İnsanlık, tarih boyunca epik ve inanılması güç hikâyeler üretme konusunda mahir olmuştur. Önceleri sözlü, ardından yazılı olarak ortaya konan bu efsunlu hikâyeler, belli bir toplumsal ahlak ve değer inşası için kullanılmıştır. Bu anlatılar, binlerce yıl insanlığın derin korkuları ve rengârenk hayal gücünün ilhamını nesilden nesile taşıma görevini üstlenmiştir. Bu bazen karşımıza daha önce eşi benzeri görülmemiş bir mahlukat olarak çıkar, bazen erdemin peşinde koşan inanılmaz güçte bir kahraman olarak... Kimi zaman belli belirsiz bir korku doğurur, kimi zaman şaşkınlık üretip hayvanları
konuşturur. Burada her şey sonsuz bir başkalaşım içindedir ve insan hayal gücünün sınırlarını zorlar.
Batı'dan Doğu'ya tüm bu masallarda büyüler, dualar, mucizeler, cinler, gulyabaniler, periler, melekler, vampirler ve benzeri pek çok mahlukat yerini alır. Bizim topraklarımızda Dede Korkut ve Şahmaran; Doğu toplumlarında Binbir Gece Masalları, Kelile ve Dimne, Baital'ın Masalları; Batı'da İlyada, Odise ve Golem olarak bugün dahi bilinir. Ve eski dönemde belki her şey, her eser, her anlatı biraz masal/mitostur...
Bilimin hayatımıza girmesiyle bu kurgusal dünyaların mekanik, tek yönlü, gri ve daha karamsar bir hal aldığı su götürmez bir gerçek olarak karşımıza çıkar. Son iki yüz yıldır bilimin de ilerlemesinin etkisiyle hakikat bilgisi, bilim alanına eşitlenmiştir. Bilim, canlılara evrimci/ilerlemeci bir yaklaşımla yaklaştığı için insanı da bu şekilde değerlendirir. İnsanı Homo Sapiens olarak tanımlayan bu yaklaşım, bugün bir sonraki evrimin "Posthuman"a doğru
olacağına dair ısrarcı bir önermede bulunmaktadır. Homo Sapiens ile Posthuman arasında bir form olarak da, "Transhuman" kavramını ortaya koyar.
Buna göre insan fiziği ve genetiği, biyoteknoloji ve yapay zekâ gibi teknolojiler sayesinde tekrar dizayn edilerek insanüstü farklı bir forma bürünebilecektir. Temellerini antik düşüncedeki mitlerden ilham aldığı belli olan bu eğilim, önceki anlatılardan bir noktada farklıdır çünkü insan
ve doğa ilişkisini bozmaktadır. Daha önce de belirttiğimiz gibi efsunlu anlatılar, tarih boyunca belli bir moral değer oluşturmak için kullanılmıştır. Bilimin
insan küstahlığını artırdığı bu yeni dönemde ise transhüman yaklaşımı her türlü ahlaki değere, toplumsallığa, insan doğasına ve tabiata karşı bir nevi meydan okuma olarak ortaya konmaktadır.
Kurtuluş hikâyelerindeki üstün insan beklentisi
Sinemanın erken dönemlerinde de bu başkalaşım mantığı gotik eserlerde karşımıza çıkar. En bilinen örnekleri, Frankenstein (1910), The Hands of Orloc (1924) ve Metropolis (1927) filmleridir. Ardından bilim-kurgu sinemasında görünür olur. Bu filmlerde metafizikten kendisini soyutlayan insanın, her yönüyle maddileşmiş olan dünya tarafından işgal edildiği hayatlar işlenir.
Genel olarak distopik bir ortamda ve belirsiz bir tarihte geçen bu filmler, yapay zekâ korkusunu da gündeme getirir. En bilinen örnekleri Blade Runner (1982), Terminatör (1984) ve Matrix'tir (1999). Hatırlanacak olursa bu filmlerde gelecek tahayyülü sıkı sıkıya ipotek altına alınan insan, geleceksizlik tehlikesine karşı uyarılır. Kasvet, karmaşa ve kaos şehirleri ele geçirmiştir. Tanrısız bir çağda insan sanki Tanrı'nın yerine geçmiştir ve bu durum düzeni alt üst etmiştir.
Sanallaşan bu dünyada gerçeği bulmak anti-kahramanlaradüşmüştür. Kahramanlar üstün özellikleri olan veya teknolojik özellikler taşıyan dönüşüm geçirmiş insanlardır. Bu filmlerin ana teması teknoloji, klonlama, genetik, gözetim, iletişim, mülkiyet, kimlik, sınıf, ırk gibi meselelerdir. Bir yandan insanlığın yüksek teknolojik süreçlerini normalleştirme eğilimi taşıyan filmler, öte yandan belirsizlik, tehdit, kolonileşme gibi meseleleri de ele alır.
Kuşkusuz, insanın üstün insana doğru evrildiği varsayımı, en başta sinemanın, yeni teknolojik icatların ve post-modern yaklaşımların etkisiyle gün geçtikçe güçlü bir kanaate dönüşüyor. Bu distopik dünya tasavvuru, tabiatüstünün modern dünyadan uzaklaştırılmış olduğu gerçeğini bize bir kez
daha hatırlatıyor. Tüm kurtuluş hikâyelerinde üstün insan beklentisi insanlığa dayatılmıştır. Bu beklenti, şimdiden gerçekleşen acı ve ıstırabın, kötülüğün ve ölümün üstesinden gelme isteğini doğurmuştur.
Elde edemeyeceği şey bilgi değil, şuurdur
Peter Berger, bir yazısında korkunçluk duygusunu hiç tecrübe etmemiş ve bu duyguyu uyandırdığı sanılan tüm durumlara karşı kendisini kasıtlı
olarak sakındırmış bir çırağı anlatan bir Alman peri masalından bahseder. İşte modern insan tıpkı bu çırak gibi metafiziksel korkuyu aklından çıkarmak için güdülenerek karşıt bir amaca yoğunlaşmış gözükmektedir. Meleklerle kol kola gezilen bu dünyadan, meleklerin olmadığı yeni dünya formuna böylece geçilmiştir.
Yapay zekâyı işlem yapma, meseleler arasında ilişki kurma, insansı düşünebilme ve bağlam kurma gibi özellikleri ile birlikte ele alırsak, onun dünyayı sanallaştıran ve bir nevi simülasyona dönüştüren bir güce sahip olduğunu vehmedebiliriz.
Ancak burada unutulan bir husus var ki, o da insanın maddi bir varlık olmanın çok ötesinde bir canlı olarak, aşkınlığa olan ihtiyacıdır. İnsan tarif edilemez, bilinemez alanlara ilgi duyan bir varoluştadır. Bu arayış, hiçbir yazılımın ya da teknolojik mahlukatın ya da bilişimin mucizesi olarak sunulan
yapay zekânın kavrayışı dâhilinde olamayacaktır.
Carl Jung, insan zihninin bir parçasında her zaman sınırlarının farkında olmayan gülünç bir cüret vardır der. Tam da bu sebeple bilimin bugün ortaya koyduğu kâhinlik, dünün mitos anlatılarından farklı değildir. Teknolojik zekâyı her şeyi bilmeye eşitleyen bilimin farkında olmadığı şey budur. Asla elde edemeyeceği şey bilgi değil, şuurdur.
Yapay zekâ tıpkı Golem gibi, ruhsuz bir varlık olarak hakikat bilgisinin dışında olmaya mahkûmdur. Temsilin ötesi ile ilgili herhangi bir veri, bağlam kuran bir aygıt olan yapay zekâ tarafından elbette öğrenilebilir. Ancak asla duyumsanamaz…