Sabahın ilk saatlerinde uyandığımda aklıma gelen ilk şeyin e-mail kutuma bakmak olduğunu fark ettiğim andaki kaygıma bir anda birçok soru da eşlik etti. Bu soruları paylaşmak istiyorum çünkü gözlemlerime dayanarak bunun sadece kişisel bir sorun olmadığını düşünüyorum. Aynı masayı, aynı odayı paylaştıkları halde ellerindeki sihirli halılar sayesinde birbirlerine çok uzak diyarlarda dolaşan birçok insanı her gün bir arada görebiliyorum. Tahmin ediyorum ki sizin de etrafınızda tecrübe ettiğiniz hadiselerdendir; aynı masayı paylaştığı arkadaşı ile sohbet etmek yerine bir paylaşım ağında olmayı yeğleyen insanlardan oluşan ortamlar. Peki, neden beraberken birlikte olamıyoruz? Üzerimizde bu denli büyük bir etkiye sahip olan sosyal medya tam olarak nedir?
Sosyal medya eğer bir ülke olsa en kalabalık nüfusa sahip olarak Çin Halk Cumhuriyeti'ni çoktan geride bırakabilirdi. Üstelik çok da kolay bu ülkenin vatandaşı olabilmek... Yeni doğan bebeğine Facebook hesabı alan ebeveynlerin yaşadığı bir dünyadan bahsediyoruz. İyi tarafından bakarsak, böylece çocuklarımız kolay yoldan çifte vatandaşlığa da ulaşmış oluyorlar. Zaten hangimizin Facebook veya Twitter hesabı, Instagram'da fotoğraf paylaşımları yok ki? Hepimiz farklı kimliklerle bu sosyal medya ülkesinde yaşıyoruz. İyi bir vatandaş olmanın gereği olarak da kimliklerimizi, paylaşımlarımızı sürekli 'update' ediyoruz. Peki bu sosyal medya vatandaşlığını neden seçtik? Daha farklı bir şekilde sorarsak; neden sosyal medyadan uzak kalamıyoruz? Acaba sosyal medya hayatımıza neler taşıyor? O olmasa neler olurdu hayatımızda?
Bir ofis düşünün ki, hemen hemen her eleman Twitter'da son yaptığı tespitin kimler tarafından 'retweetlendiği' merakıyla çalışıyor. Ya da Facebook hesabını kontrol etmeden iş gününe başlayamıyor. İnsanlar iş toplantılarında bile mesaj yazıp, tweet atıyor. Aslında hepimiz mesaimizin büyük bir bölümünü Facebook, Twitter gibi büyük sosyal medya şirketlerinde çalışarak geçiriyoruz. Onlar daha çok kişiye ulaşabilsin, daha çok reklam alabilsin diye sürekli yorumlar yapıyor, fotoğraflar paylaşıyor, kendi hikâyelerimizi yazıyoruz. Üstelik de bedavaya! Acaba bu kaçak mesailer gerçekte yaptığımız işlerin niteliğini tehdit ediyor mu? Belki de Michel de Certeau'nun kavramlaştırmasıyla anlamaya çalışırsak, 'işçilerin kendilerine dayatılan iktidarın gözetiminden kaçarak buldukları stratejik taktikler' diyebiliriz bu kaçamaklara. Yoksa Certeau'yu gündelik hayata hiç karıştırmadan, bu internet bağlantılarını sadece modern zamanların sigara molaları olarak mı düşünelim?
Bir öğrenci yeni biri ile tanıştığı anda, o kritik soru ile karşılaşır: WhatsApp'ın var mı? Bu soruya vereceği yanıta göre öğrencilerin arasına kolayca karışabilecek ya da sosyalleşmesi uzun zaman alacaktır. Zaten bir öğrenci Twitter hesabı yoksa okuduğu okulun hatta yaşadığı ülkenin gündemini nasıl takip edebilir ki? Facebook'u yoksa nasıl popüler olabilir? Instagram'ı yoksa ne kadar çok yer gezdiğini, ne türden lezzetlerin tadına baktığını, ne kadar renkli bir kişiliğe sahip olduğunu başkalarına nasıl ispatlayabilir?
Sosyal medya sayesinde birçok insanın hayatı gözlerimizin önünden akıyor. Bu hayatların ne kadarı gerçek ne kadarı yapay? Herhalde hiçbir zaman insanların arkadaş sayılarının ne kadar olabileceği konusunda beklentiler bu kadar yüksek olmamıştı. Mesela benim gibi çocukken dört tane arkadaşı olan birinin şimdi 2 bin tane arkadaşı olması mümkün mü? Bu işte bir gariplik yok mu?
Bu manzara bizim hakkımızda bize neler söylüyor? 'Gör beni, beni de gör' diye gülümseyen resimler ne anlatıyor hakkımızda? Ya 'bir laykı çok görme be ablacım' diye yakınan paylaşımlar? Bu karşı konulmaz istek değil mi, her anımızı hatta en mahrem olanlarını bile Facebook durum bildirimlerine yazdıran, Instagram'da sayfa sayfa fotoğraf paylaştıran? Bütün bu umutsuz çırpınışlar 'görülmek' ve dahası 'kabul görebilmek' için. Abraham Maslow'un ihtiyaçlar hiyerarşisinde zirvenin hemen altında yer alan bu 'kabul görme ihtiyacı' mı bizi sürekli paylaşım yapmaya teşvik eden? Ne kadar 'like' alırsak o kadar canlı hissediyoruz kendimizi. Aldığımız 'like' kadar varız, retweetlenen tweetlerimiz kadar değerliyiz artık. Güzel bir akşamın ardından, kaç kişi tarafından etiketlendiğimizi görebilmek için hemen Facebook'a bakıyoruz. Bir mekâna girer girmez ilk olarak 'check in' yapıyoruz, bir varlığımızın olduğundan emin olabilmek için. Yanımızdan hiçbir zaman ayırmadığımız o minik cihazlarda yaşanan bir hayat yaratıyoruz kendimize ve bu sanal sosyal yaşam bir süre için bize kendimizi iyi hissettiriyor.
Benzer örnek ve tespitleri çoğaltmak mümkün. Hepimiz çevrim içi hayatlarla kuşatılmış durumdayız. Acaba bu büyük ağa girdiğimizde bize neler oluyor ki, eskiden yanlış ya da nahoş bulacağımız birçok davranışı artık kabul ediyor hatta bizzat yapıyoruz. Başkalarının da canı çeker endişesi ile sokakta yemek yememe terbiyesiyle büyütülmüş iken şimdi her gün Facebook ve Instagram'da birbirinden iştah açıcı yemek fotoğraflarına bakarken yakalıyorum kendimi. Hatta güzel bir sofra gördüğümde çatala kaşığa uzanmadan önce fotoğrafını çekmek için telefonumu arıyorum. Cebimizde taşıdığımız bu küçük araçlar, psikolojik olarak bizim üzerimizde o kadar güçlü bir etkiye sahip ki sadece davranışlarımızı, terbiyemizi, alışkanlıklarımızı değiştirmiyor, bizim kim olduğumuzu da değiştirmiş oluyor.
Herhangi bir şeyin bizim için Facebook kadar bağlayıcı ve kuşatıcı olabilmesi için ya bize gerçek bir tatmin sağlıyor olması ya da kaçındığımız bir durumdan bizi uzak tutabilmesi lazım. Hayati bir ihtiyacı karşılamıyor olsa ondan kolayca sıkılmamız mümkün olabilirdi ya da uzaklaşmamız bu kadar zor olmazdı. Bu sosyal ağları yaratan zekâlar, insanı çok iyi tanıyor olmalı. Zira bizi en zayıf noktamızdan yakalıyor: yalnız kalma korkumuzdan. Yalnız kalmak her insan için zaman zaman korku verici olabilir. Belki de yalnız kalma kaygılarımızdan uzaklaşabilmek adına bu sanal dünyalara bağlanıyoruz. Böylece bu kuşatıcı ağlar sadece diğer insanlarla iletişim kurma yolumuzu değiştirmiş olmuyor, kendimizle kurduğumuz ilişkiyi de dönüştürüyor. Kendimizle vakit geçirmeyi beceremiyoruz. Hatta o ihtimalden bile hızlıca uzaklaşıyoruz. Kendimizle baş başa kaldığımız ilk anda ellerimiz o minik akıllı cihazlara uzanıveriyor. Biraz dikkatli gözlerle baktığımızda bu manzarayı her yerde görebiliriz. Durakta otobüs bekleyen gençlerde, verdiği siparişi bekleyen müşterilerde, geciken arkadaşını bekleyen insanlarda... Kendimizle baş başa kalmaktan korkar gibiyiz. Bu bizi o kadar huzursuz ediyor ki gittiğimiz her ortamda ilk iş olarak bedenlerimizle bütünleşmiş olan bu minik cihazları besleyebilmek için elektrik prizleri arıyoruz.
Acaba bizi insanlara, fikirlere daha çok yakınlaştırması beklenen bu dünya gerçekte bizi en yakınımızdaki insanlardan uzaklaştırıyor olabilir mi? Bu soruyu çok ciddi bir ikilem içinde soruyorum kendime. Sosyal medyanın ciddi sorunlara sebep olduğunu gözlemleyen ama aynı zamanda onu kullanan biri olarak. Bir yandan da, onun mu beni kullandığını yoksa benim mi onu kullandığımı anlamaya çalışıyorum. Zira bu sosyal medya teknolojisi bizi bir yerlere götürüyor ama bu yer neresi olacak, nasıl olacak, oraya giderken yolda neleri yanımızda götürürken nelerden ayrı düşeceğiz bilmek istiyorumBelki bir dakika için geri çekilip hayatlarımıza bir de bu gözle bakarsak, gerçekte neyin eksikliğini çektiğimizi, ya da hangi fazlalıkları hayatımıza tıkıştırırken neleri ıskaladığımızı yeniden gözden geçirebilir, kendimizi daha iyi tanımak için bunu bir imkân olarak görebiliriz. Eksikliğini hissettiğimiz şey ile onu gidermeye çalıştığımız şeyin aynı türden olup olmadığını, derde deva olmak yerine susuzluğumuzu daha da artırabileceğini aklımızda tutmalıyız.
'İnternetsiz bir hayat mümkün! Hadi tüm sosyal ağları kapatalım' gibi bir teklifte de bulunmuyorum, kaldı ki bu öneriyi gerçekçi de bulmuyorum. Bu noktada, modern tıbbın kurucuları arasında yer alan Paraselsus'un 'doz' kavramından yardım alabiliriz diye umuyorum. 'Tüm ilaçlar zehirdir, ilacı zehirden ayıran ise dozudur' cümlesi sosyal medyanın bizim için yeni bir bağımlılık haline gelmemesi yolunda yol gösterici olabilir. Zaten her konuda ölçülü olmamızı öğütleyen İslam'ın bilgeliği de tam olarak buna denk düşmez mi?