Doğal yaşamın ritmi ile aramızdaki kırılgan denge Bal Ülkesi
Hatırı sayılır bir seyirci kitlesi olan belgesel filmlerin ve alt türlerinin altın çağını yaşadığı bir gerçek. Belgesel filmlerinin son zamanlarda izleyici için dikkat çekici olmasındaki en önemli etkenin yapımların sinemasal bir anlatıya sahip olmasından kaynaklandığını söyleyebiliriz. Belgeselin alt türlerinden biri olan sıradan insanların hayranlık uyandıran hayat hikâyeleri, önemli bir izleyici kitlesine sahip…
Festivallerin gözdesi olan bu yapımlar seyircisine belgesel izlediğini unutturup sanki bir sinema filmi izliyormuşçasına karakterle empati kurmasına izin verip, seyirciyi hikâyenin içerisine alan bir dil kullanır. Bu anlatılarda yönetmen kaynağını gerçeklikten alarak öznel tavrını inşa etmekten geri durmaz ve filme derin, büyük anlamlar yükler. Sıradan insanların anlatıldığı hikâyeler, seyirciye kendisini karakterle kolaylıkla özdeşleştirebileceği bir imkân sağlar. İdeolojik bir karakter olmadığı için de bu figürler daha evrensel niteliktedir.
Tamara Kotevska ve Ljubomir Stefanov'un yönetmenliğini üstlendiği Bal Ülkesi/Honeyland bu anlatı özelliğini taşıyan belgesel filmlerden. Filmin ana karakteri Hatice, Makedonya'da insanların terk ettiği ücra bir köyde yaşlı annesiyle birlikte bir başına yaşamaktadır. Geçimini geleneksel yöntemle bal üreticiliği yaparak sağlayan Hatice'nin doğa ile ahenk içerisinde olan bilgece tavırlarına, naif yüreğine ve cesaretine hayran kalmamak elde değil.
Film, Hatice'nin uzun yollar aşıp ancak bir kişinin geçebileceği darlıkta, dağın yüksek tepesinde bir kayalığın içindeki balları toplama sekansı ile başlar. Sahne oldukça büyüleyicidir, bu yolculuğunda Hatice adeta bir arıyı andırmaktadır.
Hem size hem bize…
Hatice, doğanın kendisine hediye ettiği balı üretirken onun hassas dengesini korumaya özen gösterir. Balın yarısını kendine alırken yarısını da arıların hakkı olarak bırakır. Peteklerden her bal alışında Hatice'nin söylediği "hem size hem bize; yarısı sana, yarısı bana" sözleri filmde çoğu kez yinelenir. Bakıldığında çok anlaşılır olan bu tavır günümüz modern insanının yaşam biçimi olan kaynakları sonuna kadar tüketme ve "kullan-at" kültürünün çok ötesinde duruyor.
Hatice doğal kovanlarından aldığı balları Üsküp'te halk pazarındaki esnafa satar. Oradan evin ihtiyaçlarını alır ve annesinin yanına geri döner. Annesi çocuk gibidir, Hatice onu elleriyle besler, yıkar. Babası izin vermediği için Hatice evlenmemiştir. Kardeşleri daha küçük yaşta ölen Hatice annesi ile köyde tek başlarına kalakalmıştır.
Hatice etnik kökenden ve inançlardan bağımsız olarak, o bölgeye özel son doğan kız çocuğun anne ve babası ölene kadar ailede kalması geleneğinin bir taşıyıcısıdır. Hiç gerçekleşmeyen aile kurma özlemi, arılara gösterdiği sevgide vücut bulur. Anne kız aralarındaki ilişki ise oldukça samimidir. Filmin ilk aksında terk edilmiş köyde iki kadının günlük rutinlerine şahit oluruz.
Sığır sürüsü olan yedi çocuklu göçebe bir ailenin köye gelmesiyle hareketli günler başlar. Hatice onları sevgiyle karşılar, çocuklarıyla arkadaş olur. İlerleyen günlerde ailenin babası Hüseyin de arıcılık yapmak ister. Hatice ona yardımcı olur ve bildiklerini anlatır. Kovanlarındaki balı hiçbir zaman tamamen boşaltmaması gerektiğini, aksi takdirde aç kalan arıların Hatice'nin arılarını öldüreceğini bu dengeyi koruması gerektiğini söyler. Fakat Hüseyin sipariş aldığı iki yüz kiloluk balı yetiştirmek için kovandaki bütün balları satar, bunun üzerine aç kalan arılar Hatice'nin arılarına saldırır ve öldürür.
Hatice'nin ancak temel ihtiyaçlarını karşılamaya yeten ballarının büyük kısmı zarar görür. Hatice olanlara çok üzülür, Hüseyin'e kızar. Hüseyin'de satıcı ile yaptığı anlaşmayı bahane eder. Bundan sonra Hatice aile ile arasına mesafe koyar. Yeni gelenler Hatice'nin huzurlu yaşamını bozar, dramatik aksiyon bu epizotla başlar. Belgeselde çatışmanın en yoğun hissedildiği andır.
Sömürgeci üretim sistemi
Yönetmenler bu esnada Hüseyin'in ailesini yakın plana alır. Anne baba, sığır sürüsü ve arıcılık işi ile ilgilenmekten çocuklarla pek vakit geçirmezler. Sürekli iş peşinde koştururlar. Çocukların üstleri başları toz toprak içerisindedir. Ayrıca çocuklar arıcılık işinden nefret eder, çünkü koruma giysisi olmayan çocukları arılar sürekli sokmaktadır. Çocuklar acı içinde kıvranır. Hüseyin çocuklarına acımaz. "Hepsini sizin için yapıyorum, bana yardım etmezseniz sizi okutmam, aç bırakırım" diye tehdit eder. Karısı ise çoğunlukla çocuklarından ziyade eşinin yanında fiziksel olarak kadını zorlayabilecek birçok işi yapmaktan sorumlu erkek işçi rolündedir.
Köydeki çalışma şartlarıyla şehirdeki şartlar arasında yapılan mukayesede şehir hayatında insana bir an olsun nefes aldırmayan sert çalışma koşullarıyla birçok ortak noktanın olduğu görülebilir. Bu sebeple Hüseyin'in yaşam tarzında kapitalizmin izlerini görmek mümkündür. Sığırlarından gelecek gelire kanaat etmeyen daha fazlasını isteyen Hüseyin, Hatice gibi arıcılık yapmaya başlar. Fakat bunu gerçekleştirirken doğanın dengesini bozarak Hatice'nin tembihlerine rağmen arılara kovanda hiç bal bırakmaz.
Kapitalizmin yoğun hissedildiği bir diğer önemli sahne de Hüseyin ve arkadaşının dere kenarındaki bir ağaç kavuğunda Hatice'nin geleneksel olarak ürettiği bal kovanını testere ile keserek el koymalarıdır. Hatice olan biteni üzülerek izler. Hiçbir şey yapamaz. Ailenin bir an evvel köyden gitmeleri için Allah'a dua eder.
Mikrokozmos niteliğinde
Hüseyin'in doğaya karşı saygısızca tutumu, işi yaparken yalnızca elde edeceği kârı düşünmesi, gelecek neslin ihtiyaçlarını göz ardı etmesi bize tam olarak sömürgeci üretim sistemini hatırlatır. Doğa onca cömertliğine karşın kendisine bencil ve saygısız davrananı üzerinde barındırmaz. Hüseyin'in sürüsündeki yeni doğan buzağılar bakımsızlıktan hastalanır, yaklaşık elli buzağı ölür. Hüseyin arıcılık yapacağım derken elindeki hazinesini kaybeder. Bunun üzerine aile köyden ayrılır. Hatice ailenin gidişini sessizce izler; köyde bir annesi, bir de kedi ve köpekleriyle baş başa kalırlar.
Film, insanlar doğaya saygısızlık ettiğinde, insanlığın ne kaybedebileceğini anlatan bir mikrokozmos niteliğinde. Honeyland dünyanın öte ucuna, ücra bir yerine açtığı pencerede modern dünya insanının unuttuğu bir figür olarak Hatice gibi kadınların var olduğuna dair antropolojik ve etnografik veri aktarıyor.
Makedonya'nın doğa koruma projesinde biyolojik çeşitlilik ve sürdürülebilirlik konularını araştırmak üzere küçük bir video hazırlamak için bir araya geldiklerini söyleyen filmin yönetmenleri Tamara Kotevska ve Ljubo Stefanov; Hatice ile tanıştıktan sonra onun hikâyesinden çok etkilenip, Hatice'nin belgeselini yapmaya karar verdiklerini söylüyorlar.
Çekimleri üç yıl süren belgeselde iki aile ile uzun zaman geçirmişler. Bunun sayede oluşan aşinalık ve karşılıklı güven duygusu yönetmenlerin görünmez kalmasını sağlayarak karakterlerden gerçek tepkiler almalarına imkân tanımış. Türkçe bilmeyen yönetmenler, anne kız arasında geçen Osmanlı Türkçesini çevirmenlerinin dahi anlayamadığını fakat bu durumu avantaja çevirebildiklerini ifade ediyor. Bu bize iletişimin en temel seviyesini, yani sözlü olmayan iletişimi gösterdi diyen Kotevska, "Onları gözlemlemek, dili anlamamak harikaydı çünkü çeviri olmadan nelerin işe yaradığını gördük ve bunun bizim için bir avantaj olduğunu keşfettik."
Doğadaki kırılgan dengenin tasviri
400 saatlik çekimlerin ardından Stefanov, "Anne, bizim düşüncemizde tamamen farklı bir karakterdi. Onu her şeyden ötürü çok üzgün bir karakter olarak gördük ancak tüm çevirileri aldıktan sonra, hikâyede tamamen yeni bir karakter gibiydi; çok bilge ve keskin fikirli birisi olduğunu görmüş olduk. Ayrıca komik bile diyebilirim. Kendisi için üzülmüyordu; tam tersine, zamanının geldiğini bilen bir savaşçıydı." Kotevska, Hatice'nin işçi bir arıyla olan benzerliği karşısında annesi Nazife'yi kraliçe arıya benzetiyor. Film süresince Nazife hiç evden çıkmasa da bilgeliği ile kriz anlarında kızına her zaman rehber olmayı başarıyor.
Belgeselde çekimleri enfes kılan bir diğer özellik ise filmde doğal ışık kullanımı... Yaşadıkları bir penceresi olan tek göz odada sabit bir açıdan gelen doğal ışık, Hatice ve annesinin olduğu sahnelerdeki dramatik etkiyi oldukça artırmış. Dar ve ışıksız bir mekân olmasına rağmen ekip başarıyla bunun üstesinden gelebilmiş.
Kotevska, "Hatice için kullandığımız kamera ile aile için kullandığımız kamera arasında bir fark vardı. Hatice için kullanılan kamera çok daha fazla huzur getiriyor. Çoğunlukla statik çekimlerden oluşuyordu. Varoluşunun iç durumunu göstermeye çalışıyor. Aile ile çalışırken ise durum değişti çünkü onlarla aynı şekilde çekim yapmak imkânsızdı. Kendimizi yedi çocuklu ve bir sürü hayvanla mücadele eden bir ailenin oluşturduğu bir kaosun ortasında bulduk ve kamerayı tam da buraya yerleştirdik."
Film uluslararası birçok yarışmada, doğal yaşamın ritmi ve üretim talepleri arasındaki kırılgan dengenin tasvirindeki, doğayla uyum içerisinde yaşayanlar ile çevreye daha az saygılı olan diğerleri arasındaki kontrastı görünür kılmasındaki başarısı ile birden fazla ödüle layık görüldü. Evrensel dili yakalamayı başaran Bal Ülkesi gerçek kadın hikâyelerinin peşine düşen feminist sinema için de güçlü bir temsil olmayı başarıyor.