TAUB’UN KEHANETİ…
Son bir asırdır Türkiye'nin kaderine yön veren savaş ve kaos tüccarı liberal sınıfın psişik kaygısı ulusal ve küresel sistemdeki köklü değişimin de ilk elden itirafı gibi duruyor. Emperyal merkezdeki kan kaybedişle tanımlanan bu dönüşüm bize tarihin modern aklın vazettiği "ilerlemeye dayalı Batılı süreklilik"ten ziyade İbn-i Haldun'un dile getirdiği "dairesel kırılmalar"a göre ilerlediğini gösteriyor.
Neredeyse 30 yıldır birçok siyasi, ekonomik ve kültürel kırılmaya sahne olan dünya, artık "Tarihin Sonu"ndan Batı'nın sonuna doğru seyrediyor. Deyim yerindeyse Pax-Americana ile nitelenen ABD modelinin çöküşünü dizi film şeklinde izliyoruz. Neocon ve neo-liberal Harvard çeteleri bu yüzden öfkeden deliye dönmüş halde. Bu çırpınış ister istemez "dünyevi bir fikriyatın iktidar ömrü acaba kaç yıldır?" sorusunu akla getiriyor.
Kuşkusuz siyasette ve sanatta ütopyalar asla tükenmez. Ancak en büyük gerçek ütopya her zaman "hayat" olageldi ve bundan sonra da böyle olacaktır. Bundan olsa gerek insanlık şimdiye kadar her ideolojiyi alt eden hayattan daha etkili bir düşünce sistemi inşa edemedi.
"Efendisi muğlak bir düzen miti"
Bu "dikotomik/çift kutuplu" trajedinin son kurbanlarından olan Batı uygarlığı, bugünlerde hayata yani insana ve insanlığa ihanet etmenin bozgununu yaşıyor. Korona salgını ve onu takip eden enerji ve tedarik krizleriyle derinleşen sorunlarla birlikte Avrasya'daki revizyonist güçlerin Batılı küresel statükoyu sarsan yükselişini de eklediğimizde liberal masallardaki "Avrupa merkezli birey büyüsü" artık toz toprak, yara bere içinde. Bu zehirli yalan Batı'da bile kendine taraftar bulamıyor.
Edmunt Fawcett, Liberalism: The Life of an Idea (Liberalizm: Bir Düşüncenin Hayatı) isimli kitabında 19. yüzyılda icat edilen siyasi liberalizmin temel hedefinin aslında "insan özgürlüğü ve birey haklarını savunmak" olmadığını tarihsel verilerle kanıtlıyor.
Liberalizmi "efendisi muğlak bir düzen miti"ne benzeten Fawcett, "Burjuva, Amerikan (1776) ve Fransız (1789) devrimleriyle Napolyon Savaşları'ndan (1799-1815) sonra yükselen sosyo-ekonomik ve demokratik hak taleplerini frenlemek için liberal ideolojiyi silah olarak devreye soktu. Amaçtoplumdaki çatışmaları ve çelişkileri bitirmek ya da talepleri karşılamak değil, onları kontrol altında tutmaktı. Nitekim tuttular da. Ve bu yolla iktidarlarını perçinlediler" tespitinde bulunur.
Neo-liberal kültürün son çırpınışları
Ulusal düzeyden uluslararası alana geldiğimizde liberalizmin bir başka tutarsızlığı olan "emperyalizm taraftarlığı" çıkar önümüze. Liberallerin en büyük açmazıdır bu. Her biri birer "özgürlük havarisi" kesilen Batılı liberaller, sıra ülkelerinin diğer devlet ve milletlere yönelik emperyal siyasetine gelince birden sömürgeciliği ve diğer halkların esaretini savunan jakobenlere dönüşebiliyor.
Sonlarını da zaten hayata/insana dair bu çelişki getirdi. Reel sosyalizmin yıkılmasından sonra 1990'larda zafer sarhoşluğuna kapılan liberal Batı, bugün dört bir koldan alarm veriyor. Çünkü kültürlerindeki "ırkçı diyalektik" sonunda deşifre oldu. Vahşi kapitalizmin omurgasını oluşturan liberal kültür artık bir hegemonya ideolojisi olarak sürdürülemez hale geldi ve işlevsizleşti.
Kan kaybetmeye başlayan Batı'nın yeniden toparlanması çok zor. Geleceğe dair bir "idea-logy"leri kalmadı. Makrotarihçiler dediğimiz fütüristlerin 1980 ve 90'lardaki bütün liberal öngörüleri de boş çıktı. Batı'nın "linear-doğrusal ve ilerlemeci" tarih anlayışına göre kurguladıkları ütopyalarda papağan gibi hep aynı teraneyi söylediler. "Kötüden iyiye, ilkelden moderne doğru ilerliyordu insanlık…"
Liberal fütüristlerin iflası
Alvin Toffler, endüstri öncesi ve sonrası toplumlar şablonuyla dünyaya baktı. Paul Kennedy, gücün yükselişini ve Doğu'nun çöküşünü anlattı. Samuel Huntington, Batı'nın hâkimiyeti için diğer kültürlerle çatışmayı savundu. Francis Fukuyama, liberal bir küresel hayal pazarladı bize. Ve ne ironiktir aynı Fukuyama bugünlerde ABD'nin gerileyişini durdurmaya dair peş peşe "ıslahat layihaları" yazmakla meşgul.
Toffler da yazmıştı. Onun "Üçüncü Dalga" dediği demokratik post-endüstriyel toplumlar bugün ırkçı ve İslamofobik terörün yuvası haline geldi. Çünkü tüm bu makro-tarihçiler geleceğin sadece bir noktasına ışık tutabildi. Hepsi tek boyutluydu ve sadece Batı'nın prizmasından diğer kültürlere baktılar. Tıpkı mevcut dünyayı ve Türkiye'yi hâlâ yanlış okuyan Batı güdümündeki vesayetçi yapılar gibi.
Hindu sagalarındaki çalışan dindarlar
Bu fütüristlerden tek istisna Amerikalı Lawrence Taub oldu. 1989'da Japonya'da verdiği konferanslarda Berlin Duvarı'nın yıkılmasını "Müslüman dünyada dini bir devrim" olarak niteleyip küresel sistemde İslam ülkeleri ve Çin'in yükseleceğini öngörmüştü. Batı'nın temsil ettiği liberal tacirler döneminin kapandığını ilan eden Taub'un analizleri, kadim Hint kültüründen besleniyordu.
Hindu sagaları dört insan arketipi/profili çizer… Dindar, savaşçı, tacir ve işçi kesimleri. Yunanlı Platon'un mutlu bir toplum hayatı için tasarladığı devlet modelindeki "işçi, asker ve yönetici" insan tiplerinin kökeni de bu Hint destanlarıdır.
Hindulara göre bu dört arketip sırasıyla yeryüzünde hakim hale gelir. Tıpkı İbn-i Haldun'un tarih ve kültür teorisinde öngördüğü gibi, dairesel olarak.
Fütürist Taub'a göre de dünya artık seküler Batılı tacirler tarafından değil dindar çalışan kesimler tarafından yönetilecek bir evreye girdi. Gerçekten de Taub'un 1990'larda öngördüğü gibi dünya, şimdi Batı'dan Asya ve İslam coğrafyasına doğru küresel düzeyde bir iktidar değişimine sahne oluyor.
İktidarlar işçi ve dindar halklara geçiyor
Lawrance Taub küresel hegemonyayı 200 yıl önce savaşçılardan alan liberal tacirlerin iktidarlarını işçi ve dindar halklara devretmeye başladığını söylediği yıllarda daha geçen ay hayatını kaybeden SSCB'nin son lideri Mihail Gorbaçov (2 Mart 1931- 30 Ağustos 2022), sosyalist Rusya'nın transformasyonunu yönetiyordu.
Çin Halk Cumhuriyeti'nde Mao Zedong'dan sonra iktidara geçen Devlet Başkanı Deng Şiaoping de (1904-1997), devlet kapitalizmiyle Çin'in ekonomik dirilişinintemellerini atıyor; Turgut Özal ise Türkiye'yi köklerine dönüşe hazırlıyordu. Çin kesintisiz şekilde yoluna devam etti. Çin
yönetimi gösterdiği ekonomik performansla çalışan kesimlerin değerleriyle uyum içindeki aktör portresini her geçen gün daha da perçinledi.
Boris Yeltsin ile aşağılanan Rusya'nın kaderi de 2000'lerde Vladimir Putin'in ipleri eline geçirmesiyle değişti. Türkiye'nin tarihine yolculuğu ise 28 Şubat 1997 darbesiyle ağır yara alsa da vesayeti derinleştirilen Türkiye'nin zincirlerini Erdoğan izlediği ezber bozan hamlelerle kısa sürede darmadağın etti.
Batı'nın periferisinden küresel merkeze
Ve Türkiye 2007'den sonra aldığı radikal bir kararla Batı'nın periferisinde oyalanmak yerine kendi dünyasının merkezine yöneldi. Sistemin efendileri bu yüzden son sekiz yıldır Yeni Türkiye'yi her fırsatta boğmaya çalışıyor. Ancak Erdoğan'ın şahsında ülkemize yönelik bütün kirli senaryolar, milletin iradesine çarpıp dağıldı.
Ama unutmayalım sinsi planları çöktükçe kinleri daha da bileniyor. Özellikle bu ülkenin geleceğini tayin edecek olan 2023'teki Haziran seçimleri öncesi teyakkuza geçen Batılı efendiler ve yerli maşaları, ellerinden gelen her kozu devreye sokacak. Can havliyle saldıracaklar.
Bir yandan da Sayın Erdoğan için kullandıkları ifadeyi onlara aynen iade ederek söylersek, yaklaşan kirli sondan (dirty end) harıl harıl kurtuluş yolu arayacaklar. Fakat ne yapsalar boş.
Kültürel ve siyasi krizini çözüp yüklerinden kurtulan ve hızla mesafe almaya başlayan Yeni Türkiye, her tür ekonomik krizin üstesinden rahatlıkla gelecektir. Türkiye yeni kalkınma hamleleriyle sadece İslam ülkelerinin değil Müslüman olmayan diğer mazlum halkların da umududur.
Hâsılı kelam, Batılı liberal tacirlerin iktidarı son buluyor. Yeni dünyanın temellerini Türkiye, Çin ve Rusya gibi ülkelerin çalışan inançlı halklarının desteklediği liderler atıyor.
Yani endişeye mahal yok. Her şey tıpkı Taub'un kehanetindeki gibi...