Kamusal özne olarak sivil, sosyal ve siyasi haklarının savunucusu olan Müslüman kadın, bir yandan isteği dışında bir ‘feminizm’ atfına maruz bırakılırken; diğer yandan bunu nakzeder biçimde söz konusu kadınların ataerkil dini düzeni içselleştirdikleri gerekçesiyle haklarından mahrum bırakılması meşru görülüyor.
Son yıllarda hem dünya hem de Türkiye, İslam'ın görünürlüğünün arttığı bir sürece tanık oluyor. Toplumsal hareketliliği artan Müslümanlar, bir yandan sadece ekonomik değil aynı zamanda sosyal ve kültürel sermayelerini de artırma çabası içine girerek toplumsal alana nüfuz yetenekleri ediniyor; diğer yandan kendi değer, inanç ve pratiklerini yeniden gözden geçirme imkan ve zaruretiyle karşı karşıya kalıyorlar. Toplumsal hayatta etkisi artan eğitimli, şehirli Müslüman kadın ise tüm bu sürecin merkezinde yer alıyor. Kimilerince seküler dünyaya uyum göstermekle eleştiriliyor; kimilerince yeterince modern olmamakla ama sürekli bir yeniden üretilen tanımlama ve etiketleme tutumuna maruz kalıyor. Peki Müslüman kadının kendini idrak ve tanımlamasına dair tutumu nedir? Her ne kadar hem ülkemizde hem de dünyada Müslüman kadının benimsediği değer dünyası perspektifinden bir özne olarak kendini nasıl inşa ettiği ve tanımladığı pek merak konusu olmasa da alternatif bir yaklaşıma açık olanlar için bu yazıyı kaleme aldım.
Zorunlu feminizm
Kamusal alanda yer alan, profesyonel hayatın içinde olan ya da adaletli bir toplum için aktivizmle toplumsala dokunan dindar (çoğu başörtülü) kadınlar çeşitli tanımlamalara sıkça maruz kalıyorlar. Çoğunlukla feminist ya da İslami/İslamcı feminist olarak görülen bu kadınlar kimi zaman da sadece İslamcı ya da fundamentalist olarak nitelendirilebiliyorlar. Her ne kadar fundamentalist ifadesinin son yıllarda daha az kullanıldığına şahit olsak da özellikle İslamcı feminist ve feminist gibi nitelemeler söz konusu kadınları çok kaba ve kendi tercihlerinin muhalifine bir kategorileştirmeye maruz bırakıyor. Aslında bu tutum, Müslüman kadının özne olamayacağı ve dahi kendine dair görüşünün güvenilir olmayacağı fikrinin bir yansıması olarak sadece gündelik hayatta karşılaşılan bir durum olmaktan çıkıp entelektüel ve akademik alanlarda da ağırlık kazanıyor. Böylece anlama yöntemini temel aldığı iddiasındaki sosyal bilimsel yaklaşım daha baştan kendini inkar eden bir tutum içine giriyor.
Geçen yıl uluslararası bir konferansta Kuveytli kadınlar üzerine yaptığı çalışmasını sunan bir Amerikalı sosyolog, söz konusu kadınlardan 'İslami feministler' olarak bahsederken aslında kadınların kendileri için uygun görmedikleri bir kimliği zorla üzerlerine geçirmiş oluyordu. Nitekim sunumu sırasında, "Aslında bu kadınlar kendilerine feminist denilmesine itiraz ettiler ama ben yine de onları İslami feminist olarak tanımlıyorum" diyerek sadece Doğu'yu dilediği şekilde tanımlama yetkisini elinde tutan oryantalist bir tavrı ortaya koymuyor, bunun yanında Müslüman kadın söz konusu olduğunda en temel sosyal bilim prensiplerinden sayılan anlama yönteminin (kişinin yaptığı davranışa yüklediği anlamı ortaya çıkarma) bile rafa kaldırılabileceğini göstermiş oluyordu.
Bir kadın hakları savunucusunun Türkiye'nin önemli kadın entelektüellerinden biri olan Nazife Şişman'la diyaloğu da aslında yanlış bilinç sahibi Müslüman kadınlara bir tür ayar verme çabasının örneğiydi. Şişman'ın anlatımından anlaşıldığı üzere kendisinin feminist olmadığına dair sözleri muhatabınca ikna edici görülmemiş; dahası Şişman, ısrarla feminist olduğuna ikna edilmeye çalışılmıştı. Yine başka bir seferde Arap kadınları üzerine çalışmalarıyla tanınan Miriam Cooke, Şişman'ın neden kendisine feminist demediğini anlayamadığını söylemişti.
Müslüman kadının hak talebi
İlginç olan şu ki, kamusal özne olarak sivil, sosyal ve siyasi haklarının savunucusu olan Müslüman kadın, bir yandan isteği dışında bir 'feminizm' atfına maruz bırakılırken; diğer yandan bunu nakzeder biçimde söz konusu kadınların ataerkil dini düzeni içselleştirdikleri gerekçesiyle haklarından mahrum bırakılması meşru görülüyor. Böylece onlarca yıl kamu hizmeti vermek bir yana almakta bile sorun yaşayan Müslüman kadın, modern kadının ötekisi olarak inşa ediliyor; ancak aynı kadın daha adil bir rol paylaşımı istediğinde feminist olarak tanımlanmayı hak ediyor! Buradaki tenakuzu anlamak için birkaç hususa dikkat çekmek gerekiyor: Öncelikle feminist tanımlaması kadın cinsinin her türlü hak arayışının bir ifadesine dönüştürülüyor ve kadının toplumsal varlığının iyileştirilmesi, sorunlarına çözüm bulunmasına yönelik her talep feminizm olarak görülüyor. Böylece Müslüman kadının hak talebi Batı'da üretilen kadın çalışmalarında 'İslami feminizm' (Islamic feminism) olarak niteleniyor. Türkiye'de ise seküler feministler, sosyo-kültürel açıdan daha aşağı gördükleri dindar kadınları kendilerinden ayrıştırma çabası içine girerek 'İslamcı feminist' tanımlamasıyla işin içinden çıkmaya çalışıyorlar. Oysa kendini gerçekten feminist olarak tanımlayan dini kimliği belirgin kadınlar bile İslamcı feminizmin aslında dini metinlere feminist eleştiriyi uygulayan kimseler için kullanılması gerektiğini ifade ediyorlar. Dolayısıyla bu indirgemecilik sadece feminizme mesafeli duran kadınları değil, feminizme ilgi duyan ya da onu kimliğinin bir bölümü olarak benimseyen Müslüman kadınları da baskılıyor.
Öte yandan, dini referanslarını geride bırakmaya niyeti olmayan Müslüman kadın, pozitivist tek tipçi modernleşme anlayışından hâlâ kurtulamayan sekülerist sivil, siyasi ve entelektüel elit tarafından çözümlenemiyor; çünkü bu yeni profil, mevcut zihin kalıplarından hiçbirine uymuyor. Söz konusu çevrelerdeki bu zihni konformizm, kamusal alanı paylaşmaya yönelik isteksizliğin de eklenmesiyle, içinde nefret barındıran bir tepkiselliğe yol açıyor. Nitekim 10 yılı aşkın süredir daha adil bir paylaşım çabasına rağmen Türkiye kamusal alanının bugün hâlâ büyük oranda sekülerist sivil-ekonomik elitlerin kontrolü altında olduğu gerçeği dikkatlerden kaçmıyor. Tüm abartılı söylemlere rağmen, genel olarak dindar kesimlerin özelde ise dindar kadınların kamusal alanda elde ettikleri görece serbestiyet, on yıllar içinde tesis edilen sekülerist hegemonyayı kırmaya yetmiyor. Bu durum, Türkiye'deki ekonomik güç dengesinin hâlâ büyük oranda seküleristlerin lehine işlediğini dikkate aldığımızda daha da netleşiyor.
Reçel yapmayı bilmeyen kadın feminist midir?
Dindar kadının kimliği üzerinde söz söylemeye kendini yetke sahibi görenler sadece sekülerist elitler ya da sosyal bilimciler değildir. Bunların yanı sıra muhafazakar toplum kesimlerinin bir kısmı da kimin feminist olup kimin olmadığına kültürel kriterleri esas alarak yorumda bulunuyor. Böylece geleneksel kadın rollerinin dışına çıkanlar, olumsuzlama barındıracak şekilde feminizm yakıştırmasıyla karşı karşıya kalabiliyorlar. Kimisi entelektüel kaygılarından ötürü, kimisi eşinden bağımsız bir ilgi alanına sahip olduğu için, kimisi de reçel yapmayı bilmediği için feminist olarak tanımlanabiliyor. Burada da başka tür bir kafa karışıklığı dikkati çekiyor. Tarihteki ilim, fikir ve itibar sahibi Müslüman kadınlarla ve özellikle de entelektüel Osmanlı kadınlarıyla bağları koparılan ve uzun bir süre toplumsaldan uzak kalan dindar kadınlar, tüm yasaklara rağmen yüksek eğitim alıp kamusal alana çıktıklarında sadece seküleristler tarafından değil, geçmişin kadın mirasından bihaber toplum kesimleri tarafından da yer yer şaşkınlıkla karşılanabiliyor.
Peki etrafında süregiden tüm bu tartışmalar karşısında dindar kadın kendini nasıl tanımlıyor? Tek tipleştirici bir yaklaşımdan sakınarak belirtmek gerekir ki; az da olsa kendini feminist olarak tanımlayan dindar kadınlar olduğu gibi, modern dünyada dini yaşama imkânlarını oluşturma çabası içinde bulunan ve kendini İslamcı olarak nitelendiren kadınlar da yeni yükselen kamusal dindar kadın profili içinde yer alıyor. Ancak ideolojik yönelimlerden uzak duran çok daha geniş bir kitle var ki, bu kadınlar kendilerini tanımlamak için Allah'ın seçtiği bir isim olan 'Müslüman'ı yeterli buluyor. Feminizmi Batılı kadının hikâyesinin bir merhalesi olarak gören ancak feminist tecrübenin katkılarını da inkâr etmeyen bu yeni kadın profili, toplumu kadın ve erkeğin rekabet içinde olduğu değil; uyum ve iş birliği içinde olduğu bir alan olarak tasvir ediyor. Her ne kadar söylemlerinde yer alan uyum ve iş birliğini hayata geçirmek pek çok sorunu beraberinde getirse de hak, adalet ve emanet gibi kavramlar eşliğinde feminist söylemlere alternatif yaklaşım arayışları sürüyor. Ancak bu son derece saygıya layık çaba, sekülerist ve feminist çevrelerin küçümseme, itiraz ve hatta saldırılarına maruz kalıyor.
24-25 Kasım tarihlerinde Kadın ve Demokrasi Derneği'nin (KADEM) düzenlediği Uluslararası Kadın ve Adalet zirvesinde feminizmin hegemonik eşitlik söylemine alternatif bir cinsiyet adaleti söyleminin tartışmaya açılmak istenmesi aslında bu yazının konusu olan yeni yükselen kamusal dindar kadın profilinin cesaretini de ortaya koyuyor. Eşitlik söyleminin eksik kaldığı yerlerde eşitliği de içinde barındıran bir adalet söyleminin teklif ediliyor oluşu, her ne kadar kimilerince kadınları geriye götürecek girişimler gibi yorumlansa da aslında mevcut söylemlerin kadının toplumdaki yerini iyileştirmeye yetmediğini fark eden entelektüel dünyanın eşitlik ötesi arayışlarına da eşlik ediyor. Üzerinde titizce çalışılması ve tartışma alanlarının oluşturulması durumunda dindar kadınların değer dünyalarıyla çatışmayan söylem ve duruşa ulaşmaları kanaatimce imkânlar dahilinde yer alıyor.