Bir kadının yola çıktığı yer neresidir? Uzayan saçları mı? Upuzun saçlarını makasladığı o ayna karşısı mı? İlk doğumu mu? Bebeğini emzirdiği ilk an mı? Parmağına alyans takılan o büyülü yer mi? Ya da koltuk altlarından kirli çorapları kaldırmaya başladığı zaman mı? Bu soruya bir cevap vermek mümkün değil. Hem bir kadının yola çıktığı yer sadece kendisini ilgilendirir bana kalırsa. Mühim olan yola çıkmak. Kaplumbağa yürüyüşü veya kurt koşuşu gibi. Ne fark eder? Güzide Ertürk, yolda olan birisi. Pırıl pırıl iki kızı, güzel bir yürüyüşü ve çok güçlü bir kalemi var. Uzun yıllardır Amerika'da yaşıyor. Güzide'yi ilk okuduğumda beni etkileyen şey, öykülerinin okunur okunmaz unutulan, yitip giden öyküler olmamasıydı. Varlığından şüphe duyulmayan karakterleri, sahici bir derinliği ve meselesi var kitaplarının. Son kitabı Loretta'yı bitirdiğimde beklediğimden çok daha fazlasıyla karşılaşmıştım. Ve itiraf etmeliyim ki, "Hoşça Kalın, Norveç" öyküsünün giriş cümlesi olan, "Mira ve Lolo için Amerika, bir tabeladan ibaretti. Oraya varmak, başka tabelaları geride bırakmak demekti" cümlesi haftalarca bir replik gibi dilime dolandı. Röportaj teklifim için dm kutusuna mesaj attığımda ise sağ olsun oldukça samimi bir şekilde buyur etti beni. Güzide Ertürk'le kadın, çocuk, annelik ve yazma biçimi üzerine konuştuk.
Son on yılınıza hem ikiz çocuklar hem de beş kitap sığdırdınız. Güzide Ertürk kimdir, aynı anda iki çocuk bakıp, yazmayı nasıl başardı?
Son on yılda öğrendiğim bir şey varsa, o da hiçbir şeyin benim elimde olmadığı. İkizlerimin olacağını bilmiyordum. Hangi kitapları, nasıl yazacağıma dair net bir fikrim yoktu. Sadece hayattan küçük beklentilerim vardı. Anne olmak, tecrübe etmek istediğim bir deneyim, merak ettiğim bir yolculuktu. Allah bana ikiz kızlar emanet etti. Yazmak ise uzun süreli bir hayaldi. Bu hayal için emek verdim, çaba sarf ettim; kitaplar da bunun arkasından geldi. Geçmişime dönüp baktığımda oraya bir şey sığdırmadığımı görüyorum. Bazı seneler yüzyıl gibi geçti, bazı seneler bir an gibi. Allah kalplerimizi genişletip ferahlattığı gibi, zamanı da kısaltıp uzatabiliyor. "Ben kimim?" sorusuna verdiğim sabit cevaplar yanında Güzide Ertürk'ün bilinmez yönlerini keşfetmeyi de seviyorum. Ruhumdaki parçalarla uğraşırım. Sorulara, cevaplara, çeşitliliğe ihtiyacım var. Kendimdeki fazlalıkları çıkartıp eksiklere anlam vermeye çalışıyorum. İnsanlığım, anneliğim, yazarlığım sabit kalsa da içimdeki birçok şeyin zamanla değiştiğini, farklılaştığını anlıyorum. Çocuklarım ve yazılarım beni ben yapan ana özelliklerimden biri. Onlar olmasaydı geriye benden ne kalırdı bilmiyorum. Benim için ikisi de zorunluluk değildi. Sevdiğim, tutkunu olduğum, ayrılamadığım bağlarım. Hayata böyle baktığınız zaman çocukları da yazıları da taşınması gereken bir yük gibi görmüyorsunuz. Onlar benim için başarıdan ziyade hayatımın renkleri. Özellikle anneliği bir başarı olarak görmüyorum çünkü başarmak için birileriyle yarışmanız gerekir. Yarışan anne tipinden mümkün olduğunca kaçıyorum. Bu hayatı yaşamanın en kolay yolu da eksiklerimizle barışmak.
Anneliğinizin anahtar kelimeleri nelerdir? "Ya iyi bir anne olamazsam" şeklinde kuruntular beslediğiniz oluyor mu?
Anne olmadan önce, annelik üzerine çok düşünmüştüm. Ebeveyn çocuk ilişkisi ve anahtar kelimeler üzerine kaygılarım vardı. İkizlerim olacağını öğrendiğim zaman gülmüştüm. Ben tek bir çocuğa nasıl bakacağımı düşünürken, iki bebek birden geliyordu. O zaman anahtar kelimeleri bıraktım. "Anne" kelimesi de çocuklarla birlikte doğup büyüyen, gelişen bir kelime. Zamanla bu kelimenin yanına başka kelimeler ekleniyor. Kopmaz, dayanıklı bir bağ haline geliyor. "İyi bir anne olamazsam?" sorusu bir karabasan gibi beni takip ediyor. Olabildiğince o soruyu susturmaya çalışıyorum. Annelik kelimesi biraz kıskanç bir kelime. Çok fazla sıfat taşımasına gerek yok. İyi değil de "anne" olmak, bu sorumluluğu üstlenmek başlı başına yetiyor.
Uzun yıllardır Amerika'da yaşıyorsunuz. Gurbette çocuk büyütmenin avantajları ve dezavantajları nelerdir? Çocuklarınızın kültürel kodlarımıza yabancılaşabileceği ihtimali sizi endişelendirmiyor mu?
sizi endişelendirmiyor mu? Kızlarımın kültürel kodlara hâkim olması için çalışmak kolay değil. Farklı bir dilin ve kültürün içinde büyüyorlar. Türkiye'yle ve Türk kültürüyle tek bağları benim. O yüzden, öncelikle kendi bağımı güçlendirmeye bakıyorum. Türkiye'ye gidip gelmek çok etkili oluyor. Aynı zamanda sadece Amerikan kültürü ve Türk kültürünü değil ama dünyadaki farklı kültürleri de bilmelerini istiyorum. Amerika'da çocuk yetiştirmenin avantajları da dezavantajları da var. Dünyanın tek bir noktadan ibaret olmadığını öğreniyorlar, bu bir avantaj. En büyük dezavantajı ise Amerikan kültürünün içinde taşıdığı riskler diyebilirim.
İlk kitabınız Düşeş'te (2010) insanın ruh hâllerini, iç hesaplaşmaları ve kadın sorunlarını ele aldınız. Düşeş'in ilham kaynağı, sizin kadınlığınızın sorunları neydi?
Düşeş'in ilham kaynağı İstanbul ve gençliğimdi. İstanbul'da doğup büyüdüm. Şehrin tarihini, yollarını, insanını severim. O zamanlar İstanbul'u kendi benliğimden ayrı görmezdim. Bir gün ayrı düşeceğim aklıma gelmezdi. Başka dünyaları bilmezdim. Büyülü bir atmosfer. Yaşamın kurgusal yönüne göz dikmiştim, çocuk yanım da oyunlarla meşguldü. Hayalimde büyüttüğüm karakterlerle uğraşırdım. Bu sebeplerden dolayı, Düşeş'teki hikâyeler çok değişkendir. Bir yerde gördüğünüz bir karakteri, ilerleyen sayfalarda bir daha göremezsiniz. Tozlu sayfalar arasında bekleyen bedbaht hayaletin öyküsü biter bitmez, bambaşka bir zamanda geçen farklı bir hikâye başlar. Düşeş'in daha dışa dönük bir kitap olduğunu düşünüyorum. Sadece kadınların yaşadığı çıkmazlardan değil, erkeklerin içine düştükleri bunalımlardan da bahsediyor. İnsanı anlama çabası. Sokak kedisi, bir başkahraman olabiliyor. Düşeş'te herkes için ayrılmış bir yer var.
Bilim kurgu edebiyatının ikona ismi feminist yazar Ursula K. Le Guin ile 2015'te yüz yüze bir söyleşi yaptınız. Ursula'yı merkeze koyarak sormak isterim. Eli kalem tutan kadınların tümü aynı denizde mi yıkanırlar, yaşadıkları ortak sorunlar nelerdir?
Onun kişiliğinden, nezaketinin yanındaki başkaldırışından, bilgeliğinden çok şey öğrendim. Kadınlığıyla barışık olduğu kadar, yaşlılığı da önemseyen biriydi. Müthiş bir hafızası vardı. İnandığı değerlere karşı hassastı ve onları savunmaktan asla vazgeçmedi. Eli kalem tutan kadınlar, farklı denizlere, okyanuslara aittir. Ama gelin görün ki, her denizde fırtına çıkar. Hepsinin büyüklü küçüklü meddücezirleri vardır. İçlerinde farklı balıklar kıpırdaşır. Önemli olan farklılıkları bir kenara bırakıp birbirimizin sorunlarını dinleyebilmek. Biri yaralandığında ona elimizi uzatmak. Bazen bir cümleyle, bir gülümsemeyle destek olabilmek. Her ne kadar birbirimizden farklı olsak da Havva annemizden itibaren ruhlarımızı birbirine bağlayan ortaklıklarımız var. Bu ortaklıkları keşfettikçe, farklılıklarla barıştıkça sorunlar kendiliğinden çözülecekmiş gibi geliyor.
Özelde Türkiye, genelde ise Müslüman ülkelerde kadınların özgür olmadıklarından dem vurulur. Kadın meselesi salt Türkiye'nin "sorunu" mu sizce? Amerika'da kadınlar ne kadar özgür? Bize onların varoluş biçimlerinden bahsedebilir misiniz?
Kadınların özellikle Müslüman toplumlarda özgür olmadığıyla ilgili müthiş bir önyargı var. Önyargılar ve ezberler gözleri kör ediyor ama tabii ki bu "sorunsuz" olduğumuz anlamına gelmez. Kadın olma meselesini sorun olmaktan çıkaracak kişiler yine bizleriz. Kendimizi yeniden tanımlamamız gerekiyor. Maalesef önyargılar ve kültürel kodlamalar önce kadınları etkiliyor. Ezberlerle yaşayan, alışkanlıklarla rahat eden birçok kadın var. Bu çemberden nasıl çıkacağımızı her zaman düşünmüşümdür. Amerika'da ise birbirinden farklı o kadar çok kadın tipi gördüm ki onları genellemek hayli güç ve yanlış olur. Ama şunu söyleyebilirim ki özgürlüklere saygı var. Kimse birbirinin varoluşunu veya seçeneklerini sorgulamıyor. Saygı, sınırlar doğuruyor. Sizi seçimler konusunda özgür bırakıyorlar ama sonuçlarını kimse umursamıyor. Dilediğini yapabilirsin ama sonuçlarına katlanmaya cesaretin varsa. Annelik mevzusu yadırganmıyor, toplum tarafından destekleniyor. Ama en küçük bir hatanızda, bakamayacak duruma geldiğinizde size destek olmak yerine çocuklarınızı elinizden alıp başka ailelere verebiliyorlar.
"Erkeğin istediği özgürlüktür. Kadının istediği mülkiyettir. Seni ancak başka bir şeyle takas edebilirse serbest bırakır. Bütün kadınlar mülkiyetçidir" diyor Ursula, Mülksüzler'de. Ursula'nın bu cinsiyet konumlandırması için siz ne düşünürsünüz?
Ursula Le Guin'in yıllar içinde değişip dönüşen bir cinsiyet algısı var. Yerdeniz serisine başladığı zaman feminist yazarlar tarafından eleştirilmiş ve bu eleştirileri dikkate almış. Romanlarını ve yazılarını okuduğunuz zaman bu değişimin karakterlere de romanlara da yansıdığını görüyorsunuz. Eğer onun görüşlerini okumak isterseniz Kadınlar, Rüyalar, Ejderhalar kitabını tavsiye ederim öncelikle. Özellikle annelik ve yazarlıkla kurduğu bağlar çok değerli.
Kendi anneniz ile kurduğunuz bağ için geçmişinize döndüğünüzde aklınıza gelen en çarpıcı imge ne oluyor? Çocuklarınızın sizi hangi imgelerle hatırlamalarını istersiniz?
Annemle aramdaki bağın ve oluşturduğu imgelerin çok soyut olduğunu düşünüyorum. Şiirsel bir his uyandırıyor bende. Çocuklarımın büyüdüklerinde karşıma geçip beni nasıl gördüklerini anlatmalarını istiyorum. Onlar beni nasıl gördü, zihinlerinde hangi imgeleri, kalplerinde hangi duyguları uyandırdım? Bana bir anne olarak dinlemek düşer.
Kadın kahramanlarınız üzerine düşünürken, niyeyse aklıma ilk, Pierre Loti'de Bir Mezar öykünüz ve Elmas düştü. Öykülerinizde yarattığınız kadın kahramanların muhakkak yaslandıkları arketipler vardır. Nedir, kimdir onlar? Bize söyledikleri şeyler nelerdir?
Elmas, Loretta kitabındaki kahramanlardan biri. Loretta ve Elmas farklı zamanlarda ve ülkelerde yaşamış olsalar, farklı dilleri konuşmuş olsalar da birçok özelliği paylaşıyorlar. Hoşça Kalın, Norveç öyküsündeki Amal karakteri de bu bağın bir parçası. Elmas, Loretta ve Amal birbirlerine kopmaz bağlarla bağlılar. Dışardan bakıldığında farklılar ve birbirlerine uzaklar. Ama en önemli özellikleri hayatı sevmeleri. Bu bencil bir sevgi değil. Hayatı severken başkalarına da sevdirmeyi başarıyorlar. Elmas, ölmesine rağmen arkadaşları onu unutamıyor. Elmas, ölü ruhuyla yaşamak istiyor. Loretta, hastanede yatarken hayatın güzelliğini düşünüyor. Amal, bir mülteci olmasına rağmen torunları için ayakta kalmayı başarıyor. Kahramanlarımın ruhlarında taşıdıkları bir güzellik, bir yaşama gücü var.
GÜZİDE ERTÜRK KİMDİR?
10 Eylül 1985'te İstanbul'da doğdu. Newport Üniversitesi Davranış Bilimleri Bölümü'nden mezun oldu. Şimdilerde Portland, Oregon'da yaşıyor. Aynı zamanda İngiliz Dili ve Edebiyatı Bölümü'nde okuyor. Öyküleri Karabatak, Hece Öykü, Varlık, Türk Edebiyatı, Muhayyel, Gri, Mühür dergilerinde yayınlandı. Eserleri; Düşeş (Öykü, 2010), Rüzgârgülü Çamlıca (Deneme, 2010), Öbür Dünya Öyküleri (Öykü, 2014), Kaplumbağa Gölgesi (Öykü, 2017), Loretta (Öykü,2019).