BU BEDENİ ÖVSEK Mİ, DÖVSEK Mİ? MANEVİ TECRÜBENİN DERİNLİĞİNDE BEDEN
İnsanın, insan bedenine tapınmak ve aşağılamak arasında gidip geldiği bir tarihe sahibiz. Bu tapınmayı kimi zaman çokça anlam yüklediği kişilerin, hayvanların resimleri, heykelleri, mezarları-anıtlarıyla, kimi zaman da bedeni metalaştırıp (özellikle kadın bedenini) makyaj, estetik ameliyatlar, pahalı giysiler, sağlıklı beslenme furyası, her daim güzel/yakışıklı, sportif ve fit görünme saplantısıyla sık sık görüyoruz. Aşağılama ise genellikle dini nedenlerle gerçekleşiyor.
İnsanların düşünceleri, ideolojileri, dinleri, kültürleri beden üzerinden temsil ediliyor. Beden tüm deneyimlerimizin de dışarıya yansıdığı bir vitrin işlevi görüyor. Bu temsiller arasında en önemli yeri şüphesiz dinsel normlar tutuyor. Din bedeni disipline etmek için kurallar, belli davranışlar, sınırlar koyar. Buna uymayan davranışlar günahtır ve beden için bir yaptırıma dönüşür. Dinler insanların bedenleri üzerinde hakimiyet kurar çünkü dinler için günahların işlenmesinde beden baş roldedir. Dini aidiyetler de ibadetler, giyim, saç, sakal şekli gibi görünümler üzerinden beden ile ifade edilir. Bedenin günahkâr olmaması için itaatkâr olması gerekir, bunun için de bedene müdahale edilmeli, metafizik bir alana çekilmelidir. Uzak Doğu dinlerinde, Hristiyan mistisizminde ve İslami sufi tecrübelerde bedenin hazlardan arındırılıp acı çektirilmesi onun manevi tecrübeler yaşaması için gereklidir.
Bedenlerin denetim altına alınması bu tecrübenin ruhsal derinliğini artırılması ve nefsin eğitilmesi bakımından son derece önemlidir. Dolayısıyla beden, manevi yücelmenin ilk basamağını oluşturur. Az yemek, az uyumak, az konuşmak, şehvete ket vurmak, uzlete çekilmek, zamanını ibadetlerle geçirmek hemen hemen tüm dinlerde görebileceğimiz türden bir zühd hayatının vazgeçilmezleridir. Fakat sufilikte "çile" olarak adlandırılan bu terbiye biçimi daha çok Uzak Doğu dinleri ve Hristiyan mistisizminden etkilenmiş görünüyor. Bazı Batılı araştırmacılar da tasavvuf tarihinde zühd hareketinin tamamen Hristiyan menşeli olarak ortaya çıktığını iddia ederler. Reynold Alleyne Nicholson, Fi't-Tasavvufi'l- İslami eserinde İslâm'daki zühd ve takva eğiliminin, Hristiyanlığın ortaya koyduğu nazariye ile uyum halinde bulunduğunu ve bu nazariyeden beslendiğinin açıkça bilindiğini söyler. Aynı şekilde Ignaz Goldziher, zühd hareketini İslâm'ın ruhuna uygun görmekle beraber, büyük oranda Hristiyanlığın etkisiyle ortaya çıktığını iddia eder.
İtikaf, çile, cihad
Orta Çağ Hristiyan toplumlarındaki anlayışa göre, sıkıntılarını paylaşmak amacıyla Mesih'e yaklaşmayı amaçlayan herkes için beden, hem en büyük engel ve "düşman", hem de Mesih'in yanında olmanın bir yolu olarak gösterilir. Kurtuluşa ermek için bedenin alt edilmesi gerekir. Bedene eziyet edip onu cezalandırma şeklinde beliren çileci anlayış, bedenin saygıyı hak etmediği ve günahkârlığın simgesi olduğuna yönelik bir temelden beslenir. Beden zaten günahkâr olarak doğar ve vaftiz edilir. Çünkü ilk günah bedensel haz uğruna işlenmiştir. Hristiyanlıktaki çileci anlayış, bedenin hem dışarıdan gelecek bir müdahaleye karşı kutsal bir dokunulmazlık zırhına büründürülmesine hem de pislik içinde bırakılarak kendi hâline terk edilmesi gereken potansiyel bir günah unsuru olarak görülmesine neden olmuştur. Bu anlayışta banyo yapmak, öz bakım, bedenine özen göstermek, güzel kokmak, güzel giyinmek gibi bedeninize yaptığınız iyileştirmeler ve bedenin haz alacağı her türden eylem manevi yolculuğunuzu tamamlamanıza engel olur.
Uzak Doğu dinlerinde de gördüğümüz çilecilik anlayışı tıpkı Hristiyanlıkta olduğu gibi manastır hayatıyla özdeşleşir. Manastır hayatı normal hayattan çok farklıdır. Manastıra mensup kimselerin mülkiyet hakları yoktur. Geçim kaynakları dilenmek ve halkın yardımıdır. Dilenmek bir nefis terbiyesidir. Çünkü Buda'ya göre dilenmek kişiyi kibirden korur ve keşişe azla yetinmeyi öğretir. Manastır hayatının önemli ikinci kuralı ise keşişlerin şiddetten uzak durmalarıdır. Hayvanlara saygı göstermek zorunda olan keşişlerin et yemeleri de yasaktır. Bazı Budist tarikatlar bunu daha da ileri götürerek süt içmeyi ve yumurta yemeyi de yasaklamışlardır.
Manastır hayatında kurallardan biri de keşişin bekar kalmasıdır. Karısına ve çocuklarına aşırı bağlanarak Nirvana'dan uzaklaşır düşüncesiyle bu kural şarttır. Çünkü Buda'ya göre bir kadın meditasyona engeldir. Budizm'de manastır hayatındaki bekarlık kuralı 2000 yıldır sürmektedir. Kadınlara bakmamak için bazı keşişler yüzlerini yelpaze ile gizler. Bir Budist keşiş kazara bir kadınla aynı arabaya binerse kesinlikle onunla ne konuşur ne de ona bakar.
Yahudi zühd hayatında ise Hasidik gruplar arasında az yeme, az uyuma, dua ederek ve yalnız kalarak sadece Tanrı'yı düşünmeyi öngören bir yaşam vardır. Yine Yahudi mezheplerinden bir kısmı kendini tamamen zühde adamıştır. Talmud bilgelerinin ilk öğüdü ekmeğini tuz ile ye, suyunu azar-azar iç, yerde yat, kapalı bir hayat sür ve çok çalış şeklinde devam eder. Hasidiler tarikatı günde dokuz saati ruhi antrenmanlarla geçirir ve o kadar çok oruç tutarlar ki günlerce bağırsak hastalığı çekip sonunda ölenler olur. Ferisiler tarikatı ise yazının başında bahsettiğim bedeni aşağılama ve
yüceltme arasında gidip gelmenin bir örneği olarak bedeni, ilahın suretinde yaratıldığı için, kutsal kabul eder ve bedene eziyeti tasvip etmez.
Feda edilen bedenler saldırganlaşıyor
Sufi gelenekte ise tekke çilenin merkezidir. İslam dünyasında sufilerin çilecilik ve zühd anlayışı Kuran'daki bazı ayetlere dayandırılır. "Siz dünya hayatını tercih ediyorsunuz ama ahiret hayatı daha hayırlı ve daha kalıcıdır." gibi ayetleri referans alarak tasavvuf geleneğinde yer alan zühd hayatı sadece haram olanı değil helal olanı da bırakmayı gerektirir.
"Ey iman edenler! Allah Teâlâ'nın sizin için helal kılmış olduğu temiz şeyleri haram kılmayınız, haddi de aşmayınız. Şüphe yok ki Allah Teâlâ haddi aşanları sevmez." (Mâide 87) ayetinin bazı Sahabelerin daha fazla ibadet yapmak maksadıyla az yiyip az uyumak, kadınlardan uzak durmak gibi Allah'ın helal kıldıklarını kendi nefislerine haram kılmaları üzerine bu ayetin nazil olduğu ifade edilir. Meşru ve mubah şeylerden uzak durarak Allah'a yaklaşma çabası Kuran ve sünnette yer almaz. Kimse Allah'ın helal ettiği bir şeyi kendi nefsine haram ederek takvaya ulaşamaz. İslam'da evlenmek, çoluk çocuk sahibi olmak, mal mülk edinmek, tarımla ve ticaretle uğraşmak katiyen yasaklanmamıştır. İslam, her işte orta yolu tercih eder.
Kimi tarikatlar çilecilik anlayışını başka bir boyuta taşıyıp bedenlerine zarar vererek manevi bir yücelme peşine düşer. Vücudun belli yerlerinden şişler geçirme, sırtını zincirlerle kamçılama, kimi Uzak Doğu dinlerinde ateşin üzerinde yürüme gibi bedene direkt olarak zarar veren uygulamalarla beden alt edilmeye çalışılır. Bunun illegal dini örgütlerdeki yansıması "mücahit"in çileci bir kimliğe büründürülmesidir. İllegal dini örgütlerde belirgin olarak görülen davanın üstünlüğü ideali, kefaret arayışını beraberinde getirir. Kefaret yolu olarak görülen mücadele pratikleri kendini feda etme, kurban verme düşüncesinin benimsenmesini sağlar.
Dünyevi hazzın öte dünyaya ertelenmesi
Çileciliğin belirgin olarak vurgulandığı buna paralel olarak hazzın katı bir şekilde yasaklandığı bir düşüncede yaşamdan kopuş ve dünyevi hazzın öte dünyaya ertelenmesi, o hazza kavuşma arzusunun şiddetlenmesine neden olur. Ölümü kutsayan intihar eylemleri tam da bu noktada karşımıza çıkar. Beden bu sayede hem davasına hizmet edecek hem de sonsuz hazza kavuşacaktır. İllegal dini örgütler bedeni disipline edici uygulamalarını çilecilikle ilişkili bir şekilde belirler. Söylemde sağlıklı, uzun yaşayan ve dine vakfedilmiş hayırlı bir yaşam anlayışı, mazlumluk ve çilecilik düşüncesi, güçsüzlük ve hınç duygusuyla silahlı mücadeleyi ve bu uğurda ölmeyi teşvik eden bir anlayışa dönüşür.
İntihar eylemlerinin bir strateji olarak seçilmesinin nedeni düşmanla aralarındaki güç dengesizliğin ortadan kaldırılmasıdır. Çaresizlik, güçsüzlük ve hınç duygusu tüm bedeni kaplar ve ideolojik hedefleri için bedenini tüketen, kurban rolüne bürünen, saldırgan kişiler mühimmat olarak bedenini feda eder. Radikalleşme özelde şiddet yoluyla, genel olarak ise beden siyaseti yoluyla kuruluyor. Böylece dini illegal örgütlerin söylemi özellikle bedene, beden politikalarına ve bunların şiddetle ilişkilerine dair algılarıyla görünür hale geliyor. Bedenin tükenmesi hedeflerine ulaşmanın bir aracı haline geliyor.
Peygamber Efendimizin sünneti olan itikaf ise çilecilikten apayrı bir yerde durmaktadır. İtikaf süreklilik arz etmez ve tüm hayatı kapsayan bir ruhbanlığın İslam'da yeri olmadığı sıklıkla vurgulanır. Ayetler ve hadislerden yola çıkarsak İslam'da beden emanettir, emanet hoyratça kullanılamaz. Zarar ve acı verilmemeli, temiz olmalı, güzel kokmalı, güzel elbiselerle örtünmelidir. Beslenmeye ve sağlığa dikkat edilmeli, şişmanlamamalı, mideye zarar verecek şekilde tıka basa yememeli, hastalanınca mutlaka tedavi olunmalıdır. Ayrıca beden teşhir edilmemeli, meta haline dönüştürülerek değersiz hale getirilmemelidir. İslam dünya sevgisini, hazcılığı hoş görmez ama dünya nimetlerinden faydalanmayı da yasaklamaz. Denge İslami yaşamın ana omurgasını oluşturur.
Bedende simgeleşen aidiyetler
Zühd hayatını yaşayan farklı dinlerdeki grupların yaşadıkları dini tecrübeler birbirine yakın olsa da bedenlerinde aidiyetlerini ifade etme biçimleri farklı olabilir. Hristiyanların bellerine bağladıkları zünnar, sufilerde hırka ve taç, sarık dervişleri simgeleyen en önemli unsurlardır. Sünni tarikatlarda giyilen taç ve hırkaların nispeten gösterişli olmasına ve giyimde kapalılığın esas alınmasına karşın Kalenderi nitelikli yeni züht hareketinde yer alan sufilerde pejmürdelik ve çıplaklık en belirgin özelliktir. Belirli sakal ve saç şekilleri, toplum içinde ayrışmayı sağlayan belirgin giysiler beden ile dini aidiyetini ifade etmenin en bilinen göstergeleridir.
Zühd hayatında yaşayan beden alt edilmeye çalışılırken ölü beden kutsallaştırılır. Türbeler, anıtlar, heykeller, fotoğraf ve resimlerle ölen kutsal kişi ile sürekli bir bağlantı vardır. Ölü bedenlerle kurulan ilişkinin asıl nedeni, onlarda bulunduğuna inanılan manevi güç, feyz ve bereket, kutsalın onunla birtakım ritüellerle temasa geçmesiyle insanlara faydasının dokunacağına inanılmasıdır. Peygamberin saç, sakal telinin, hırkasının sergilenmesi, türbe, anıt ziyaretleri ve orada gerçekleşen ritüeller bedene sirayet ettiği düşünülen kutsallıkla bağ kurma çabasıdır. Bedenlere biçilen anlam aslında hâkim dini düşünce ile paralellik arz eder. Bir bedenin niteliğini belirleyen şey, bedenin kendisinden çok, bedene giydirilen kültürel anlamla örtüşür.
Bir bedenin kutsal kabul edilmesi, onun ilahi olanla bağından kaynaklanır ve bu beden ölü olsa dahi asla çürümez, kokmaz, şekil değiştirmez.
İnsanlık bedeni ile sürekli bir mücadele içinde… Fıtratı ile uyumlu bir yol çizmek yerine ifrat ve tefrit arasında gidip geliyor. Ruh ve beden bütünlüğü, birbiri ile ahengi bize hem bu dünyada hem de ahirette cennetin kapısını açar. Farkında olanlara ne mutlu…