SES, SÖZ, SEVGİLİ
Değerlerin kaynağı vahiydir
Değerleri kabaca felsefi değerler ve ontolojik/teolojik değerler olarak iki grupta tefekkür edebiliriz. Bizi daha ziyade ilgilendiren, teoloji kökenli ontolojik değerler.
Bugün değer adına atfedilen ilişki biçimlerinin ve değer olgusu hâkim olan dünyanın halini görüyoruz. Mesela İsrail, yıllardır yaptığı harap edici eylemleri teoloji kökenli ontolojik bir değer yargısı üzerinden değerlendiriyor. İslam dünya görüşü itibariyle, bu bir değer değildir. Kuzeyimizde yaşanan Rusya-Ukrayna Savaşı'nda taraflar kendilerini bir değerler manzumesi çatışması içinde görebilirler fakat yine bir değersizlik çıkıyor ortaya. Bu da aslında değer değil. Tamamen nefse ve menfaate dönük. Hâlbuki değer, menfaatten bağımsız olarak anlaşılması, icra edilmesi ve değerlendirilmesi gereken bir kavram.
Her şeyden önce söylemek gerekir ki, değer atfında menfaat diye bir kavramın varlığından söz edilemez. Eşyaya yüklediğimiz değer, ziynete yüklediğimiz değer, insana yüklediğimiz değer, Allah kavramına yüklediğimiz değer… Bunlar zincirleme olarak birbirine bağlı olmak durumunda. Müslüman'ın değer anlayışı da bu yönde olmalıdır. Yani eşyayı yaratıp değerli kılarak bizim kullanımımıza sunan ve aynı şekilde ilişkileri oluşturan Cenab-ı Hakk'ın verdiği değerler üzerinden bizim değerlendirme yapma zaruretimiz var. Bugün hâkim olan yaşama biçimlerine bakınca "zevk" kavramı tamamen şehevata bağlanmış durumda.
Değerler eksen kaybetti
Yeme-içme alışkanlıklarımıza, insan ilişkilerimize, kadın-erkek ilişkilerimize, iş dünyamıza baktığımızda eylemlerimiz teolojik/ontolojik kökenli değerlere temas etmiyor maalesef. Aynı şekilde ticarette de değerler tamamen eksen kaybetmiş vaziyette. Geçtiğimiz günlerde haberlerde, yurt dışına ihraç edilen ciddi tonajlarda birçok gıda maddesinin kurallara uymaması sebebiyle ülkemize iade edildiğini gördük.
Çok açık bir şekilde bildiğimiz üzere Resul-i Kibriya Efendimiz pazara gidip bir buğday çuvalına elini soktuğu zaman buğdayların üstünün kuru göründüğünü ama tartıda ağır basması için altının ıslak olduğunu tespit ediyor ve "Bunu yapan bizden değildir" buyuruyor. Bu tür konularda Efendimiz tavrını çok net bir şekilde koyardı.
Bu noktada siyaset ve değer ilişkisinden de bahsetmemiz gerekiyor. Siyaset hayatımızın olmazsa olmaz bir kurumu. Mutlaka birilerinin siyaseti icra etmesi gerekiyor. Siyasiler karar alır ve kanun yapar, akiller düşünür, sanatçılar somutlaştırır. Bizim görüş biçimimiz itibariyle teolojik ve ontolojik değerler çerçevesinde toplumsal ilerleme için akiller düşünür. Sanatkârlar onları objeleştirerek topluma kreatif, estetik bir zenginlik sunar. Yazısıyla, şiiriyle, çizgisiyle, sinemasıyla, tiyatrosuyla… Siyasiler ise halkı kanunlarla daha mutlu, daha adil, daha müreffeh hale getirmek için çalışır. Cumhuriyet ve demokrasi bugüne göre insan aklından çıkmış olsa da bizim idrakimize göre "şûrâ"ya en yakın yönetim biçimidir
Onun için cumhuriyetin ne olup olmadığı şartlanmış ve kodlanmış kafaların idrak edebileceği bir şey değil. Biz demokrasinin ve cumhuriyetin içini nasıl dolduracağımızla meşgul olmak durumundayız. Çünkü cumhuriyet, içi insaf ile doldurulmuş bir paket olarak ortaya konulursa ondan mutsuz ve tatminsiz olacak bir insan türünün çıkmayacağı kanaatini taşıyorum.
Değerler insan aklından sadır olmaz
Toplumsal değerlerden bireysel ve evrensel değerlere doğru yol alalım. Bireysel değerler, vahdet ve vahidiyet kavramlarıyla izah edilir. Vahdet tek başına bir değerdir. Vahidiyet, vahdetten almış olduğu değerleri izafi tekilliklerle ortaya koyuştur. Onun için bir kimsenin değerleri üzerinde toplaması, vahdet âleminin değerlerinin onun üzerinde görünüyor olması demektir. Evrensel ve bireysel değer yargısını bu şekilde izah edebiliriz.
Bu mekanizmayı bir örnek üzerinden anlamaya çalışalım: Cenab-ı Hak arıya vahyetmiştir ve "Git çiçekleri dolaş, onlarda çok güzel şerbetler vardır, onlardan o şerbetleri al ve sonra güzel bir ürün ortaya koy" diyerek balı tarif etmiştir. Ama "Sana ahşaptan bir çıta yapsınlar, içine petek koysunlar, sen de onun içini çiçek özlerinden elde ettiğin balla doldur" dememiştir. Dolayısıyla Cenab-ı Hak ilkeyi söyler. Vahyedilen, Cenab-ı Hakk'ın verdiği akılla, mantıkla, izanla, insafla, ihsanla bu ilkenin içini doldurur. İşte vahyin ışığında insanın üretmiş olduğu ve insana fayda getiren mekanizmadır değer.
Bu sebeple felsefi değerler sadece insan aklına hitap ettiği veya oradan açığa çıktığı için değerli değildir. Çünkü vahiyden neşet eden eylem olan sünnetle irtibat kurmayan hiçbir değer, değer değildir. Vahye ve vahyin pratiğe aksetmesi olarak ortaya çıkan sünnete, Resul-i Kibriya'nın insan aklından sadır olduğunu zannediyorsa yanılıyordur.
Her insan "alleme'l-esma" olmak itibariyle ister Müslüman olsun ister olmasın, ondan açığa çıkacak olan değerler mutlaka teolojik değerlerdir. İnsan, kendisine yüklenmiş olan yazılımın haricinde bir değeri düşünüp ortaya koyamaz. O yüzden bugün yaşadığımız çağda değer kavramı maalesef teolojik temelli idrak edilmediği için ontolojik olarak da insanlara ulaşmıyor ve insanları mutlu etmiyor. İşte bu değersizliğin değer olarak kabul edilişinin neticesidir bugünkü dünyanın durumu.
İkiliği ortadan kaldıralım
Bu noktada ülkemizde yaşadığımız değer karmaşası ve kaybı üzerine de konuşmamız gerekiyor. Cumhuriyetin vazettiği değerlerle İslam'ın hakikatinden sadır olan değerlerinin örtüşmesini tam manasıyla kavrayamayan gruplar yüzünden bugün Türkiye'de değersizlik nüzulü yaşıyoruz. Genç cumhuriyetin değerleri oluşturulurken, bizim geleneğimizden gelen ve çoğu teolojik kökenden inşa edilen sosyal düzeni tam manasıyla kavrayamamış ve bu sosyal düzeni maalesef nefsaniyetleri dolayısıyla deforme eden insanlardan kaynaklanan ve hâlâ hallolmamış bir ikilik var. Yani cumhuriyetin değerlerinin de tamamen Batının değerleri olarak jakoben bir şekilde bizim başımıza giydirilmesi dolayısıyla yaşanıyor bu ikilik hali.
Gelenekten gelen değerlerimiz son dönemlerde hakkıyla yaşanamadığından ve deforme olduğundan dolayı kabul görmedi. Cumhuriyetin vazettiği
değerler de sanki bizim deforme olmuş değerlerimizin içerisinde mündemiç değilmiş gibi düşünüldü ve bu "genç değerler", Batıdan alındığı
kompleksiyle ortaya kondu. Buna mümasil Batının değerleri olarak diretilen değerleri muhafazakârlar, bunların vahyin hakikatinde olduğu gerçeğini
kavrayamadıkları için reddettiler ve kabza duçar oldular. Muasır medeniyet seviyesinin ve çağdaş insan olmanın gereklilikleri olarak tanımlanan bütün erdemler zaten vahiyde mündemiç, bunu idrak etmemiz lazım.
Gelin birlikte bunları ayıklayalım, "Doğrudan doğruya Kur'ân'dan alıp ilhamı / Asrın idrakine söyletmeliyiz İslâmı" diyen Mehmet Akif'in söylediği gibi yaşadığımız asrın idrakine irfanımızı tekrar değerler manzumesi olarak vazedelim ve bu ikilikten de kurtulalım.
DEĞERLERİN SÜREKLİLİKLE İLİŞKİSİ
Nasıl ki bir insan, kâmil bir insan haline gelmek için "salat-ı dâimûn" diye sürekli bir farkındalığa muhtaçsa değerlerin de kültürleşmesi ve topluma mal olması için sürekliliğe ihtiyacı vardır. O yüzden Allah indinde makbul olan, "nimetimi tamamladım" dediği olgular vasıtasıyla açığa çıkan birtakım değerlerin mutlaka kültür olarak nesilden nesle ulaşabilmesi için bir sürekliliğe kavuşmasıdır. Bir istikamete ve bir disipline ihtiyaç vardır. Bu disiplinin adı da "dâimûn" disiplinidir.
Bugünkü kapitalist ekonominin tükettirmek ve yenisini satmak adına sürekliliği olmayan şeyleri topluma boca etmesi ve insanları bu döngüye alıştırması, değerlerin sürekliliğinin sağlanmasının önündeki en büyük engellerden biridir. Bütün ilişki biçimleri, üretim biçimleri, tüketim biçimleri nefsaniyet ve kâr kaygısına dayandığı için bu zararlı döngü değersizliği ortaya çıkarıyor. Bu yüzden bütün toplumsal aksaklıkların değer kargaşasından,değer erozyonundan kaynaklandığını rahatlıkla söyleyebiliriz.
MEZHEP VE MEŞREBE GÖRE DEĞERLER DEĞİŞİR Mİ?
Toplumsal şartlara göre değer anlayışları değişebilir. Mesela İslam dünyasında değerler farklı mezheplere göre değişebilir fakat hepsi vahiy kaynaklıdır. Efendimizden açığa çıkmayan hiçbir eylemi şu veya bu mezhep mesnet olarak kabul etmemiştir. Efendimizin şartlara göre farklı davranışlar sergilediği olmuştur. Bu davranışlar zenginliklerini de farklı meşrepler farklı değerler olarak ele almışlardır. Mezheplerin ortaya çıkış dönemini düşündüğümüzde bu farklı algılayışların gerekli olduğunu kabul etmemiz gerekir. Uzak coğrafyalarda coğrafi şartların, sosyolojik şartların, psikolojik şartların kendine göreliği vardı. Bir bölge çok sıcak, başka bölge çok soğuk. Ama Efendimiz'in her iki şarta uygun cevazlar verdiğini mezhepler içerisinde görebiliyoruz.
Ama turûk-ı aliyye söz konusu olduğu zaman iş değişiyor. Turûk-ı aliyyede kişilerin esma terkiplerinin oluşturduğu meşreplerden kaynaklanan değerler manzumesi olduğu için burada tevhid-i tarik olmaz. Tevhid-i tarik, bütün tarikatların ancak Muhammedî olmak şartı dolayısıyla, tarik-i Muhammedî olması dolayısıyla vardır. Bir derviş, aslında meşrebine uymadığının farkına varmadan bir yola bağlanırsa ve belli bir zaman sonra farklı
bir meşrepten olduğunu keşfederse yol değiştirebilir. Ama "romantizmi" bitti diye başka yerlere bal aramak için gidiyorsa bedbahttır.