Fatma Bayram
Mutlak hakikati insanlara anlatmanın birçok güçlükleri vardır. Her hakikat muhatabınızın iç dünyasında hak ettiği yeri bulamayabilir. Fakat bunu gerçekten müthiş güzel yapan insanlar var. Onlardan biri de Üsküdar Vaizesi Fatma Bayram. O dinlendikçe değer bulan ve daha geniş anlaşılabilen bir anlamlar denizi adeta. Fatma Bayram'ın dili, kalbinize bir mızrak gibi değil, serin bir su gibi akar. Zira günümüzde birçok tartışma ve kutuplaşmalara sebep olan dildir. Bir vaizin çok titiz olması gereken bir mevzu da budur bana kalırsa. Tam da bu sebeplerle Bayram, konuşmaya başladığı andan itibaren işleyeceği konuyu, muhatabının öfke-munislik, kin-sevgi, üzüntü-neşe ve en önemlisi iman ve inkâr gibi hâllerle çalkalanan veya durulan ruhuna etki edeceğini bilerek seçiyor; mümkün olduğu kadar hangisi ne ölçüde gerekiyorsa onu veriyor. Birikimi, üslubu, görgüsü ve belki de en önemlisi hâlinin ve tavrının barındırdığı işaretler birçoğumuzu kendisine hayran bırakıyor. Eşine çay-kek servisi yapıyor mu? İslam'da erkek ve kadına, değişen dünyada kendimizi tanımlama biçimimize nasıl bakıyor? Bir hoca olarak kimi kavramlar üzerine koyduğu ve yaşadığı ölçüler nelerdir? Fatma Bayram ile kimi meselelere dair daha "içeriden" konuştuk…
Hocam, açıktan Kadıköy İmam Hatip Lisesi'ni okuyup, sonrasında Marmara İlahiyat Fakültesi'ni bitirmişsiniz. Sanırım 30 yıldır Üsküdar Baş Vaizi olarak çalışıyorsunuz. Hatırı sayılır bir entelektüel birikiminizin olduğu da göze çarpıyor. Üç çocuk büyütmüşsünüz ve şimdilerde torun bakıyorsunuz. Hatta üç kuşak aynı evde, geniş aile biçiminde yaşıyormuşsunuz. Kendinizi nasıl disipline ettiniz, ediyorsunuz?
Ben çok sıkı günlük programlar yapabilen biri değilim. Geniş bir ailede yaşadığım için günüm anlık sürprizlere açıktır. Çok sıkı bir program yapıp o programa uymak gerginlik oluşturuyor. Bunun üzerine her günü kendi hâline bırakmaya ve mümkün mertebe günlük program yapmaya başladım. Zaman yönetimime gelince, elimden geldiğince hiçbir zamanımı boşa harcamamaya çalışıyorum. Bununla birlikte bir konuda çok yoğun çalışmışsam ve gerçekten zihnim yorulmuşsa, akabinde oturup güzel bir film seyretmeyi boşa harcanmış zaman olarak görmem. Mesela iki saat odaklanıp ezber yaptıktan sonra oturup bir biyografiden veya romandan 20 sayfa okuyarak dinlenmeyi veya hiçbir şey yapmadan uzanmayı tercih edebilirim. Bunu bir kayıp olarak görmem. Bunun dışında bana Allah'ın bir lütfu, ikramıdır; ben odaklanma sorunu yaşamıyorum hamdolsun. Çok kalabalık ortamlarda bile okuyabilirim. Bütün ev ahalisi varken mutfak masasında oturup yazı yazabilirim. Çok kalabalık bir evde büyüdüm. Bir de hayatım boyunca sevmediğim hiçbir işi yapmadım. Dolayısıyla motivasyonum çok yüksek oldu. İnsanların bir başkasına imrenerek kendilerini kötü hissetmelerini doğru bulmuyorum. Tamam, ben okumayı çok seviyorum ama herkes benim kadar okumak zorunda mı? Hiç okur-yazar olmadan da iyi insan olunur. Ben okumayı seviyorum ama sen de misafir ağırlamayı seviyorsun. Bir başka insan çevresiyle çok ilgilidir, kimin hastası var, kim yalnız, kimin neye ihtiyacı var, kim doğum yapmış bunları bilir, takip eder, ziyaret eder. Ben de o konuda çok kötüyümdür. Herkesin iyi olduğu bir taraf muhakkak vardır hayatta. Dayatılan hayat tarzları size uymadığında kendinizi boşa yaşamış gibi hissedebiliyorsunuz. Hâlbuki insan sayısınca Allah'a giden yollar ve güzel işler var.
Anne, eş, hatta evdeki Fatma Bayram'ı sormak istiyorum. Eşine çay, kek götürür mü? Çocuklarını hangi kodlarla büyüttü?
Bizim geleneksel bir aile yapımız var. Tabii ki ev içinde hizmet etmekten çekinmem. Eşime çay da kahve de götürürüm. Biz çocukluğumuzdan beri hizmet ederiz ve bundan gocunmayız. Babam Kadıköy İskelesi'nde temizlik işçisi olarak çalıştı ve çok yorucu mesaisi olurdu. Eve geldiğinde ben ve kız kardeşim hemen babama bir şeyler hazırlardık. Birimiz yorgun ayakları dinlensin diye tuzlu su hazırlarken diğeri kahve yapardı. Bu gelenekle yetişince hizmet etmeyi bir zul gibi görmedim hiç. Hangi hayat tarzının bize daha çok bir şeyler kazandıracağını bilemeyiz yani bir hayat tarzını benimseyip diğerlerini hor görmek çok yanlış. Bir kitabı okuyanın okumayanı, bir fikri benimseyenin diğerini küçümsemesi gibi... Bir kadının kocasına hizmet etmesini sığ bulmak, yani etrafımızdaki şeylere sadece kendi açımızdan bakmak; ben bunları kesinlikle doğru bulmuyorum. Bir kere her ailenin dinamikleri farklı…
Yapacaksın, yapmak zorundasın gibi bir bakış açısı varsa bu durum insanı rahatsız eder. Hizmet etmek istiyorsanız edersiniz. Engin Geçtan'ın beni çok etkileyen bir sözü var: "Sizin iyi biri olmanız başkalarının size iyi davranmasına bağlıysa eğer bu da bir bağımlılıktır," diyor. Bakın benim kanaatimce eşine bir bardak çay koymaya erinenlerin bu tavrı sadece eşlerine özel bir durum değil, misafirlerine karşı da böyleler. Kocaman evlerde oturup bir kişiyi yatıracak yer bulamıyorlar. Maalesef insanlar bırakın kocalarını, çocuklarını bile yük gibi görüyorlar. Hayatta hep bir şeyleri kazanma peşinde yaşıyorlar. Yeri geldiğinde fedakârlıklar yapmak yerine yaşadıkları durumlarda onların ellerine neyin geçeceğini hesap ediyorlar. Çünkü verme değil alma odaklı yaşıyorlar. Tabii ki bazen yapmak istemediğimiz, eşlerimizden beklenti içinde olduğumuz anlar yaşıyoruz. Biz kadınlarda "ben söylemeyeyim o fark etsin" gibi bir algı oluyor çoğu zaman. Bu duyguyla karşıdan beklemek, hatta beklerken yorulmak yerine söylememiz gerekiyor bence.
Erkeklerin, çoğu zaman kadınların ve kimi dinî kavramların yeni biçimleri üzerinde sık sık konuşuluyor, hatta tartışılıyor. Müslüman kadın-erkek denklemi için filmin koptuğu dahi söyleniyor. Siz ne dersiniz? Değişen dünyada her şey yeniden tanımlanırken biz kendimizi ve kültürel kodlarımızı nasıl tanımlayacağız?
Müslüman kadın ve Müslüman erkek kalıplarının olmadığını düşünüyorum. Yani ben bulamadım. Müslüman kadın veya Müslüman erkek olmak yerine "Müslüman olmak," diye bakmalıyız. Belirli şartlara indirgediğimiz erkek modellerimiz olduğu için bu şartlara girmeyen erkekleri kadınsı görüyoruz. Erkek dediğin sert, güçlü, karizmatik, azimlidir gibi. Fakat bu kalıplara girmeyen erkekler de var. Çok ince ruhlu, naif, duygusal, şair ruhlu olan erkekler. Siz erkek tanımlamasını dar bir alana hapsederseniz, o tanımlamaya girmeyen erkekler acaba ben neyim diye kendisini sorgulamaya başlar. Sıkıştırılmış, tek bir tanımın içine girecek gibi değildir insan. Sert mizaçlı, daha realist kadınlar olduğu gibi, daha duygusal ve empati yeteneği yüksek erkekler de var. Bütün mesele, insanın kendisini tanıması ve o kapasiteyi Müslüman tanımı içine koymasıdır bence.
Kendi anneniz ile kurduğunuz bağ için geçmişinize döndüğünüzde aklınıza gelen en çarpıcı imge ne oluyor? Çocuklarınızın hatta torunlarınızın sizi hangi imgelerle hatırlamalarını isterdiniz?
Pedagoji ve psikoloji alanında ciddi okumalar yapınca, annemin bu kitaplarda söylenenleri yüzde 70-80 oranında doğru yaptığını gördüm. Ama bir şey bilmeden, tamamen içgüdüleriyle yapmış. Bunu nasıl yaptığı üzerinde çok düşündüm ve şu sonuca vardım: Annemin çok bariz iki büyük vasfı vardı. Çok sevgi dolu ve çok sabırlıydı. Bu ikisine sahip olduğunuzda büyük yanlışlar yapmıyorsunuz. Pedagojik yanlışların çoğu sabırsızlıktan, ben merkezli olmaktan ya da sevginizin yetmemesinden oluyor. Dolayısıyla annemi bu vasıflarla hatırlıyorum. Hiçbir zaman annemin birine bağırdığını duymadım mesela. Hiç kavga ettiğini görmedim. Bu belki bir miktar pasif bir duruş ama sonuçta çok güzel… Evlatlarımınsa, biraz klişe olacak belki ama beni sevgi dolu, cömert, neşeli, çok yönlü biri olarak hatırlamalarını isterim.
Şu yüzyıllardır devam eden İslam'da kadın tartışmalarına nispet olsun diye değil elbette ama -hani biraz da ironi olsun diye- bugün geldiğimiz noktada yeni yaşam pratikleri bağlamında İslam'da erkeği, İslam'da babayı sormak isterim?
Sabah 6-7'den akşam 8'lere kadar çalışan bir babadan ne beklenir bilmiyorum açıkçası. Taha suresi 132-133'üncü ayetlerde "Ailene namazı emret ve bu konuda çok sabırlı, dirençli ol" ve devamında "Biz senden rızık istemiyoruz, biz seni rızıklandırıyoruz" deniliyor. Niye? Çünkü babalar diyecek ki, "Ben dışarıda çalışıyorum, nasıl çocukların namazı ile ilgilenebilirim ki?" Bunu biliyor Allah-u Teâlâ ve "Biz seni rızıklandırıyoruz" diyor. Ergenlik çağına gelen erkek çocuğunuzla ilgili bir sorun yaşadığınızda ve bir psikologa başvurduğunuzda, size güçlü baba modelinden mahrum kalmışsınız" diyor. Ama çağın psikolojisi kadına, evin reisinin erkek olması ne demek, "kadınla erkek tamamen eşittir, sen de her şeyi yapabilirsin" falan diyor. Bunlar çok çelişik şeyler. Bu sistemin tutarsız olduğunu, bizi uzun vadede gerçekten biriken sorunlarla karşı karşıya bıraktığını bilmemiz lazım. Zayıf erkek rolü, kadınların ve bütün bir toplumun aleyhinedir. Aile içinde erkeğin de, babanın da müthiş değer kaybına uğradığını düşünüyorum. Her mevkii sorumluluk demektir. Siz güçlü bir mevki isteyip sorumluluk kabul etmezseniz, işler aksar ve bundan siz sorumlu olursunuz. Aile reisi, bütçeyi kontrol ettiği gibi, çocukların ahlakını, inançlarını, nereye gittiğini, kimlerle görüştüğünü de kontrol etmeli. Tabii ki bu kontrol pedagojik usullere göre, peygamber tarzında olmalı. Kaynaklarda Efendimizin hayatı boyunca hiç kimseyle bağırarak konuşmadığı geçiyor. Otoriter değil miydi, sözünü geçiremiyor muydu? Lütfen Peygamberimizin şemailini okuyalım. Sanayi öncesinde aile aynı zamanda üretim demekken, baba zanaatkârsa mesela dükkânı hemen evin yanında ya da altında… Çiftçiyse tarlası evin altında ve hep birlikte çalışıyorlar. Dolayısıyla çocuk baba ile birlikte hayat mücadelesi vermeyi öğreniyor. Oysa bugün babalık kayboldu, şimdi annelik de kayboluyor. Çünkü kapitalist sistem sizi buna mecbur bırakıyor ve çocuklarımızı kurumlar yetiştiriyor. Yeni doğmuş çocukların hangi aydan itibaren, hangi usullerle bakıcıya bırakılacağı konuşuluyor psikologlarla maalesef. Bozulma tek cephede olmuyor. Çünkü aile dediğimiz puzzle gibidir; bir parça yerinden oynadı mı hepsi yerinden oynar.
Entelektüel birikiminiz gerçekten ilham veriyor bizlere. Şunu merak ediyorum; Vaazlarınız, sohbetleriniz esnasında Big Bang Theory'den, Sheldon'dan, Virginia Woolf'tan, Umberto Eco'dan, Borges'den, Alberto Manguel'den ve daha bir sürü sıra dışı isimden referanslar veriyorsunuz. Bunlar bizim bir vaiz veya vaizenin ağzından pek sık duymadığımız aktarımlar açıkçası. Din, diyanet, modern dünya ve entelektüel çerçeve içinde kendinizi nasıl ve neyle tanımlarsınız?
Birincisi bu çok yönlü ilgimin; filmlerden, dizilerden, kitaplardan verdiğim örnekler vs. bir vaizeden duymaya pek alışkın olmadığımız örnekler, sözler gibi nitelendirip vaazlar açısından bir değer olarak görülmesi benim canımı sıkıyor. Bir insan olarak çok yönlü olduğumun bir değer olarak nitelendirilmesinden değil, bir vaizenin bu çok yönlülüğünün değer olması biraz can sıkıcı. Çünkü vaazlarda benden beklenen filmlerden ve romanlardan bahsetmem değil, dini doğru ve güzel bir şekilde anlatmamdır. Bu konulardan dolayı benim anlattığım dinî bilgiler ikinci planda kalırsa eğer bu bir zayıflıktır, çünkü herkes ilk görevi neyse önce onu doğru yapmalı. Tabii eğer ben bu ilk görevimi yaparken bir de çağdaş kültürle bir sentez kurmuş ve bunlara olumlu geri dönüşler alıyorsam bu güzel bir şey. Eğer Allah'ın kelamını anlatmaktan önce tribünlerden alkış almak için filmlerden, romanlardan bahsedersek bu çok tehlikeli bir noktaya gider. Meslek grubumuz içinde biraz soru işaretiyle bakılsa da bu durumun güzel bir yanı da var. Bir kesişim noktanız yoksa insanların sizi dinlemesi güçleşiyor. Sonuç olarak şunu demek istiyorum ben bu filmler, diziler, felsefi-psikolojik kitapları Allah'ın dinini daha etkili anlatmak ve insanlara ulaşmak için kullanıyorum.
Psikanalist Dr. Clarissa P. Estes, feminist edebiyatın başyapıtı kabul edilen eseri, Kurtlarla Koşan Kadınlar'da: "İçerideki ve dışarıdaki büyük tehlikeler karşısında ya da psişeyle veya gerçek-hayatla ilgili vahim bir durumu gizlemek için iyi, terbiyeli ve uyumlu olmaya çalışmak kadını ruhsuzlaştırır. Yüksek sesle karşı çıkmayan, açlığını gizlemeye çalışan kadınlar da aynı bozukluğa sahiptir" diyor. Bu bakış açısının İslam'da bir yeri var mıdır? Sizin yorumunuz nedir?
Batılı yazarlar, kanaatimce, dayatılan tek tipleşmeyi eleştiriyorlar ve bu açıdan haklı olduklarını düşünüyorum. Mesela siz "iyi" kadını "evinden dışarı çıkmayan, beş vakit namazında, çocuklarını büyüten" diye tanımlarsanız ve bunun en iyi kulluk olduğunu dayatırsanız bu tanım herkesi kapsayamaz. Çocuğu olmayan bir kadın ne yapacak? Hz. Aişe (r.a) ne yaptı? Ya evlenmeyen kadınlar? Bu tarz kalıplar oluşturursak eğer dindar insanlar o kalıplara uymak için kendi doğalarını kaybedecek ve bu durumdan birçok hastalık çıkacak, ki öyle oluyor. Mesela ben Peygamberimizin çok eşliliğini de böyle yorumluyorum çünkü bakınca her kadın tipi var, farklı farklı karakterlere sahip kadınlarla evlilik yapmış. Ve hanımlarını tek tip bir karaktere dönüştürmeye kalkmamış. Çok konuşup çok soru sorma, çok pasifsin toplumsal meselelerde fikir beyan et, gibi sözleri yok. Çünkü kadınlar hakkında bir kalıp oluşturmamış. Çevreme baktığımda toplumsal kalıplara girmeye çalıştığından birçok yönünü törpülemiş, birçok hayalinden ödün vermiş kadınlar tanıyorum ve peşinden de görüyorum ki hastalıklar geliyor çünkü o kalıba sığabilecek insanlar değiller.
FATMA BAYRAM KİMDİR?
1963 Üsküdar doğumlu. 1989'da Marmara Üniversitesi İlahiyat Fakültesi'nden mezun oldu. 1990'dan beri Diyanet İşleri Başkanlığı'nda vaize olarak çalışıyor. 35 yıldır başta İstanbul ve Üsküdar olmak üzere Türkiye ve dünya şehirlerinde İslam dinini ve inceliklerini zarif ve nazik bir üslupla hanımlara ve gençlere anlatıyor. Dinin daha doğru yaşanması adına binlerce soruyu cevaplıyor. Evli, üç çocuğu ve iki torunu var. Hayatını, okumak, yazmak, anlatmak ve çalışmak olarak özetliyor. Bir Vaizenin Günlüğü (Kaknüs Yayınları), Bir Vaizenin Okumaları (Kaknüs Yayınları) gibi kitaplara imza attı.