yekpare olarak devam ettirsin diyorum.