Reşat Nuri’nin İstanbul kızı Çalıkuşu’nu, Yakup Kadri’nin Yaban’ı Ahmet Celal’e verselerdi ikisi de mutlu mesut yaşarlardı. Birbirlerine diyecek ne çok şeyleri, paylaşacak ne çok hatıraları olurdu…
Çalıkuşu diğer adıyla Feride bint-i Nizamettin, TV dizisi olması nedeniyle tekrar gündemimize geldi. Bizim neslimizin kızları Çalıkuşu'nu okumadan orta kısımdan liseye geçemezdi. Çalıkuşu'nu hıfzetmek, Cumhuriyet kızı olmanın ibadetiydi. Öyle ya, bizler de Feride gibi okuyup 'tenevvür' edecek, 'yobazlığa' ve 'softalığa' gark olmuş diğer kız çocuklarını aydınlatacaktık. Kendimize yapıldığı gibi biz de 'yalın kat gerçekler yerine bin türlü masalları' öğrencilerimize anlatacaktık. Bu son derece masum hedefi benim neslimin her okuyan kızı kendine ideal edinmişti. Ancak o yaşlarda o kitabı okurken kaçırdığımız bir ifade vardı kitapta: 'Dışarlıklılar.' Oysa hem öğretmenlerimiz hem tek tek neredeyse hepimiz 'dışarlıklıydık.' Kendimizden bahsedildiğini ısrarla anlayamadık.
Kıvancın insanı irrite eden kılıfına sarılmış Çalıkuşu romanı, dışarlıklılara bakış itibariyle Yaban romanından daha masum değildi ama nedense bütün edebiyat eleştirmenleri tarafından ıskalandı. Gerçekte Reşat Nuri de Yakup Kadri gibi Üsküdar'ın doğusundan itibaren vahşilerin hükümranlığından ve şerrinden yakınır. Belki de bu yüzden, Berna Moran meşhur kitabında Reşat Nuri'ye değinmemiştir. Selim İleri, 21 Aralık 2008'de yazdığı 'Reşat Nuri'yi Yeniden Okumak', başlıklı yazısında, Berna Moran'ın Türk Romanına Eleştirel Bir Bakış adlı çalışmasında Reşat Nuri'ye yer vermeyişini, onun eserlerini incelemeye değer bulmamasına bağlayarak durumdan duyduğu üzüntüyü dile getirir. Yakup Kadri ile Reşat Nuri'yi karşılaştırmasından da bahseden İleri, nedense Moran'ın bu eleştirilerinin içeriği ile ilgilenmez.
Reşat Nuri'nin İstanbul kızı Çalıkuşu'nu, Yakup Kadri'nin Yaban'ı Ahmet Celal'e verselerdi ikisi de mutlu mesut yaşarlardı. Birbirlerine diyecek ne çok şeyleri, paylaşacak ne çok hatıraları olurdu…
Öksüz ve yetim Çalıkuşu izzetinefsini, asker olan Yaban ise bir kolunu kaybetmiştir. Ceplerindeki İstanbul adreslerinden umudunu yitiren bu iki yaralı insan baba evi niyetine Anadolu'ya sığınırlar. Gel gör ki, gerek Yakup Kadri'ye gerek Reşat Nuri'ye göre bu sığınma Anadolu insanı için bir lütuf olmalıdır. Reşat Nuri'nin Hâkimiyet-i Milliye gazetesinde Yaban için yazdığı 'tenkit'ten çıkarıyoruz bu sığınmanın aslında bir lütuf olduğunu. Reşat Nuri'ye göre; "Vatanın en derin yerlerinde vatansızlık bulmak… Acı fakat münevverin tatması lazım gelen bir müşahededir." Her iki kahraman da bu 'dışarlıklılar'da sevmeye değer bir şey bulamazlar. Her ikisi için de bu insanlar gülmeyi bilmezler. Yaban'ın sığındığı köyde bir çocuğun adı 'adsız' iken Zeyniler köyünde kız çocuklarının adı ya Ayşe ya da Zehra'dır. Munise hariç. Hatta Yaban, ileri giderek kendini köydeki bir eşeğe insanlardan daha yakın hisseder. Her iki romanda da İslamiyet 'yobazlık, softalık veya menfaat düşkünlüğü' olarak tezahür eder.
#Sayfa#
'Üsküdar'dan bu yan lo kimin yurdu?' sorusunu neredeyse yüzyıl öncesinden haklı çıkaran bir yurt tanımı böylece başlamış olur. Feride, gezdiği bütün şehir ve kasabalarda itilip kakılmaktadır. Bu vahşiler tarafından o muhteşem güzelliği ve sahip olduğu latif İstanbul adabı yüzünden 'hafif kız' olarak telakki edilmektedir. Reşat Nuri'nin Feride'yi bir Anadolu evladına yâr etmeyişi ve Kamuran'a saklayışı, derin bir tutkudur. O biçarenin sırtına yüklediği 'namuslu' olma ve kalma zorunluluğu ise sadece ve sadece bir konu (!) ile sınırlıdır.
Feride'nin Anadolu'daki macerası boyunca insani temas kurduğu ve sevebildiği herkes ve her şey İstanbulludur ya da İstanbul'la ilgilidir. Feride'nin B.'deki Ermeni Hacı Kalfa ve ailesine duyduğu teveccüh romana ısınmanızı sağlayacakken, birden başka bir gerçekle karşı karşıya gelirsiniz. Hacı Kalfa ve ailesinin sıcakkanlılıklarının ve sempatikliklerinin hikmeti, Samatya'dan B.'ye göç etmelerinde saklıdır. Zeyniler Köyü'ndeki Munise'nin de annesi Sarıyerlidir. Bu vahşi ve yoksul şartlarda doğmuş, büyümüş olmasına rağmen Munise'nin kanındaki İstanbulluluk ona tuhaf bir kibarlık ve letafet katmaktadır. Hatta bütün bu tuhaf halleri, bu vahşilerin onun üstüne çullanmasına sebep olmaktadır.
Zeyniler'de karşılaştığı ve hamisi olacak olan Doktor Hayrullah Bey, Feride'nin peçesine ve çarşafına rağmen onun hemencecik 'dışarlıklılar'dan birisi olmadığını anlar. Bu kadar latif bir yaratık muhakkak İstanbullu kibar bir ailenin çocuğudur. O tatlı, babacan ve namuslu Hayrullah Bey de zaten Feride'nin sevgisini ve itimadını kazanmasını, doktorluk mesleğinden başka Rodoslu olmasına borçludur. Zira o babacanlık ve namusluluğa Rodos'un doğusunda rastlanamaz gibidir.
B.'deki Hacı Kalfa, Zeyniler Köyü'ndeki Munise, Munise'nin annesi ve Doktor Hayrullah Bey, istisnasız sarışın veya mavi gözlüdürler. Reşat Nuri, başka renkten olanlara romanında makul bir yer biçmemeye ant içmiş gibidir. Bu arada Doktor Hayrullah Bey'in cepheden gelen yaralı asker hastaları ise doktorun o muazzam babacanlığından paylarını, sadece vatan için ölüyor olmalarından dolayı 'ayılar' olmaktan kurtulup 'ayıcıklar' olmakla alabilmektedirler.
#Sayfa#
Ne Feride ne de Ahmet Celal'in, mesela Lawrence'ın Arabistan'da, Gerthruth Bell'in Irak'ta, George Orwell'ın Burma'da yerli insanlarla kurduğu teması kuramadıklarını tabii ki Kadrocu Yakup Kadri ve de onun Yaban'ını 'tenkit' eden ve ancak beyaz dizilere yakın roman yazabilen Reşat Nuri göremeyeceklerdi. Orwell'ın samimi Burma macerasını ayrı tutarsak, Lawrence ve Bell'in Arabistan ve Irak maceraları, gerçek sömürge memurlarının kendi ülkeleri namına sahici çabalarını içermektedir.
1933'te Yaban yayınlandığı zaman yerli ve yabancı edebiyat eleştirmenleri bu esere bir 'başyapıt' muamelesi yaparlar. Ancak aynı yıl Varlık dergisinde Burhan Ümit Toprak'ın Yaban için yazdığı eleştiride, Ahmet Celal gibi insanlar Anadolu'da 'sahte sömürgeciler' olarak konumlandırılır. Andre Gide'in Dar Kapı'sını Türkçeye, Yunus Emre Divanı'nı Fransızcaya kazandıran Toprak'ın eleştirisi oldukça serttir. Toprak'ın aktardığına göre; Anadolu'da bir öğretmene bir köylü "İngilizler İstanbul'dan çıktı mı?" diye sorunca, öğretmen şaşırarak "Çıktılar tabii, 10 sene oldu" diye cevap verir. Şaşırmış köylü bunun üzerine, "Peki ama buralarda siz ne ararsınız?" diye sorar. Toprak'ın aktardığı bu anekdot, Yaban'a ve Kadrocu Yakup Kadri'ye en azından bazı çağdaşlarının tepkisini izah etmesi açısından önemlidir.
Ahmet Celal için 'Hamlet bozması paşazade' tabirini kullanan Toprak, Falih Rıfkı'nın bu zat hakkındaki yorumunu da aktarır. Falih Rıfkı, bu paşazadenin iki kusurundan bahseder. Bu kusurlarından birincisi, 'paşazadenin kendisini insan zannetmesi'dir. İkincisi de 'kendisini bu milletten sayması'dır.
İhtimal o ki Reşat Nuri, başımıza bu 'iyi niyetli diktatörlük' çorabının örüldüğü bu dönemde Çalıkuşu'nu 'iyi niyetlerle' kaleme almıştır. Hatta Cumhuriyet kızları namına fevkalade iyi niyetli hedefleri de vardır. Bir kızın hele hele öksüz ve yetim bir kızın, namuslu kalmak gibi bir sorumlulukla, Mütareke ve Kuvay-ı Milliye yıllarının gazabından kadın olarak payını iki kere alacağını dolaylı yollardan da olsa gündeme getirmektedir. Ama Yakup Kadri için aynı iyi niyetlerden söz etmek mümkün görünmemektedir.
Berna Moran, Yakup Kadri'nin Yaban'daki tavrını, geleneklerine ve İslam dinine bağlı Anadolu insanının 1922-1932 yılları arasındaki devrimleri benimsemiyor olmalarına bir tepki ile açıklamaktadır. Ona göre 1932'den itibaren Kadrocu Yakup Kadri, Anadolu insanını tutuculuğun ve gericiliğin kaynağı olarak görmektedir. Zira Yakup Kadri, devrimin bilincine varmış inkılapçı bir aydın zümrenin devleti idare etmesi gerektiğine inanmaktadır. Böylece Yakup Kadri'ye göre kendisine teknik aşı yapılmış köylüler, aydının üstünlüğüne ikna olacak, artık münevvere 'Yaban' diyemeyecektir.