QUEER, ANTİ-KİMLİKLER VE “YENİ İNSAN”
İnançsızlığın yeni bir inanç gibi, kimliksizliğin de yeni bir kimlik gibi icat edildiği zamanlardayız. Dönüşen paradigma ve dinamiklerle beraber bambaşka kimlikler icat oluyor artık. "Kültür kimlikleri, meslek kimlikleri, cinsiyet kimlikleri…" Cinsiyet kimlikleri üzerine tartışmalar son dönemin en çetrefilli konularından. Cinsiyet kimlikleri tartışmalarında feminizmin alan açtığı kadın kimliği ise en kritik yerde duruyor. Kadınların çoğunun kişilikten yoksun olduğunu düşünen Alexander Pope, kadına değil kişilik, ruh dahi bahşetmeyen düşünürler, Platon, Nietzsche, Schopenhauer gibi "kadın"ı kendi deneyimlerindeki kadınlara indirgeyerek tanımlayan sayısız filozof…
Geçen yüzyıllar boyunca "kadın"ın tanımı değişti evet. Kadınlar geçtiğimiz iki yüzyılda haklarını yüzyıllık gecikmelerle olsa da aldılar. Peki şimdi? Kadın kimliği bugün ne durumda? Son 30 yılda LGBT ve Queer hareketle birlikte kadının da dâhil olduğu cinsiyet kimlikleri büyük bir dönüşüm geçirdi. Toplumca "dayatılan" her kimlik kategorisini reddeden Queer teori, bir tür kimliksizlik kimliği dayatıyor olabilir mi? Tüm bu sorular, üçüncü dalga feminizm ve LGBT hareketlerinin anlaşılması için "Queer aslında ne demek istiyor?" sorusunun iyi anlaşılması gerekiyor.
Küreselleşmeyle yaşanan paradigma dönüşümü cinsiyet, kimlik ve cinsiyet kimlikleri üzerine ciddi değişimler meydana getirdi. Önemli feminist teorisyenlerden Josephine Donovan'a göre feminizm ve postmodernizm Batı düşüncesi ve uygulamalarına getirdikleri eleştirel söylem açısından paralelliğe sahiptir. Postmodern yaklaşıma göre feminizm, iddia ve varsayımlarını evrensel bir kadın tanımı üzerinden yapar. Başka bir deyişle feminizm, tarihin ilk dönemlerinden itibaren üstün olduğu kabul edilen erkekler karşısında haklarını kaybeden kadınların kaybettikleri itibarı geri almak adına bir mücadele yürütürken; kadınlığın bir özü olduğu varsayımıyla hareket eder. Bu öz varsayımını da kadınlara has gördükleri biyolojik ve psikolojik farklılıklarla temellendirilerek yaparlar. Regl, hamilelik, çocuk doğurma süreci gibi özellikleri yalnız kadınlara has ayırıcı özellikler olarak tespit ederek esasında bir kadın etiği ve kadın epistemolojisi üretme girişiminde bulunurlar.
Eşitlikçi feminizm ve farklılık feminizmi
Postmodernizm hem kadın hem de erkek kategorisine karşıdır. Postmodernizmin çoğulcu yapısı ve farklılık vurgusu her türden sınırlamaya ve kategorilere karşı çıktığı gibi cinsiyet kategorilerine de olumsuz yaklaşır. Modern düşüncenin "kadın"ı dünyanın her bölgesindeki kadınları ifade ederken; postmodern feminizm bu kadın kategorisini kullanmaz. Postmodern feminizm evrensel bir kadın tanımı yapmaktan özellikle kaçınarak bambaşka kadın deneyimleri olduğundan bahseder.
Postmodern feminizmlerin diğer feminizmlerden farkını anlamak için eşitlikçi feminizm ve farklılıkçı feminizm kavramlarından bahsetmek yerinde olacaktır. Helena Hırata ve Françoise Laborie, Eleştirel Feminizm Sözlüğü kitabında feminizm ve farklılıkçı feminizm üzerine net bir ayrım yapar. Evrenselci yaklaşım; ırktan, fiziksel özelliklerden, dilden, cinsiyetten vs. kaynaklanan her türlü ikincil farklılıklardan bağımsız bir şekilde bütün insanların birey olduğunu söyleyerek eşitliği özdeşlikle bağlaştırır. Farklılıkçı yaklaşım ise tek olan insanlığın iki cinsiyeti bünyesinde barındırdığını ileri sürer. Françoise Laborei "Evrenselcilik: Bir Vardır", Farklılıkçılık: "İki Vardır" diyerek belirgin bir ayrım yapar. Buradan hareketle Postmodernizm ve Queer için "Ne bir Ne iki vardır" denilebilir.
Anti kimlik: Queer
Cinsel kimliklerin doğal olmadığını, kültürel ve sosyolojik aşamalarla inşa edildiğini savunan Queer teori, 1990'lı yıllarda bir kültür teorisi olarak gelişti.
Queer teori en önce cinsel kimlikleri yeniden tanımlama ve yeniden inşa sürecini hedeflemiş ve yüzyıllar boyunca hâkim olan cinsiyet kimliklerine postmodern bir bakışla bakma amacı gütmüştü. Queer teorinin en önemli isimlerine bakıldığında Michael Foucault, Judith Butler, Eve Kosofsky Sedgwick ve Michael Warner gibi isimler görülebilir.
Zeynep Direk, Judith Butler'ın Bela Bedenler eserini hatırlatarak; kitabın en önemli yanının cinsiyetlerin inşa edilmiş olmasını, varlığımızı harekete geçirici bir kurgu gibi olduğunu ırksal farklılıklarla kesişimleri göze alarak düşünmeyi amaçlaması olduğunu söyler. Çünkü kısmen de olsa ırkı ırkçılık, eşcinselliği homofobi ve cinsiyeti cinsiyetçilik inşa etmiştir. Tarih, bir dışa atma (abjection) tarihidir çünkü norm bedenleri inşa ettiği gibi birtakım bedenleri dışarı atar. Judith Butler da "queer" terimini bu bağlamsallıkta kullanır. Çünkü Queer kavramı, abject olanı (ırk kavramına benzer bir şekilde) yeniden anlamlandırma şekliyle dikkat uyandırmıştır. Queer kavramını Türkçeye çevirmenin bu yüzden zor olduğunu söyleyen Direk, Queer kavramına Türkçe karşılıklar olarak "tuhaf, acayip, garip, yamuk" gibi alternatifler önerir.
Rosemarie Tong ve Tina Fernandes Botts, Feminist Düşünce kitabında Queer teori ve terminolojinin ilk etapta bir kimlik politikası antitezi olarak okunabildiğinden bahis açar. Bazı Queer kuramcıların eski LGBT kısaltmasının LGBTQQIA (lezbiyen, gay, biseksüel, transseksüel, queer, sorgulayan, intersex ve aseksüel) olarak güncellenmesini önermesi de eski durağan kimliklere muzipçe verilen bir karşılıktır.
"Cinsiyetlendirilmiş performanslar"
Birçok farklı kuramcıların Queer teori üzerine olan ilkeleri, teorinin yorumlarının dahi çeşitliliğini gözler önüne sermektedir. Onlardan biri olan Annamarie Jagose; Queer'liğin gücünü "normatif olan"a itirazlardan aldığını ileri sürer. Queer teorinin ilkeleri üzerine düşünen bir diğer isim Ralph R. Smith ise beş ilke sayar: 1) Tüm kategoriler uydurmadır, 2) Gerçeklik toplum tarafından inşa edilmiştir, 3) Davranışlar metinsel anlamlandırmalar gibi okunabilir, 4) Metinler iktidar uygulamaları olan ve analiz edildiğinde iktidar tahakkümlerini ifşa eden söylemler oluşturabilir, 5) Sapkınlık, normallik gibi tüm kategorilerin Queer okumalarla yıkılması başarılabilir.
Judith Butler, Cinsiyet Belası'nda toplumsal cinsiyet ve biyolojik cinsiyet ayrımının heteroseksist bir kabulle inşa edildiğini söyler. Butler'a göre toplumsal olarak cinsiyetlendirilmiş "kadın" dişiden, biyolojik cinsiyetten başkadır. Butler'a göre toplumsal cinsiyet, toplumsal performanstan başka bir şey değildir. Normatif heteroseksüellik ve kuralları toplumsal cinsiyetlendirilmiş performanslar yaratır. Bedenlerin cinsiyetlendirilmesi de bu performanslar sebebiyledir. Butler, cinsiyete dair olan şeylerin toplumsal olarak tasarlandığını ileri sürer.
Butler, her tür kimlik kategorisini rahatsız edici sınırlar olarak yorumlayarak toplumsal cinsiyet kavramını da kimlik kategorileri içinde ele alır. Butler'a göre kimlik tanınma ve var olma ihtiyacını karşılasa da aynı zamanda kişiyi sınırlandırmakta ve kişiler üzerinde baskı aracına dönüşmektedir. Bu yüzden kimlik kategorilerinin baskıcı otoritelerin kullanışlı araçları olduğunu söyleyerek reddedilmeleri gerektiğini ifade eder. Butler, Queer'i kimlik olarak görmez çünkü Queer, ezberi bozmayı ve normal görünen kimlikler arasında ayrıksı olanın ön plana çıkmasını hedefler. Butlar'a göre "normal kimlikler" ideolojik, kültürel ve tarihsel inşa sonucunda oluşmuştur.
Zihinsel şiddet: Radikal feminizm
Kimlik ve Queer üzerine tartışmalardan bahsederken radikal feminizmin kadın kimliğine dikkat çekmekte fayda var. Makul feminist öğretilerin çarpık bir formu olan radikal feminizme; mental, duygusal, fiziksel, ruhsal ihtiyaçları tatmin edilmemiş ve buhranlarına şifa bulamayan kadınlar yaralandıklarında temas ediyor en çok. "Kadınların Zamanı" makalesinde Julia Kristeva, radikal feminist akımlardan "mevcut herhangi bir iktidar rolüyle özdeşim rolüne eşleştirilmeyi toptan reddediyor ve ikinci bir karşı-toplum" olarak var olmak isteyen gruplar olarak bahsediyor. Bu karşı-toplum düşüncesi travmaları iyice besliyor. Travmalar şifa bulmadan fikre büründüğünde ise zihinsel şiddet yaratıyor. Kadın meselesi, radikal feministlerce yıkıcı eril bir dille çözülmek isteniyor. Radikal feminizm, kendini Fallokrasi'ye karşı antiteze indirgiyor. Bu trajik çelişki kadın meselesini daha karmaşık bir hale getiriyor.
Radikal feminizmin popüler savunucularından Valerie Solamas'ın Erkek Doğrama Cemiyeti Manifestosu kitabında korkunç fikirler yer alıyor mesela: "Eril olmak kifayetsiz olmak, duygusal olarak sınırlı olmak demektir. "Kadınların üremek için erkeklere ihtiyacı yoktur." Kitabın yazarı Valerie Solamas, korkunç travmalar yaşamış. Şahsî travmasını onu takip eden kitleye de bulaştırınca ortaya takipçilerini fazlasıyla tetikleyen zihinsel bir yara bırakmış. Queer ve özellikle radikal feminizm gibi aykırı bir varoluş ortaya koyan ve toplumlarca radikal bulunan teori ve cinsiyet kimlikleri kendini daha sağlıklı ifade etmenin yeni yollarını aramalı bu yüzden.
"Yeni insan"ın inşası
Postmodernizm ve sonrası için "yeni insan" ve "yeni kadın" bahsi önemli bir yerde duruyor. Simone de Beauvoir, İkinci Cinsiyet kitabında: "Kadın doğulmaz: Kadın olunur. İnsan dişisinin toplum içinde büründüğü biçimi belirleyen hiçbir biyolojik, ruhsal, ekonomik yazgı yoktur; erkek ile hadım edilmiş varlık arasındaki kadınsı diye nitelendirilen bu ürünü yaratan, uygarlığın bütünüdür" der. Kadının inşa süreci geçen yüzyıllar boyunca ne kadar değişti tartışılır ama değişmeyen bazı şeyler de var. Geçen yüzyılda Ali Şeriati, Fatıma Fatıma'dır kitabında kadının kapitalist düzende "cazibesi ölçüsünde alınıp satılan ekonomik bir meta konumunda" olduğunu söylemişti, bu yüzyılda da haksız çıkmış sayılmaz. Kendini inşa etmenin zahmetinden uzakta, mutluluğu aynasında arayan, biriciklik iddiasında yeni kadın tipolojisi baş gösterdi. Kadınların hemen hepsinde, sahip olduğu güç/güzellik/özellik her ne ise varlığını onun üzerinden güzelleyip, diğer hem cinsleriyle ayrıştıran bir beğenilme arzusu var bugün. Yalnızca kadınlarda değil, yaşadığımız zamanın yeni insanında da.
Bu noktada Julia Kristeva'nın perspektifinden bahis açılabilir. Kristeva'nın tekil deneyimleri önceleyen vurgusu ve sürü şeklinde yapılan feminizm eleştirisi ve "artık biz yerine benlerden bahsetmeliyiz" önerisi ve bireyin kendi deneyimini merkeze alan ve kendince ifadelendirme stili Queer teorinin kimlikleri reddeden ve kimliksizliği dayatan bakışından daha makul bir yerde duruyor. Benzer şekilde bir diğer feminist kuramcılardan olan Hélène Cixous'nun bir söyleşisinde "bir anda her şeyini kaybeden kişiler için ki bu kaybolan bir varlık yahut ülke fark etmez, dil ülkeye dönüşür" der. Cixous, 1955'lerden beri edebi yazıları "imgesel vatandaşlık" olarak yorumlayarak; dili, ülkesi olarak düşündüğünü ifade eder. Cixous'un bu perspektifi de radikal feminizmin şiddetli diline daha aklı başında bir alternatif olarak sunabilir. Kategorisizliği savunan ve varoluşu bir ayaklanma algılayan bu yeni cinsiyet kimliklerindeki sınırsızlık isteği; başkalarının sınırların ihlaline, kategorisizlik dayatması ise yeni bir kategoriye dönüşüyor çünkü.
Her kavram gibi insanın, kadının, cinsiyetlerin ve cinsiyet kimliklerinin nasıl tanımlandığı önemlidir. Tanımlar değiştikçe düşünceler değişir. Düşünceler değiştikçe zihniyet değişir. Zihniyet değiştikçe toplum değişir. Toplumları değiştirmek isteyenler en önce tanımlardan başlıyor bu yüzden. Tanımların değişmesi dayatılan sınırları ortadan kaldırdığı gibi belirli rant gruplarının istismarını da yaratıyor. Bugün en çok da değiştirilen tanımlara karşı teyakkuzda olmak gerekiyor. Yeni kavramlar, yeni toplumları doğuruyor. Ve çarpık kavramlar, çarpık toplumları.