Türkiye, 2013 yılında yaşanan Gezi olaylarında sol tandanslı toplum kesimlerini, 17-25 Aralık darbe girişimi ile paralel yapıyı, ardından da DAEŞ ve PKK’yı meydana sürerek kendisi ile savaşan güçlere karşı yoğun bir direniş gösteriyor.
Yirminci yüzyılda yaşanan bazı gelişmeler dünya siyasetinin genetiğinde radikal değişikliklere yol açtı. Asırlarca kuşlar gibi uçmayı hayal eden insanlık, 20'nci yüzyılın başlarında bu hayalini gerçekleştirdi. Ne var ki bu masum hayalin gerçekleştirilmesinin ilk dolaysız sonucu, onun bir savaş teknolojisine dönüşmesi oldu. Birinci Dünya Savaşı'nı dünya üzerindeki en yıkıcı ve kitlesel tahribata yol açan savaşlardan biri haline getiren de buydu. Daha önce mutlaka cephelerde ve savaş meydanlarında gerçekleşen savaşlar, bu noktadan itibaren sivil halkı da ilgilendiren kitlesel savaşlara dönüştü. Bombardımanların sivil-asker, cephe-yerleşim yeri ayırmayan mantığı insanoğlunun savaşma tecrübesini geri dönüşü olmayacak şekilde değiştirdi. İkinci Dünya Savaşı, gerek uçakların kullanımı gerekse savaş teknolojisindeki gelişmeler nedeniyle Birinci Dünya Savaşı'na rahmet okutturacak bir kıyımdı. Bitmiş bir savaşı bitirdiği iddia edilen atom bombasının kullanımı, insanoğlunun savaşma tecrübesindeki değişimi devasa bir sapkınlık haline dönüştürdü. Nagazaki'ye ve Hiroşima'ya atılan atom bombaları ile insanoğlu, kendi hemcinsi eliyle üretilmiş bir kıyametin korkunçluğunu tecrübe etti. Kentler ve içinde yaşayan yüz binlerce insan saniyeler içinde toz bulutu haline gelirken, insanlığın kendi tarihi kadar eski olan savaşma deneyimi bambaşka bir boyuta taşınmış oldu.
Artık savaşmanın bedeli tarihte hiç olmadığı kadar ağır olacaktı. Nükleer kapasiteye sahip iki devlet olan Amerika Birleşik Devletleri ile Sovyet Sosyalist Cumhuriyetler Birliği arasında on yıllarca sürecek olan Soğuk Savaş'ın başlaması boşuna değildi. Savaşmanın bedeli bu kadar ağır olmasaydı, bu iki devlet arasındaki keskin çıkar çatışmaları mutlaka sıcak çatışmaya dönüşecekti. Ne var ki birbirleri ile cephede savaşamayan bu iki gücün başka biçimler altında hem de dünyanın çok geniş bir coğrafyasında savaşa tutuştukları görüldü. Bir yandan propaganda yöntemlerini kullanarak, diğer taraftan belli ülkelerde kendi çıkarlarına yakın grupları destekleyerek düşük yoğunluklu bir savaşı dünyanın gündeminde tuttular.
Çok aktörlü denklem
Devletlerin kendi tüzel varlıkları olmadan başka yapıların arkasına saklanarak savaşmaları tarihte daha önce örneklerine rastlanmış bir şey olsa da savaşmanın cari bir yöntemine hiçbir zaman dönüşmemişti. Soğuk Savaşla birlikte dünyanın karşı karşıya kaldığı yeni durum, artık bu yöntemin geçerli savaş yöntemi haline gelmesi oldu. ABD'nin Afganistan'ı işgal eden SSCB güçlerini, Afgan mücahitlerini destekleyerek etkisiz hale getirmesinden sonra dünya, vekâlet savaşlarının sayısız örneği ile karşı karşıya kaldı. Zaman içinde daha sofistike şekillere bürünen vekâlet savaşı mantığı, büyük devletlerin müdahale etmek istedikleri coğrafyalarda kendi çıkarları ile uyumlu çalışabilecek mikro grupları tespit etmesini zorunlu kılıyordu. Ülkeden ülkeye değişiklik gösteren politikalarla güçlü devletlerin her birinin, kavga konusu olan coğrafyalarda değişik odakları desteklemeleri gündeme geldi. Kimi zaman muhalefet, kimi zaman cari rejim, kimi zamansa ülkede faaliyet gösteren bir terör örgütü, çıkarlarını kovalayan devletlerin desteklediği odaklar haline dönüştü. Çok aktörlü, çok bilinmeyenli bu denklemin dünyayı karşı karşıya bıraktığı kaos ise daha önceki dünya savaşlarından geri kalır şekilde olmadı. Bunun en rafine örneği bugün Ortadoğu'da yaşanan gelişmeler olarak karşımıza çıkıyor.
Ortadoğu'nun vekâlet savaşları
Günümüzde pek çok insan muhtemel gelişmeleri izleyerek yeni bir dünya savaşı ihtimalinden bahsediyor. Oysa Ortadoğu'daki gelişmeleri yakından takip ettiğimizde gücü olan bütün devletlerin, bölge üzerinde bir kavgaya tutuşmuş olduklarını ve her birinin farklı aktörler üzerinden olsa da esasında sahada olduğunu görüyoruz. Vekâlet savaşı yöntemi ile perde arkasından yürütülen bu savaşın neredeyse yeni bir dünya savaşı olduğunu söylemek için elimizde yeterince delil var. Zira ortaya çıkan yıkım, öldürülen, yerlerinden edilen insan sayısı ve İkinci Dünya Savaşı'ndan sonra en yüksek rakamlara ulaşan mülteci oranı ancak böylesi bir savaşla ortaya çıkacak türden sonuçlar.
Bölgede yürütülen vekâlet savaşlarının mihenk noktası ise Suriye ve Irak. Bu yeni dünya savaşının er meydanı haline gelen Suriye ve Irak'ta teorik olarak işbaşında olan yönetimler olsa da esasında çok aktörlü bir iktidar oyunu var. Bu iktidar oyununun görünür aktörleri bir yanda yer alırken geri planda her bir aktörü lojistik ve askerî olarak destekleyen, onları sahada aktif şekilde tutan devletler söz konusu.
İlan edilmemiş dünya savaşı ve Türkiye
Dünya bir kez daha Ortadoğu'yu merkeze alan büyük bir savaşın içine girmişken, Türkiye'nin bu atmosferden bağımsız kalması düşünülemez. Uzunca bir süredir Irak'ta ve Suriye'de devam eden vekâlet savaşlarının dışında kalmaya çalışan Türkiye son birkaç yılda yoğunlaşan şekilde pek çok noktadan kıskaca alınmaya çalışılıyor. Buna karşılık Türkiye, 2013 yılında yaşanan Gezi olaylarında sol tandanslı toplum kesimlerini, 17-25 Aralık darbe girişimi ile paralel yapıyı, ardından da DAEŞ ve PKK'yı meydana sürerek kendisi ile savaşan güçlere karşı, 12 yıldır devam eden istikrarlı yönetim sayesinde, yoğun bir direniş gösteriyor.
Ne var ki bu güçlü direnişin, dışarıda olduğu kadar içeride de önünü kesmek isteyen unsurlar var. Son yıllarda giderek bir koalisyon formuna bürünen ve eski ulusalcılardan bazı siyasi partilere; paralel yapıdan medyadaki belli odaklara ve terör örgütlerine kadar uzanan bu koalisyonun tek derdi ise yürütülen bu mücadelede Türkiye'ye diz çöktürmek. Bu bağlamda söylemsel üstünlüğü ellerine geçirmek ve kamuoyunun algısını şekillendirmeye çalışmak üzere ortaya sürülen bir kullanışlı argümanlar portfolyosu söz konusu. Koalisyonun bütün unsurlarının elinde dolaşan bu portfolyonun içinde neler yok ki? "Türkiye giderek bir diktatörlük haline dönüşüyormuş, basın susturuluyormuş, yolsuzluk, rüşvet almış yürümüş, görevlerini yapmak isteyen şanlı yargı mensupları ve kolluk güçleri zulme uğratılmış, başkan olmak hevesiyle PKK ile savaşı başlatan Erdoğan'mış, Erdoğan'ı başkan yaptırmayacaklarmış, hükümet Kürtleri öldürüyormuş, halkı birbirine düşürüyormuş, bu gidişin sonu iç savaş olacakmış, PKK'ya yüz veren hükümetmiş, hükümet DAEŞ'i destekliyormuş" türünden tutarlılıktan yoksun bir dizi argüman ardı ardına sıralanıyor. Bütün bunların üzerine barış, özgürlük sosları dökülüyor ki bu argümanlardan yükselen pis kokular duyulmasın.
Oysa ortada yürüyen kirli bir savaş var. Türkiye, içinde bulunduğu coğrafyada nispeten güvenli bir liman olarak varlığını sürdürmeye çalışırken etrafının yangın yeri olduğu gözlerden saklanmaya çalışılıyor. Özgürlük, barış gibi güzel ülküler ile bezenmiş bir kara propaganda ile insanların kalpleri birbirlerinden soğutuluyor. İsyan ve başkaldırı bir romantizm içinde sunularak kıymeti kendinden menkul bir erdem olarak yansıtılıyor. Ne adına ve hangi bedel ile isyan etmemiz gerektiği ise itina ile gözlerden saklanıyor. Böyle yapılarak aynı toprağın üzerinde yaşayan ve ortak bir geleceğe doğru hareket eden bir topluluğun can damarı kesilmeye yani millet olma duygusu yok edilmeye çalışılıyor. Oysa tarih bir tesadüf eseri bir araya gelen ve şartlar uygun olduğu sürece birlikte yürüyen toplulukları değil, zor zamanlarda kenetlenen ve ne olursa olsun bir millet olduğunu unutmayan toplulukları hatırlıyor. Diğerleri tarihin çöp sepetine atılırken bir millet olarak değil en fazla bir güruh olarak anılıyor.