Cengiz Alğan: KOLEKTİF NARSİSİST SİYASETÇİLER: DAVUTOĞLU, İMAMOĞLU, KILIÇDAROĞLU

KOLEKTİF NARSİSİST SİYASETÇİLER: DAVUTOĞLU, İMAMOĞLU, KILIÇDAROĞLU
Giriş Tarihi: 17.08.2023 16:24 Son Güncelleme: 17.08.2023 16:27

Çocukluğumda okuduğum "Bir vuruşta yedi can" isimli bir masal vardı. Masalda bir yaz günü bir terzi, yoldan geçen satıcıyı çağırıp reçel alıyor. Bir dilim ekmeğin üzerine sürdükten sonra masasının üzerine bırakıp elindeki işe dönüyor. O sırada reçelli ekmeğin üzerine sinekler toplanmaya başlıyor. Kovalamakla gitmek bilmeyen sineklere sonunda sinirlenip bir havluyla tepelerine vuruyor.

Ölen sinekleri sayıyor: Bir, iki, üç... yedi. Tam yedi sinek. "Vay be!" diyor, "Ben neymişim. Bir vuruşta yedi can aldım." Terzimiz "Bu kahramanlığı bütün şehir, hatta bütün dünya duymalı" diye düşünüp üzerinde "Bir vuruşta yedi can" yazan bir kuşak dikip beline doladıktan sonra uzak diyarlara doğru yola çıkıyor.

Her gittiği yerde kuşağını övünerek gösteriyor, türlü çeşitli hilelerle devleri, insanları, kralları kandırıp gerçekten de çok güçlü olduğuna inandırıyor. Kendi gözü pekliğine, "acı kuvvetine" herkesten önce kendisi inanıyor ve başkalarını da inandırmak için her yolu deniyor. Masal böyle sürüp gidiyor.

Lacivert, bu sayının dosya konusu "Narsisist" için yazı istediğinde aklıma bu masal geldi. Narsisizm, klinik olarak kolay tanı konulamayan bir kişilik bozukluğu şeklinde tarif ediliyor. Benmerkezci kişilik yapısının kendini aşırı beğenme, haddinden fazla önem atfetme, abartılı bir özgüven ve kendine hayranlık gibi özellikleriyle tezahür ediyor. Bu yazıda siyasetimizde bol miktarda rastlanan narsist kişilikleri ele almayı deneyeceğim.

Masanın başına kim oturacak?

Narsisist kişiliğe sahip siyasetçilerin başında, eski başbakanlardan Ahmet Davutoğlu gelir desek abartılı olmaz. Kendisini, henüz AK Parti'de siyaset yaparken kürsü ve miting konuşmalarında Buhara'dan, Taşkent'e, Balkanlar'dan Kafkaslar'a "Selam olsun!" diye başlayan yüksek sesli selamlamalardan hatırlıyoruz. O günkü konuşma konusu her ne olursa olsun, Sayın Davutoğlu, tüm dünyanın kendisini can kulağıyla dinlediğinden emin bir şekilde söze bu hitaplarla başlıyordu.

Ama kişiliğindeki aşırı benmerkezci yan, asıl AK Parti'den ayrılıp diğer partilerle kurdukları "Altılı masa" sürecinde ortaya çıktı. CHP'li bir gazetecinin anlattığına göre, yaklaşık bir buçuk yıl süren görüşmelerin ilk ayı boyunca Davutoğlu yüzünden masa düzeni bile kurulamamış. Çünkü (daha önce taşıdığı bakanlık ve başbakanlık rütbesine ve akademik unvanına dayanarak olsa gerek) masanın başında kendisinin oturması konusunda ısrarcı olmuş. Sonunda yuvarlak bir masa seçilerek bu zorlu problem aşılabilmiş. Sabah gazetesi yazarı rahmetli Engin Ardıç, sürecin başında bu konuyu alaya alan bir yazı yazmış ve yuvarlak masa önerisinde bulunmuştu. Belli ki ondan kopya çekmişler.

Altılı masanın tüm toplantılarının çok uzun sürmesinin sebebi de çok sayıda yorumcu tarafından Davutoğlu'nun sonu gelmez konuşmalarına bağlanmıştı. Açıklanan uzun metinlere ve bir buçuk yıl sonunda çıkarılan ortak mutabakat metinlerine bakınca da Davutoğlu egosunun izlerine rastlamak mümkün. Hangi konuyu ele alırsa alsın, bir tarihsel çerçeve çizmeden söze başlamıyor.

Masa bileşenlerinin mitinglerinde, ev sahibi CHP olmasına rağmen hem Kılıçdaroğlu'ndan hem de diğer parti başkanlarından kat kat uzun konuşmalar yapmasının sebebi de kendisine atfettiği muazzam özellikler olmalı.

"Stratejik serinlik"

AK Parti Genel Başkanı ve başbakanlık görevlerinden ayrıldığı2016 Mayıs ayında yaptığı upuzun konuşmada, bir gün Erdoğan'ın davasına ihanet ederse yüzüne tükürülmesini isteyen Davutoğlu, ayrıldıktan sonra küçük bir parti kurdu (Not: ABD basınında bu ayrılıkla ilgili "ABD Ankara'daki adamını kaybetti" şeklinde yorumlar yer aldı. İki ay sonra da 15 Temmuz darbe girişimi geldi).

Öyle iddialıydı ki "Bir selamımla bütün Anadolu'yu ayağa kaldırırım" diye gururla ilan ediyordu. Bakü'ye gitse, Konya'ya gitmiş gibi karşılanırdı. Ama 14 Mayıs seçimlerine partisi kendi adı ve logosuyla bile katılamadı. CHP şemsiyesi altında 10 milletvekili koparmaktan fazlasını yapamadı. Çünkü bizzat bir TV canlı yayınında söylediği gibi "Partisine oy vermeye kendi halasını bile" ikna edememişti.

Kasım 2015 seçimlerinde AK Parti'nin aldığı yüzde 49,5 oyu her zaman kendisine gösterilmiş teveccüh olarak sundu. Oysa beş ay önceki seçimlere AK Parti ilk kez Erdoğan'sız girmiş ve ilk kez tek başına hükümet kurma yeterliliğini elde edememişti. Partinin başında o vardı. Başarısızlığı üstüne almayan Davutoğlu, koalisyon arayışlarına girmiş ama çözüm bulunamayınca gidilen seçimde alınan rekor oyu kendi hanesine yazıvermişti. Oysa bugün biliyoruz ki 7 Haziran 2015 seçimlerinde AK Parti çoğunluğu yakalayamayınca Davutoğlu liderliğindeki parti merkezinde kutlama yapılmış. Erdoğan'ın o dönemde dile getirdiği "Alman ekolü çalışıyor, farkındayız" sözü çok manidardır.

Karizmasını ve büyük liderliğini tüm dünyanın kabul ettiği Erdoğan'ın gölgesi altında ve onun verdiği payelerle serin serin siyaset yaptıktan sonra şu sözleri söyleyebilen de yine kendisidir: "Erdoğan, 2014'te AK Parti tabanındaki ve toplum nezdindeki itibarımı, seçim kazanmak için elverişli bir araç olarak kullandı." Bunun adı da herhalde "stratejik serinlik" olsa gerek. Yoksa insan hiçbir varlık gösteremediği son seçimlerde bile, nasıl çıkıp da "Kabinenin kurulmasında payımız var" cümlesini sarf edebilir?

"Yapraklar bile beni alkışlıyor"

Narsisist siyasi figürlere bir örnek de İstanbul Belediye Başkanı. 2019 yerel seçimlerine kadar kimsenin tanımadığı bu türedi siyasetçi, Türk siyasi tarihinin gördüğü belki de en yetersiz ama bir o kadar da burnu büyük biri çıktı. İstanbul'a seçildiği ilk akşamdan itibaren gözünü cumhurbaşkanlığına diktiği anlaşılan bu kişi sürekli skandallarla anıldı.

İleri biyolojik arıtma tesisi için düzenlediği "temel atmama töreni" saçmalığı ve orada yaptığı "yapraklar bile beni alkışlıyor" çıkışı narsisistik kişilik bozukluğu semptomlarına siyasi alandan model olarak gösterilebilir. İstanbul'u sel bastığında zar zor ulaşılıp döndürüldüğü Bodrum tatili sonrası, basına yanık teniyle verdiği demeçte sarf ettiği "Tatil bana yakışıyor" sözleri de bu alanda literatüre geçer.

Konuşmalarında sürekli "ben" vurgusunu öne çıkaran bu şahıs o kadar kibirli ki kendisini ziyarete gelen parti başkanlarını belediye önüne kırmızı halı serdirip zabıtalara merasim yaptırarak karşılıyor. Valilere hakaret edip, içişleri bakanından pazarcı esnafına kadar herkesle kavga edecek kadar da kontrolsüz bir öfkeye sahip. Erdoğan'ın siyasi hikâyesini kendisine uyarlamaya çalışıyor ama onun ortaya koyduğu başarıların yanından bile geçemiyor.

Algı-çalgı belediyeciliği diyebileceğimiz bir uygulamayı İstanbul'da onun döneminde yaşadık. Bir yanda yanan otobüsler, çalışmayan metrolar, sel baskınları, diğer yanda sürekli konserler, ne olduğu pek anlaşılmayan dans gösterileri, ışıklı şovlara harcanan milyonlar. Ama kimse hiçbir şey hissetmiyormuş gibi de rahat. 25 yıl önce yapılıp bitirilmiş hizmetleri bile allayıp pullayıp kendisi yapmış gibi anlatabiliyor.

İstanbul'dan çok diğer şehirlerde gezen bu şahıs şimdi de cumhurbaşkanı adaylığı ve/veya CHP genel başkan adaylığı için kendi partilileriyle kavga halinde. Ancak kabul etmek gerekir ki öyle ya da böyle sürekli gündemde olmayı başarabiliyor. Eğer tutunmayı becerebilirse Türk siyasetinin kendisinden çok çekeceği var gibi görünüyor.

Tanrılarından icazetli kurtarıcılar ve lanetli cüzzamlılar

Siyasette bu kişilikler tek tek figürler olarak kalsa çok da sorun etmez eğlenir geçerdik belki. Ancak bu özelliklerin maalesef geniş seçmen kitlelerine de yayılan bir maraza dönüştüğünü görüyoruz. Özellikle CHP'de cisimleşen bu durum giderek kalıcılaşan bir tehlikeye de dönüşüyor. Klinik literatürde yok belki ama deyim yerindeyse toplumun bir kesiminde bir "kolektif narsisizm" oluşuyor.

CHP yönetici elitinin doğrudan veya ima yoluyla işaret ettiği kişi, kurum veya kuruluşlar çok hızlı biçimde kendi kitle tabanı tarafından hedef haline getiriliyor. Sosyal medya yoluyla acımasız bir linçe tabi tutuluyor ve itibarları yerle bir ediliyor. Bu öyle bir hal aldı ki bu tabanın "düşman" bellediği kitle giderek büyüdü ve Erdoğan'a/AK Parti'ye oy veren, toplumun yarıdan fazlasını oluşturan herkes bu çemberin içine dâhil edildi.

Son 10 yılda Kılıçdaroğlu'nun, sırf oy tercihlerinden dolayı hakaret etmediği neredeyse hiçbir meslek grubu kalmadı. Hâkimler "saray militanı", öğretmenler öğretmen değil, sanatçılar yalaka, çiftçiler, esnaf, ev hanımları toptan cahil, bilinçsiz. 14 Mayıs seçimlerinden hemen önce TV'de seçmenin tamamına seslenip "Ahlaklı olun, bunlara oy verip günaha girmeyin" diye seslendi. Yani Erdoğan'a oy vereni ahlaksız ve günahkâr ilan etti.

Seçimden sonra da bu tutumunu sürdürdü. Kırsalda yaşayan milyonlarca insanı TRT izleyip ayda 500 lirayı alınca gözü kapanan cahiller olarak ilan etti. Örneğin "Bu seçimin ahlaki meşruiyeti yok. Hukukçular ve ilahiyatçılar tartışmalı" diyebildi. Son demeçlerinden birinde "İnsanlık tarihi demokrasi tarihidir. Onun da mihenk taşı CHP'dir" buyurdu.

Partisini öyle yüksek bir mertebeye yerleştiriyor ki oraya ulaşamayan biz ölümlüler cahil, bilinçsiz, ahlaksız, günahkâr, demokrasiye ihanet eden zavallılarız. "Ülkeye demokrasi getirecektik ama seçimi kazanamadık" beyanı da bunu tarif ediyor. Kendisi, partisi ve seçmenleri Olimpos tanrılarından icazetli büyük kurtarıcılar, buna itaat etmeyen kalabalıklar ise tedavi edilmesi (olmazsa yok edilmesi) gereken lanetli cüzzamlılar.

"Bu bana yeter…"

Bu koroya elbette CHP'ye müzahir okumuşlar, akademikler, sanatçılar da eşlik ediyor. Bütün bu propagandanın sonucunda CHP tabanını oluşturan kalabalık bir kitle, kendisini toplumun geri kalanından ayrıştırıp steril bir fanus içinde görmeye başlıyor. Sadece CHP'ye oy vermiş olmakla cahillikten kurtulmuş, aydınlık bir geleceği kurma yetisine sahip, kutsanmış, mükemmel bireylere dönüşüveriyor kendi zihin dünyalarında. Kolektif narsisizm dediğim olgu kanımca böyle ortaya çıkıyor. Kibirli, saldırgan ve mutsuz bir kitle bu. Ve muhalif medya yoluyla her geçen gün daha da çıkmaza sürükleniyor.

Hâlbuki mükemmelliğe mutlak bir inançla sarılanlar tarihte genellikle insanlığa büyük problemler açan, kötülüklere kaynak oluşturan kişiler olmuştur. İnsanlığın gerçek ilerleyişi ise alçakgönüllü insanların gayretleriyle sağlanır (Alain de Botton'a selamlar).

Yazıyı "alçakgönüllülük" bahsiyle bağlamışken siyasetteki narsist kişiliklerin tam zıddına iyi bir örnek olan Sayın Devlet Bahçeli'yle bitirelim. Milliyetçi Hareket Partisi 7 Haziran günü resmi sosyal medya hesabından "Bu bana yeter..." notuyla bir tweet paylaştı (https://twitter. com/MHP_Bilgi/status/166651 0591656165376?s=20).

Twitteki videoda Bahçeli klasik arabalarından birini kullanırken Ferdi Tayfur'un "Bu bana yeter" isimli şarkısını dinliyor.

15 Temmuz darbe gecesinden beri Erdoğan'la ittifak halinde, ülke sorunlarına çözüm üretmede çok önemli bir aktör olmasına rağmen ne kendisi ne de partisi için makam mevki talebinde bulunmadı Bahçeli. Hatta bunun ima edilmesine dahi izin vermedi. Bu sayede gönüllerde taht kurdu, son seçimlerde meclise bile giremez denen partisine de önemli bir zafer kazandırdı. Dinlediği şarkıda geçen şu sözler burnu Kaf Dağı'na erişen kibirli siyasetçilere duyurulur:

"Bana yurdumun bir köşesinde bir çadırlık yer verin, bu bana yeter."

BİZE ULAŞIN