SES, SÖZ SEVGİLİ
Ötekisizlik vahdet ve tevhittir
Lacivert Dergi için bu ay hazırladığım yazıyı Prof. Dr. Ömer Türker'le gerçekleştirdiğim bir konuşma üzerine kaleme aldım. Kendisi bana bazı sorular sordu. Sorular daha çok bir süredir üzerinde durduğum "Ötekisizlik" kavramı üzerine yoğunlaştı. Bu ay sizleri bu güzel sohbete davet etmek istedim. Ömer Türker "kavramın ne olduğunu biraz olsun açarak sohbete başlayalım" dedi. Şöyle özetleyebilirim:
Ötekisizlik vahdet ve tevhittir. Fakat biz her şeyi ötekileştirdiğimiz gibi atmosferi de ötekileştirdik ve ona kıydık. İklimlerin değişmesi, hava sıcaklıklarının artması, buzulların erimesi… Bunun, fiziki aleme olduğu gibi hayvanata, bütün şehi dokularına ve dolayısıyla en kıymetli varlık olan eşref-i mahlukata yani insana da büyük zararları var. Bir şekilde etkileri bizim dünyaya geldiğimiz zamana kadar uzanan iki dünya savaşının ardından bazı ifadelere göre üçüncü bir dünya savaşının da çıkacağı söyleniyor. Fevkalade vahşice ve insanlığa yakışmayan, hele hele demokrasi esprisi içinde bütün dünyaya jandarmalık yapmaya kalkan büyük devletlere hiç yakışmamaktadır bu zulüm ve haksızlıklar. Bendenize göre bu hâlin zuhur etmesinin en büyük sebebi "öteki"yi var etmektir.
Öteki dendiği zaman araya menfaat, nefsaniyet, gurur, kibir girmekte ve buna münhasır güzel ahlakın dışında kalan ne kadar özellik varsa hepsi zuhur etmektedir.
Ömer Türker bu cevabım üzerine şu soruyu sordu: "Ötekisizliğin bir metafizik boyutu var. Var oluşun bütünüyle ilgili bir boyut... Öncelikle burayı biraz açsak diyorum. Ötekisizlik nasıl bir metafiziğe yaslanıyor? Metafizik anlamda ötekisizlik ne demek?"
Ötekisizliğe ulaşmanın epistemolojisi
Vahye inanan insanlar için Cenab-ı Hak, "kün" emriyle varlığı bir noktacıktan bizim klasik ıstılaha uygun söylersek, "heyula" denilen bir çıkışla ortaya koymuştur. Biraz daha öncesine gidersek Cenab-ı Hakk'ın zatından ortaya çıkan bütün ilim, hikmet, kudret ve sayabileceğimiz bütün sıfatlar ve isimler -ki bunlardan ibaret olmadığını da gayet iyi biliyoruz- sonsuzdur. Burada dahi ayrı olmayan, vahdet içerisinde hiçÖtekisizlik bir farklılığın bulunmadığı tekil bir yapının imarı içerisindeyiz. Yani bu tekil yapının "kün" emriyle vahdet alanına çıkışında da hiçbir ayrılık yoktur. Sadece vahidiyet alanında hikmet, kudret ve ilmin intiza ettiği özellikler neyse o şekilde bir aktarım oldu. Tabii bu ifadeler de tamamen izafidir, görecelidir. Her zaman için tekil, tümel bir varlıktır. Ahadüs Samet bir varlıktır ancak Cenab-ı Hakk'ın "sünnetullah", "adetullah" ve "muradullah" diye izah edebileceğimiz takdiri itibariyle, bunlar izafi olarak açığa çıkan şeylerdir. Tek bir ruh varlığı içerisinde sonsuz manalar ve o manaları açığa çıkartan sonsuz mahlûkattan bahsediyoruz.
Bunun üzerine Türker şöyle bir soru yöneltti: "Varlık açısından böyle diyoruz da bilgi açısından bakacak olursak, buradaki çeşitliliği, farklılığı yahut çelişkiyi aşarak bir ötekisizliğe ulaşmanın epistemolojisi ne olacak?"
Cenab-ı Hakk bir kutsi hadiste "Bilinmeyi murat ettim" buyuruyor. Ve ekleniyor "sevilmeyi murat ettim". Yine bir rivayette "Bilinsin diye âlemleri, bilsin diye de Âdem'i yarattım" diye bir hadis var. Şimdi burada, Cenab-ı Hak kendini bilmiyor muydu? Estağfirullah. Eksiklik mahlûktadır. Halık'ta değil. O zaman biliyorsa, niye yarattı? Mesela musikide büyük bestekârlar vardır ve onların muhteviyatında nice besteler vardır. O letafete erişmek için o bestelerin yazılıp okunması lazımdır. Yani bir şeyin tecelli etmesi için kendinin haricinde bir platform olması lazımdır. Allah bundan da münezzehtir. Çünkü bütün olan biten Cenab-ı Hakk'ın kendi nefsinde olup bitmektedir. Bu şekilde varlığı seyretmek, yaşatmak ve bir anlamda bunu tırnak içinde söylüyorum yanlış anlaşılmasın yaşamak için var etmiştir. Ve burada bütün vecihleriyle ilminde, hikmetinde, kudretinde açığa çıkartmıştır.
Zâtın şühud boyutunda tezahürü
Tezimizi İbn Arabi'ye tevessül ederek kuvvetlendirelim. İnsandaki bütün marifetler, terkib-i esmalar hepsi Allah'ın zatında mündemiçtir. Ve bunlar Cenab-ı Hak'tan hayat talep ettiler. Cenab-ı Hak kabul buyurdu. Sonra varlık talep ettiler. Cenab-ı Hak kabul buyurdu. Ve dediler ki, "Bizi olduğumuz gibi var et." Yani burada "ilim mi malumu", "malum mu ilmi" diye bir paradoks vardır, malumunuz. Varlığın açığa çıkarak mudile mi, hâdiye mi tabi olacağı yaratılmamış olan kendi kabiliyetinde mevcuttur.
Allah'ın -la teşbih- hafızasında bunlar bu şekilde vardı. Yani "Ne, ne olursa, ne olacak" diye bir bilgisi, bilinci vardı. Ne, ne olursa olur? "Siz olduğunuz gibi mi olmak istiyorsunuz?" "Peki, olun" dedi. Onlar, sahip oldukları esma özelliklerinin kendilerine verdiği yaptırım gücünü nefislerinden bildiler. Çünkü varlığa dönüştükleri zaman nefisleri oldu. Nefislerinden bildiklerini doğru olarak bildiler. Sonra şühud boyutuna gelince, kendi bildikleri doğrular üzerine yaşamaya başladılar.
Allah yine onlara "Bakın bildiğiniz gibi yaparsanız, yanlış yaparsınız, başınız derde girer. Ben size nasıl olmanız gerektiğini kitapla ve onu tatbik edecek olan peygamberlerimle tekrar izah edeyim. Sizi ikaz ediyorum. Yoksa sonucunu görecek ve katlanmak zorunda kalacaksınız" diye bir yasal alan verdi mahlûka. İşte dünyada birtakım şeyleri kötü, birtakım şeyleri iyi gibi ayrıştırmamız, varlığın Allah'ın ilmindeki gibi açığa çıkma talebinden dolayıdır. Ve bunlar yine bu hikmet dolayısıyla tekil görünüm içerisinde zuhur etmişlerdir. Hâlbuki varlıkta tekillik diye bir şey yoktur. Vahidiyet görecedir. Meseleye böyle baktığınız zaman kavraması kolaylaşır diye düşünüyorum.
Olan, var olandan ibarettir
Türker, "Böyle bir birliğin idraki nebevi tecrübeye katılmakla gerçekleşiyor sanırım" diye ekledi. Bendeniz de şöyle devam ettim:
Sonra misal âlemine kadar varlıkta "ehadiyet", "vahdet", "âlem-i lâhut", "âlem-i ceberut" yani tekil kudretin açığa çıkması, "âlem-i melekut"ta izafi birimlerin açığa çıkması, misal âleminde şühud boyutunda oluşacak hallerini yüzde elli yüzde elli olarak algılamaları ve oraya kadar Allah'ın "elest bezmi"ndeki "Ben sizin Rabbiniz değil miyim?" sorusuna "belî" diyecek şuurdalardı. Ama bir anlamda kendilerinden haberleri yoktu. Sonra "belî" dedikleri halde dünyaya gelince Rableri onlara hitap ettiği zaman Rablerine uymadılar. İşte burada imtihan platformu oluştu. Yani mudille hâdinin girişimi bir imtihan âlemini ortaya çıkardı.
Şimdi biz hep beşer gözüyle, beşer şuuruyla yani tekil şuurla meseleye baktığımız, yani ötekileştirdiğimiz için iyiyi ve kötüyü icat ediyoruz. Hâlbuki olan, var olandan ibarettir. Allah'ın ilminde de böylelerdi ama böyle olduklarını bilmeyip, "Sen bizim Rabbimizsin" dedikleri halde, şühud boyutuna erip kendi nefisleriyle baş başa kaldıklarında, "aydım ve şaştım" dediler. Yani vazgeçtiler. İşte yaşadığımız bu kaos ortamı, ötekileştirme sebebiyledir. Önceleri Rablerini biliyorlardı ama nefisleri yoktu. Şühud boyutunda nefisler ortaya çıktı. Nefis dediğimiz şey Allah'ın bizi yaratmış olduğu esma terkiplerinin yaptırım gücünü izafi benliğimizden zannetmemizden kaynaklanır; "Ben bilirim, ben yaparım, ben görürüm, ben tutarım, ben duyarım, ben düşünürüm" çukuruna düşmektir. Hâlbuki bir önceki boyutta "Rabbimiz bilir, Rabbimiz duyar, Rabbimiz görür" durumundaydık. Ama esma terkibinin bize şizofrenik bir varlık ilham edişinden dolayı çarşı karıştı.
İki benlik: Gerçek ve izafi ben…
Ömer Türker "Burada varlıkla benliği karıştırıyor muyuz?" sorusunu sorunca şöyle devam ettim… İki tane "benlik" var: Birincisi gerçek "ben," "La ilahe illallah." İkincisi, esma terkibinden dolayı yansıyan izafi "ben." Nefsaniyet, enaniyet dediğimiz ve hâlâ ismi nefis ve benlik olan esma. Bunu ikiye ayırmamız lazım. Bizim şahsi olarak "ben" dememiz kendi esma terkibimizin bir ürünü. Hâlbuki ehlullah "ben" dediği zaman zaten o tek bir "ben"i işaret eder. O ilim haline dönüşmemiş kim "ben" diyorsa o şirktedir.
Türker, "Ötekisizlikten bahsederek insanları neye davet ediyoruz" diye sordu, bendeniz "bezm-i elestteki halimize davet ediyoruz" diyerek cevapladım. Sonra Türker, "Ötekisizlik sanki herkesi olduğu gibi kabul etmek gibi bir çağrışıma yol açıyor, vahdet-i vücuda da bu eleştiri yapılır, biliyorsunuz"
dediğinde şunları ekledim: Asr suresinde denildiği gibi Hakk'ı tavsiye edeceğiz o zaman. Hakk kime tavsiye edilir? Kitap ve sünnet yolunda yolunu şaşırmış, sendeleyen kişiye Hakk'ı tavsiye edersin. Yani onu önceki âlemlere davet edersin, ilk verdiği söze. Melekut boyutunda izafi birimler
vardı ama öteki yoktu. Herkes vahdeti biliyordu. Dünyaya gelip nefse uyduğumuz zaman öteki ortaya çıktı.
Türker, "O zaman aslında ötekisizliğin teklif etmek, ilahi isimler söz konusu olduğunda Hâdi tarafında durmak demek. Ötekisizlik şuuruna ermiş bir insanın gözünden karşıdakinin öteki olmaması meselesini biraz tafsil edebiliriz diye düşünüyorum…"
Bir kişi vahidiyete erdiyse, yani kesrette vahdeti görür kalibreye ulaştıysa, o kişi için öteki diye bir şey yoktur. İster Müslüman olsun ister ateist olsun. O öteki değildir. Çünkü karşısındakinin ilahi âlemdeki saf halini bilmektedir. O seviyede olmayanlar karşısındakini ötekileştirir ve düşman ittihaz eder. Meseleye bizim böyle bakmamız lazım.
Ötekisizlik aslında cihattır
"Yani saf halini görmek demek, karşındaki insanın Allah'la ilişkisini idrak etmek demek."
Kesinlikle. "La mevcude illa hu". O zaman ne olacak? Ne olursa olsun. Şer'i şerife uygun hareket etmeyen bir kişi gördünüz ve o kişinin
başına bir hal geldi. Vah vah dediniz ama onun başına gelen bulunduğu inanç seviyesinin bir imtihanıdır. Bakalım sen sözüne uygun ve sözünde sadık mısın? Ötekisizlik Allah'ın "Sizin için razı oldum, kemale erdirdim, nimetimi tamamladım" dediği iman ve ihlasa tabi olmaktır. Ona tabi olmak.
Ona tabi olduğun zaman zaten vahdet hayatını yaşamakla mükellefsin. Vahdet hayatını yaşamayıp "ben Müslümanım" demek yeterli değil. "O zaman ey iman edenler, iman ediniz" diye bir ikaz alırız.
Ötekisizlik Cenab-ı Hakk'ın ilmindeki halimize dönme çabasıdır. Yani vahdet âlemine dönmek… Ötekisizlik aslında cihattır. Cihadı illa ki kılıçla, tüfekle bombayla anlamayalım. Fikri cihattır, gönül cihadıdır Müslüman için cihat. Tabii ki onu da mecbur kalırsan yaparsın. Efendim, Bedir'de olduğu gibi diğer gazvelerde olduğu gibi ama öncelikle sevmektir, sevdirmektir. Ömer Türker, ötekisizliğin epistemolojsini de konuşalım istedi ama dergimizin yazımıza ayırdığı yer bu kadar. Sonraki sayıda o bahse de girelim inşallah.