Bin 500 yıldır tartışmaların odağındaki mabet Ayasofya'nın tarihini anlatma iddiasıyla başlayan girişimlerin çoğu başarısızlıkla sonuçlanır, çünkü ciltleri de doldursanız bitiremezsiniz. Kolay mı, iki imparatorluk ve 100 yaşına yaklaşan bir Cumhuriyet rejimine tanıklık etti. Sadece kronoloji de değildir yazarını zorlayan: Adımınızı avlusuna attığınız andan itibaren neredeyse gördüğünüz her bir taşın onlarca sayfayı kapsayacak en az bir hikâyesi ve simgesel değeri vardır.
Sultanahmet'te bugün tüm heybeti ile dağ gibi duran ve bir kere ziyaret eden herkese muhakkak yeniden gelme sözü verdiren Ayasofya, Doğu Roma İmparatorluğu'nun (Bizans) aynı araziye yaptığı üçüncü mabettir. Efsaneleri anlatım tarzının vazgeçilmez parçası olarak kullanan kimi dostlarımıza göre Bizans öncesinde de burada bir pagan mabedi vardı. Bu bilgiyi nereden aldıklarını bilmiyoruz, zira bunu ispat eden bir belge ya da kalıntıya sahip değiliz. Fakat olsa da kimsenin şaşırmaması gerekir: Ayasofya, bugün Sarayburnu dediğimiz Byzantion antik kentinin sırtındaki tepede yer alıyor.
İkinci Ayasofya da denilen Megale Ekklesia yıkıldıktan sonra, bugünkü (üçüncü) Ayasofya'nın ilk hâli, Bizans İmparatoru Justinyanus'un emriyle inşa edildi ve 27 Mayıs 537 tarihinde büyük bir törenle açıldı; detaylarına ilerleyen paragraflarda değineceğim. Peki, Justinyanus'a kadar bu ilk iki kilise neden yıkılmıştı? Sağlam mı yapmamışlar, deprem mi olmuş, yoksa Bizanslı ustalar yeni teknikler öğrendikçe daha büyük ve daha güzelini mi yapalım demişler? Hayır, üçü de değil… Cevap: Siyasi. Kimileri Ayasofya meselesinin "'siyasallaştığından" şikâyet ediyor ya. Ne zaman değildi ki? Ayasofya, siyasetin tam da göbeğidir. Bu, simgesel olarak da fiziksel olarak da böyledir.
"Roma kim?" oyunu
Bazilika tipinde tasarlanan ilk Ayasofya II. Konstantin zamanı inşa edilmiş (360), 404 yılında ise dönemin kraliçesinin heykeline karşı çıkan Patrik Ioannes Khyrosostomos'un sürgün edilmesi üzerine meydana gelen ayaklanmada yıkılmıştı. Gene bazilika tipinde tasarlanan ama bugün Ayasofya avlusunda duran kalıntılardan anladığımız kadarıyla daha heybetli bir yapı olan İkinci Ayasofya da -meşhur surları diktiren- II. Thedosius (408-450) döneminde açılmış (414), yine bir isyan sonucu dümdüz olmuştu: Nika İsyanı. Biraz bu isyanın üzerine eğilelim.
Roma dendiğinde aklımıza gelen Kadim (Batı) Roma İmparatorluğu 6'ncı yüzyıla gelindiğinde çoktan "barbarlar" tarafından yıkılmış, Doğu'da Bizans, Roma'ya Grek ve Hristiyani kültürü de ekleyerek bir ihya projesi yürütmeye başlamıştı. Kurucu İmparator Konstantin'in imparatorluğu yeni başkente taşıma fikri aksaklık yaşanmadan gerçekleşse de, "Roma kim?" sorusu bir iki yüzyıl havada asılı kaldı. Cermen Krallar dahi, Roma Kilisesi ile yakınlaşıp kendilerini Roma İmparatoru ilan edebiliyordu.
Batı -Doğu arasında geçen bu "Roma kim?" oyununda nihayet Bizans İmparatoru Justinyanus başarılı oldu. İmparatorluğunu İstanbul merkez olarak Kadim Roma İmparatorluğu sınırlarına da ulaştırdı. Roma, hukuk demektir mesela; Justinyanus kendi hukuk kanunlarını da hazırlattı. Fakat her iş de günlük gülistanlık değildi. Aslında evvel yapılması gerekeni; yani "Augustus" olduğunu içeride (yani Bizans ileri gelenlerine) kabul ettirme meselesini ihmal etmişti.
Justinyanus'un hedefi, kadim Roma'nın Hristiyani olanı İstanbul merkez olmak üzere yeniden ihya etmek ve Büyük Saray'ın muktedirliğini tartışmasız hâle getirmekti, bahsettim, başardı da… Ama nasıl? Bunun için iki adım gerekiyordu: Askerî operasyonlar ve iktidarı paylaşan aristokrasi sınıfı "demotai"nin gücünü zayıflatmak. İmparator ilk görünüşte hamlelerinde başarılı olsa da sefer düzenlediği bölgelerde (Kuzey Afrika ve İtalya) yıkıma neden olduğu ve içeride de "güç odaklarıyla" oynadığı iddiasıyla tepki toplamaya başlamıştı. İşte bu içerideki tepkiler, şiddetle bastırılacak olan Nika Ayaklanması'na neden oldu (532).
"Elveda adalet", merhaba Nika İsyanı
Bizans İstanbul'unda 6'ncı yüzyılda en önemli sosyal etkinlik, Roma kentindeki Circus Maximus'un bir eşi olan Hipodrom'da gerçekleşen atlı arabaların yarışlarını izlemekti. Bu, Komnenos Hanedanlığı'na kadar böyle devam etti. Hipodrom bugünkü Topkapı Sarayı'nın yerinde bulunan ve denize kadar uzanan Büyük Saray'ın bir parçası niteliğindeydi ve İmparator'un yarışları izlediği "kathisma"ya özel bir geçişi bulunuyordu. 50 bin kişinin toplandığı Hipodrom yarışları, İmparatorun halkla buluştuğu ve merasimler üzerinden iktidarını pekiştirdiği etkinlikler olma özelliği de taşıyordu. Yarışlar bireysel değildi. Bugünkü futbol takımları gibi Mavi, Yeşil, Kırmızı ve Beyaz takımları vardı. Bir önceki paragrafta bahsi geçen Justinyanus'un baş belası Demotailer bu takımların ileri gelenlerini oluştururdu. Zamanla sadece Mavi ve Yeşiller güçlü kalmış, Demotailer de İmparatorluk yönetiminde söz sahibi olacak kadar güçlenmişti.
Demotailer, Justinyanus'a karşı huzursuzluk çıkarmak için bir bahane arıyordu… 11 Ocak 532'de Yeşiller, Hipodrom'da İmparatorun Mavileri kayırdığını söyleyerek itiraz etti. İmparator kimseyle bire bir konuşmazdı. Mandator adlı bir aracısı vardı. Mandator aracılığı ile Yeşillerin ne istediğini sordu. Onlar da Spatarios Kalopodios adlı birinin kendilerine zulmettiğini, yarışlarda haksızlık olduğunu ve (Hunlar gibi giyinmeyi adet edinmiş) Mavilerin Yeşillerden birkaç kişiyi öldürdüğünü iddia etti. Tartışmaya, suçlanan Maviler de girdi.
Yeşiller sonunda Hipodromu "Elveda adalet" diyerek terk etti. İmparator işaret vermeden ya da kathismadan Saray'a dönmeden Hipodrom'dan çıkıp gitmek büyük hakaretti.
Şehrin valisi olayları yatıştırmak için hem Mavi hem de Yeşillerden birkaç Demotai'yi tutukladı. 13 Ocak günü Maviler ve Yeşiller barıştı ve tutuklananların affedilmesini istedi. İstekleri yerine gelmeyince işte o büyük isyan başlamıştı: On binlerce Bizanslı "Nika (Zafer)" diye bağırarak sokaklara dağılmıştı. İsyan 17 Ocak'ta kontrol edilemez bir noktaya varmış, şehrin dörtte biri yok olmuş, isyancılar nihayet Büyük Saray'ın önünde toplanmıştı. Bu sırada Büyük Saray yanında yer alan (bugün Ayasofya'nın bulunduğu yerdeki) Büyük Kilise de (daha doğrusu ikinci Ayasofya) yakılıp yıkılmıştı. İsyancılar çok daha ileri gitmiş, Hypatios adlı birine mor pelerin giydirip İmparator ilan etmişti. Sanırım bu hamle meselenin yarış olmadığını yeterince gösteriyor.
"Ey Süleyman! Seni geçtim!"
Kuzey Afrika'yı Bizans sınırlarına dâhil eden ünlü komutan Belisarius ve Arnavutluk valisi Mundus ile bir araya gelen İmparator, başta tereddütleri olsa da eşi Teodora'nın tarihe geçen konuşması sonrası isyancılarla savaşma kararı verdi. Birliklerini kullanarak asilerin Hipodrom'a toplanmasını sağlayan Belisarius, Mundus'un mızraklı birliklerine kapıyı tutmalarını emretti. Şimdi isyancılar ortada, Belisarius'un askerleri izleyici kısmındaydı. O an ok ve mızrak yağmuru başladı. Sonunda tam 40 bin isyancının cesedi Hipodrom'da üst üste yığıldı.
Sonunda Nika Ayaklanması 18 Ocak 532 günü büyük bir vahşetle bastırıldı. Justinyanus için şüphesiz büyük bir zafer. Taçlandırması gerekiyordu. İsyan sırasında yıkılan Büyük Kilise'nin daha heybetli bir şekilde inşa edilmesi için emir verdi. Miletli Isidoros ile Aydınlı Anthemios adlı iki mimar (aslında matematikçi) 5 sene gibi kısa bir sürede devşirme malzemeler ve sütunlar kullanarak Ayasofya'yı inşa etti. Dönemin tarihçisi Prokopios iddia ediyor ki: Justinyanus açılış günü (27 Aralık 537) mabede ilk girdiğinde "Ey Süleyman! Seni geçtim!" diyerek haykırdı. Birileri "siyaset" mi diyordu?
Üçüncü yani bugünkü Ayasofya onlarca deprem ve 1204 Haçlı İstilası'na da dayanarak öyle ya da böyle şehrin yeni fatihi Sultan II. Mehmet 1453'te kapısına dayanana kadar ayakta kalmasını bildi. Fakat Fatih Sultan Mehmet'in İstanbul'u aldığı zaman dahi 1204 IV. Haçlı Seferi'nin izleri vardı. Sefaleti gözler önüne seren; söylediği beyit meşhurdur: "Perdedâri mîküned ber kasr-ı kayser ankebût, bûm nevbet mîzined der târumu efrasyâb..." Yani: "Efrasyab'ın balkonunda baykuş nevbet çalıyor, Kayser'in kasrında örümcek perdedarlık yapıyor..."
Fatih'in İstanbul'u alması Avrupa'nın yeni/olası işgalini önledi. Şehirdeki ilk Cuma namazı ile birlikte cami olması da Ayasofya'yı korudu. 1574 tamirine kadar orada duracak küçük ahşap bir minare de yapılmıştı. Büyük Sultan Ayasofya'nın banisi olarak Kayser-i Rum unvanı aldı; yani Roma İmparatoru… Zaman geçtikçe Ayasofya tam bir İslam mabedi hüviyeti aldı. 18'inci yüzyıla gelindiğinde bütün mozaikler kapatılmış, çok daha öncesinde Mimar Sinan zamanında minareleri tamamlanmış ve etrafına Sultan türbeleri inşa edilmişti. 1847-1849 yılları arasında da sultan Abdülmecid'in emriyle İsviçreli mimar G. Fossati tarafından mabedin hemen hemen bugünkü hâline gelmesini sağlayan büyük tamir gerçekleşmişti.
Ayasofya neden Ayasofya'dır?
Ayasofya neden Ayasofya'dır? Dev kubbesi, devşirme taşları, duvarlardaki eşsiz freksleri için mi? Elbette payları vardır. Ama salt bunlar değildir. Yazı boyunca Ayasofya'nın "dünyevi iktidar"ın sembolü olduğunu, yani siyasetin tam da göbeğinde yer aldığını anlatmaya çalıştım. Osmanlı İmparatorluğu zayıflayıp dağılınca, mütareke döneminde "Ayasofya Rumlara bağışlansın" talepleri ve işgal güçlerinin Bolşevik'e karşı savunma bahanesiyle İstanbul'da tuttuğu Yunan askerlerin ve konsolosluk çalışanlarının Ayasofya'ya baskın yapıp çan takacakları yönünde dedikodular durdurulamaz bir noktaya ulaşmıştı.
Bitmeyen söylentiler sonrası, Galip Kemal Söylemezoğlu'ndan öğreniyoruz ki; Karakol Cemiyeti'nin kararına göre, "Ayasofya'ya karşı herhangi bir tecavüz silahla karşılanacaktı. Üstün kuvvetlerle hücum karşısında direniş kırılacak olursa, minarelerine çan, kubbesine haç takmalarına fırsat vermeden Ayasofya Camii, dinamitle havaya uçurulacaktı." Osmanlı İmparatorluğu çökse dahi Müslüman Türk'ün Ayasofya konusunda şuuru taze ve tetikteydi.
Ayasofya, 1931'de restorasyon için halka kapatılırken, Bakanlar Kurulu'nun 24 Kasım 1934 tarih ve 7/1589 sayılı kararıyla müzeye çevrildi. İbrahim Hakkı Konyalı'ya göre Ayasofya'nın müze olması ile yetinilmek istenmiyordu. Aslında minarelerin yıkılmasına da karar verilmişti. Fakat "bina statiği zarar görür" şeklindeki bir raporla minareler kurtulmuştu.
Velhasıl, kararname hakkındaki tartışmalar bugün hâlâ sürüyor. Kimi tarihçi Atatürk'ün kararnamedeki imzasının sahte olduğunu dahi iddia ediyor. Bana göre bu "sahte" tartışmasının üzerinde durmaya gerek yok, nihayetinde "Atatürk Ayasofya'nın müze olduğunu fark etmedi mi ki imzası sahteyse?" sorusunun cevabı bellidir. Bugün kararı Danıştay verecek. Hatta siz bu yazıyı okuduğunuz sırada karar çoktan açıklanmış olacak. Ayasofya'nın müzeye çevrilmesi "mabedin daha iyi korunması ve turizme kazandırılması" açısından faydalı olmuş olabilir ama kesinlikle söylemeliyiz ki hukuki değildir.
Ayasofya'nın 1589 kararnamesinin iptali ile Vakıflar Genel Müdürlüğü'ne devri gerekir. Aslı Vakıflar Genel Müdürlüğü'nde bulunan tapusunda Ayasofya'nın açık bir şekilde sahibi "Ebulfetih Sultan Mehmet Vakfı" olarak geçiyor. Vakıf kanunlarımız gereğince de tahsis sonrası "amaca uygun kullanım şartı" vardır. Yani ne olursa olsun Ayasofya cami hüviyetini korumak durumundadır.