İNSANIN İKİ HALİ YETMİYOR MU? ÇEKİN ELİNİZİ; KADINDAN, ERKEKTEN VE ÇOCUKTAN!
ER KİŞİ O KİMSEYE DERLER Kİ…
Birkaç yıl önce Ayşe Saşa hanımefendinin cenazesi kaldırıldığı zaman, cenaze namazını kıldıran tanınmış mutasavvıf Ömer Tuğrul İnançer cenaze namazını kıldırmaya şu niyetle başlatmıştı: "Er kişi niyetine…" Mevtanın bir hanım olmasına rağmen merhume Saşa'yı ve İnançer'i yakından tanıyanlar ne kastedildiğini çok iyi bildikleri için ses çıkarmadılar ancak "bir yanlışlık farkeden" bazılarının homurdandığı duyuldu. Nitekim İnançer buna aldırış etmedi ve cenaze namazını "er kişi niyetine" kıldırdı. Dilin genel kullanımında "er" demek her ne kadar daha ziyade cinsiyet ifadesi olarak erkeği ifade etse de tasavvuf ehli hele bir de hakikat ehli arasında kadınlık-erkekliğin çok ötesinde bir beşeriyet halini ifade etmek için kullanılan kilit tâbirlerden biridir. Hakikat ehli ya da onlara uyanlar için "er kişi" ne kadındır, ne erkektir zira hem erkek hem de kadın olabilir. Bu zevatın lügatinde "er kişi" beşeriyet yani hayvanî ya da biyolojik insanlık vasfının ötesine geçerek gerçek insan sıfatını almak için nefsi ile mücahedeye girendir. Zaten avamî dilde daha ziyade savaş ya da güreş alanı için kullanılan "er meydanı" da hakikat ehlinin indinde zahiri mücadele ve cenkin ötesinde anlam taşır: Asıl er meydanı "Büyük cihat" olarak ifade edilen sanal benlik nefs, insanın tabiatı, hevâ- heves ve dünyanın hercümercüne karşı insanın giriştiği ve aslî benliğine ulaşmak için yüzleştiği cihattır. Bu mücahedeye girene fıtrî-doğal cinsiyeti itibarıyla ister kadın ister erkek olsun "er kişi" derler. Kadınlık, erkeklik ya da cinsiyet meselesini tartışmaya başlamadan önce herkesin bellemesi gereken şey bu olsa gerek. Marifet kadın ya da erkek olmakta değil şunu bilmekte olsa gerek: Kadınlıktan, erkeklikten ya da başka ne uydururlarsa uydursunlar ondan önce hepimiz beşeriz, insan potansiyeline sahibiz; sonra belki "er kişi" oluruz da gerçek insan vasfını kazanırız.
KADIN VE ERKEK BEYİNLERİ ARASINDAKİ FARK
Kadın ile erkek beyinleri ya da zihinleri arasındaki farklar üzerine çok şey söylendi ama bilim buna ne diyor bir bakalım. Fransız nörolog Prof. René Ecochard bu alanda çalışan bir nörolog ve çalışmalarının sonuçlarını Kadın-Erkek-Nörobilimler Bu Konuda Ne Diyor? başlıklı bir kitapla yayınladı. 500 bilimsel çalışmaya atıfla hazırlanan kitabında Ecochard özetle şöyle bir tespitte bulunuyor: İnsan beyni ve psişesi (nefsi) tıpkı beden gibi cinsiyete sahip. Prof. Ecochard'ın birebir ifadeleriyle durum aynen şöyle: "Nörobilim çalışmaları sayesinde, beynin cinsiyetli olduğunu keşfettik. Tıpkı erkek veya kadın cinsel organımız olduğu gibi, erkek veya kadın beynimiz de mevcut." Fransız nöroloğa göre "pek çok araştırmanın gösterdiği üzere, sosyal çevre ve eğitim gibi faktörlerin devreye girmesinden çok önce, erkek ve kız bebeklerde daha doğumdan itibaren bu durumu teyit eden davranış farklılıkları kesin olarak tespit edilmiş durumda. Nöroloğun kitabında gözler önüne serdiği araştırma ve laboratuvar çalışmaları neticesinde şöyle bir sonuca varmak da mümkün: Kadın-erkek eğilimleri ve davranışları arasındaki farklar sadece sosyal bir yapının ürünü değil ve cinsel kimlik bunu sadece belirliyor. Şöyle söylüyor Fransız nörolog: "Bu nedenle, "kendin olmak" için, büyük bir özgürlüğe sahip bir erkek ya da kadın olarak kendi kişiliğinizi yerleştirmeden önce cinsiyetli bedeninizi kabul ederek başlamanız gerekir."
MODERN VE İLERİCİ KILIĞINA GİRMİŞ İLKEL VE YOZ BİR ANLAYIŞ
O günlere atıf yapmak aslında pek hoşlanmadığım bir şey ama kadın ve kızlar söz konusu olduğu zaman 28 Şubat süreciyle tekrar tekrar yüzleşmemek elde değil. O süreçle ifade edilen ve aslında çok önceleri başlayıp günümüze dek süren ilkel, yoz ama aslında son derece ölçülmüş biçilmiş bir zihniyetten bahsediyoruz. Ve kadın, erkek, eğitim hakkı, demokrasi, temel insan hakları, hukuk önünde vatandaşların eşitliği, kadının izzet-i nefsi, İslamofobi, din düşmanlığı gibi hangi konuya temas etsek bu süreçle temsil edilen o mahut zihniyet ister istemez insanın karşısına çıkıyor. 28 Şubat sürecinde en etkili şekilde ete kemiğe bürünen o zihniyet aslında yıllardır şu sloganları tekrar eder dururdu: "Cumhuriyet rejimiyle kadına seçme ve seçilme hakkı verildi, kadın ve kızlar eğitim imkânı buldu, kadın edilgenlikten çıkarıldı her sektörde aktör olabildi, kadınlar özgür olmalıdır, kadına karşı ayrımcılığa son vs…" Peki sonra ne oldu: Tüm bu sloganları kadınların ve kızların sadece bir kısmı için geçerli gördüklerini ifşa ettiler; kadınların ve kızları "başı örtülü" ve "örtüsüz" olanlar şeklinde ikiye ayırdılar. Örtüsüz olanlar makbul vatandaş, örtülü olanlar tehdit sayıldı. "Sıkmabaş, türbanlı, karafatma" gibi hakaretlerle kadınlara ve henüz ergen kızlara alenen hakaretlerde bulundular. Travma bu kadarla da kalmadı; güya özgür olmasını savundukları kadın ve kızların giyim-kuşam özgürlüğüne müdahale ettiler ve dolayısıyla inanç ve vicdan hürriyetini hiçe saydılar. Okullara almadılar, diplomalarını vermediler, sınıflardan çıkardılar, kütüphanelere sokmadılar, iş vermediler, temizlikçi olanlar dışındakileri işten attılar. Sadece o kadın ve kızları değil, onların eşlerini-babalarını-annelerini ve kalpleri onlarla birlikte atan tüm erkekleri de travmatik bir durumun içine itelediler. Açıkçası modernlik, çağdaşlık, ilericilik adına kadın için savundukları ne kadar sözde ilke varsa hepsini üç kuruşluk bir militanlığa feda ettiler. Savundukları sözde değerlerle tarumar ettikleri arasındaki uçurumun ne derin bir ilkellik, karanlık, gericilik ve yozluk ifade ettiğini içlerinden bazılarının helalleşmek istedikleri şu günlerde dahi gerçekten anladıklarını sanmıyorum. Şurası kesin ki bu ülkede kadın hakları mücadelesine en büyük darbeyi vuranlar 28 Şubatçılar ve onların yardakçıları oldu. 28 Şubat'ın sürekli bir mağduriyet edebiyatına konu edilmesinin yeri kalmadı belki ama eğer Türkiye'de kadınlık konuşulacaksa bu, 28 Şubat süreci ve onun zihniyetiyle yüzleşilmeden olmaz, olamaz. Diyeceğim şu ki önce insan olacağız; kadın, erkek, çağdaş, laik, ilerici, şu, bu değil; tüm bunlar zaten insan olmanın kaçınılmaz getirileri.
FEMİNİZMİN VARACAĞI NOKTA BU MU OLACAKTI?
Kadın haklarını savunmak ve kadınların sosyal hayatta maruz kaldığı eşitsizlik, ayrımcılık, zorluklar gibi olumsuzlukları gidermeyi hedefleyerek yola çıkmış bir hareket var: Feminizm. Ancak bahsettiğimiz tanım sanırım bundan en az 40 yıl öncesinde kaldı. Zira feminizm denilen hareket tıpkı döviz kurları gibi dalgalandı dalgalandı; 1. dalga, 2. dalga ve derken 3. dalga safhasına vardı. Neticede bu son 3. dalgada görüyoruz ki feminizm kadının mağdur olduğu şeyleri halletmiş olmalı ki şimdi kadından çok başka mevzuları halletmenin peşinde koşan radikal ve ötekileştirici bir söylem ve aktivizme dönüşmüş. Gerçi dünyada tek bir görüşte birleşen bir feminizmden ziyade, farklı doktrinleri öne çıkaran birçok feminizmden bahsetmek daha gerçekçi görünüyor. Ne var ki son dönemlerde muhatap olduğumuz feminist söylemlerin çoğu –bizim de katıldığımız "kadına karşı şiddet"e reddiyenin ötesinde– kadının aile denilen "kafese" mahkûm edilmemesi, çocuksuzluk, kürtaj hakkı gibi konular üzerinde yoğunlaşıyor. Anladığım kadarıyla bu yeni feminizm anneliği ve ev kadınlığını kadının içine ataerkil iktidar tarafından tıkıldığı bir hapishane olarak görüyor. Yeni model radikal feministlerin savunma konusunda en büyük çaba gösterdikleri alan ise cinsiyetsizlik, akışkan cinsiyet, LGBT ve türevleri olmuş görünüyor. Bu eğilimin başlıca kötü adamı ise her şeyin müsebbibi olan "erkek." Erkek kadına saygılı olsa da, haklarına riayet etse de, şiddetten beri kalsa da sırf şu erkekliğe mensubiyeti dolayısıyla ötekileştirilmeye mahkûm bu ideolojiye göre. Aileyi, anneliği, doğal ve fıtri cinsiyeti savunup, "tercihe bağlı" cinsel eğilimleri reddeden kadınlar ise kadın haklarını savunsalar, hatta feminist olsalar bile bu radikal yeni feminizm anlayışının dışladığı "uysal köleler" olarak görülüyor anladığım kadarıyla. Feminizmin varıp varacağı nokta bu mu olacaktı diyesim geliyor.
ERKEĞİ-KADINI-ÇOCUĞU YENİDEN İNŞA ETME PROJESİ
İnsanlığın en başından beri iki cinsiyet olarak yaşıyorduk ve zaten farklılıklara sahip oldukları için birbirini tamamlayan bu iki cinsiyetin getirisi olarak üreyerek insanlık olarak bugünlere geldik. Kadın ile erkek arasında yanlış ve eşitsiz durumlar olmadı değil. Hatta bunların çoğu toplumların geleneklerine bile oturdu kaldı. Ama soruyorum bu yol kazalarını düzeltmenin yolu erkeği-erkekliği, kadını-kadınlığı ve çocuğu-çocukluğu entel tabiriyle "yapı-sökümü"nden, daha genel tabirle ifsat etmekten, bozmaktan ve yeniden inşa etmekten mi geçiyor. LGBT, queer söylem karşıtı komplo teoricilerinin iddialarından uzak biri olarak söylüyorum ki son yıllarda dünyada ciddi bir değişim hareketi var. Bu değiştirme, dönüştürme ve başkalaştırma hareketinin başlıca hedefleri ise: Erkek, kadın, çocuk ve bunları bir araya getiren aile; tüm bunların temelini atan ahlaki-dini-manevi değerler… Bunları değiştirip başka bir şeye dönüştürerek sözde daha güzel ve ayrımsız bir dünya kurma hayallerini pazarlayanlar bize sanal ve keyfi farklı cinsel kimlikleri benimsetmek ama karşılığında doğal varoluşun gereği olan tamamlayıcı farklılıklarımızı bir kenara atmayı salık veriyorlar. Üstelik bu uğurda kadın hakları, şiddet karşıtlığı, çocuk hakları, cinsiyet ayrımcılığı, kadının kurtuluşu gibi masım kavramlar dejenere edilerek kullanılıyor. Mesela ülkemizden bir örnek verelim: Kadın ve erkeğin doğal yapılarını ve toplumsal rollerini "Yeniden yazmaya var mısın" sloganıyla yeniden yazılması" yani değiştirilmesini hedefleyen bir kampanyaya destek verenler arasında Soros, Rockfeller, Ford gibi vakıfları ve ABD Büyükelçiliği isimlerini görünce insanın komploculara katılası geliyor neredeyse.
"BÜYÜK DEĞİŞİM" YA DA "FORMAT ATMAK" DEDİKLERİ YOKSA BU OLMASIN SAKIN!
Dünyada yürürlüğe sokulan ve kadını, erkeği, çocuğu, aileyi kökten dönüştürmeyi hedefleyen "büyük değişim"in kodlarını ülkemizden bir STK'nın şu açıklamasında açıkça okumak mümkün : "Sonradan kazanılan cinsiyete toplumsal cinsiyet (gender) denilmektedir. Kadınla erkeğin sosyal rol ve davranışlarının sebebi doğuştan getirdiği farklılıklar değildir. Bu nedenle kadınlık ve erkeklik davranışları yeniden kurgulanıp değiştirilebilir. Kadınlara bugün bildiğimiz geleneksel anlamdaki erkeklik rolleri, erkeklere de kadınlık rolleri yüklenebilir." Eğitim alanında birçok Batılı ülkede başlatılan küçük çocuklara yönelik cinsiyetsiz eğitim modeli de bu yolda atılan küçük ama esaslı adımlardan birini teşkil ediyor. Ne de olsa ağaç yaşken eğilir demişler. Zamane ifadesiyle durumu şöyle özetlemek mümkün: "Kadın, erkek ve çocuk haliyle insana format atılıyor." Bu konulardaki keskin görüşleriyle bilinen yazar Mücahit Gültekin'in ifadeleriyle anlatacak olursak "Kadın-erkek bütün bir toplumun yeniden inşasını amaçlayan küresel bir proje. (…) Silinecek olan şey nedir, yerine ne yazılacaktır ve daha da önemlisi kim yazacaktır? Norveç'teki, İsveç'teki, Danimarka'daki, ABD'deki adını bilmediğimiz adamlar çocuklarımızı yeniden inşa edecekler! Üstelik bizim paramızla, bizim okullarımızda, bizim öğretmenlerimiz eliyle."
KÜRESEL BİR PROJE: LGBTQ+ AKTİVİZMİ
Ülkemizde ağırlıklı olarak tıpçılardan oluşturulan Akademik Sağlık Platformu adlı bir grubun hazırladığı bir rapor var. Bu raporu ve temel hususlarını özetleyen giriş kısmını değerli okurlarımızla paylaşmak istiyorum. Yorum, yapmadan… İşin erbabının bu hususta ne düşündüğünü daha iyi duyabilmemiz için. Zira öyle yoğun ve sinsi bir propagandaya maruzuz ki çoğu zaman uzmanlar ne düşünüyor kısmını gözden kaçırabiliyoruz. İşte Akademik Sağlık Platformu'nun "Küresel Bir Proje: LGBTQ+ Aktivizmi Raporu"nun giriş kısmından bir bölüm: "Kapitalizm, Feminizm, Toplumsal Cinsiyet Eşitliği ve Queer: Queer (zennelik), feminizm ve toplumsal cinsiyet eşitliği, 20. ve 21.yüzyılların ifsat hareketlerinin birçoğunun müsebbibi olan kapitalizmden ayrı düşünülemez. Kapitalizmin iki ana amacı vardır: Kendine müşteri edinmek ve insanlığı sömürmek… Bunun için sıklıkla uyguladığı yöntem popüler kültürü kullanarak yeni akımlar oluşturup insanları köleleştirmek ve popüler kültürün yönlendirdiği ne varsa, iradesi kalmamış sadık müşterilerine tükettirmek ve sistemini devam ettirmektir. Diğeriyse kendine işçi edinmektir. (…) Toplumsal cinsiyet eşitliği, feminizm ve queer tam bu noktada her iki açıdan kapitalizme hizmet eder. Kapitalizm yeni müşteriler edinmek için farklı tanımlar ve tercihler oluşturmayı, aile kavramının bulunmadığı, değerleriyle bağlantısı kalmamış uyuşuk nesiller üretirken; yeni ucuz işçiler edinmek için kadın ve erkek arası farklılıkları ortadan kaldırmayı amaçlar. Kadına yönelik şiddet söz konusu olduğunda ayağa kalkan ve adeta bir çocuk gibi "O yaptı!" diyerek aileyi suçlayan feminizm; patronları tarafından ezilen ve zulme uğrayan, pamuk tarlalarında karın tokluğuna çalıştırılan, cinsel obje olarak kullanılan ve pazarlanan kadınlar söz konusu olduğunda sesini çıkarmaz. (…) Aynı zamanda kapitalist dönemin ilk anlarından beri aile ile sermaye arasında sorun olduğu aydınların pek çoğu tarafından ifade edilmektedir. Mesela Weber, "akılcı kapitalizmin gelişiminin önünde en büyük engel ailedir. Özellikle birleşik akraba grubu (hısımlar) ilişkileri kapitalizmin gelişimini boğar" der. (…) Sonuç olarak feminizm, toplumsal cinsiyet eşitliği ve queer gibi kavramlar aile yapısına zarar vererek kapitalizm sömürgesine fırsat vermektedir.
AŞIRI ETKİNİN SONUCU OLARAK DOĞAN BİR TEPKİ: ANTİ-GENDER
Toplumsal cinsiyet fikri kadın ile erkek arasındaki toplumsal ayrımcılıkları gündeme getirmeyi aşıp da radikal taraftarları sayesinde esasen doğal ve fıtrî olan cinsiyeti toplumun dayattığı roller ve normlarla şekillenen bir şeye indirgeyerek, buradan hareketle her türlü cinsellik eğilimini bir tercih meselesi haline getirince dünyanın birçok yerinde buna karşı hareketlenmelere de yol açtı. Toplumsal cinsiyet kavramının özünden saptırılarak sürekli anlamının genişletilmesiyle bugün pek çok feminist ve LGBT aktivist tarafından sayıları yüzü aşan normaldışı cinsel eğilimi meşrulaştırma aracına dönüştürülmesi haliyle bu konuda tepki ve sorgulamalara yol açacaktı. Kadın ve erkek cinsiyetini ve dolayısıyla ailevi, ahlaki ve manevi değerleri hedef tahtasına oturtan LGBT taraftarı görüş ve eğilimlerin artık fiilen dayatmacı bir ideolojiye dönüşmesi karşısında insanlık ve neslin içinde bulunduğu tehdit fark edilince doğal olarak buna karşılık "Anti-Gender" "toplumsal cinsiyet karşıtı" görüşler ve hareketler oluşmaya başladı. Macaristan, Polonya, Rusya gibi ülkeler başta olmak üzere bu hareketler yerel ve ulusal siyasette etkilerini gösterecek kadar mevzi kazanmaya başladılar bile.Toplumsal cinsiyetin eleştirilemez ve sorgulanamaz bir kurama dönüştürülmesine karşı ku kavramı olumlu ve olumsuz yönleriyle, yol açacağı sakıncalı taraflarıyla hatta içerdiği tehditlerle tartışmaya açan bu harekete Anti-Gender hareket deniliyor. Bu hareket toplumsal cinsiyetin aşırıya kaçan yönlerini, bilimsel verileri çarpıtarak kullanışını, biyolojik gerçeklikleri salt düşüncelerle yok saymalarını ve artık bir ideolojiye dönüşerek baskı lobisi oluşturmasını gündeme getirerek bir reddiye hareketi oluşturuyor. Daha da ötesi Anti-Gender hareket savunucuları arasında, aşırılığa kaçan toplumsal düşünce kavramını ve LGBT hareketini bireyi, kadını ve erkeği, aileyi ve dolayısıyla toplumu dejenere edecek bir fesat hareketi olarak görenlerin sayısı hiç de az değil.
BİR ERKEKLİK LABORATUVARI OLARAK ASKERLİK
Askerlik kültürümüzde ayrı bir mihenk taşı teşkil ediyor zira askerliği aynı zamanda erkekliğin kıvamını bulduğu, şekillendiği, formatlandığı bir "erkeklik laboratuvarı" olarak nitelendirmek de mümkün. Bunu aslında bütün erkekler bilir zaten ama bu konuda hazırlanmış bir tez olduğunu belki bilmeyiz: Fatma Oya Aktaş'ın erkekliğin zorunlu askerlik kavramıyla ilişkisini inceleyen "Türkiye'de Erkekliğin Kurgulanışında Askerliğin Yeri" başlığı yüksek lisans tezi işte tam da bu konuya temas ediyor. Bu nedenle bütün erkeklerin askerlik anıları konulu bitmeyen sohbetlerinin ötesinde bir şeyleri bu tez üzerinden yakalamamız mümkün. Aktaş'ın tezinde değindiği konulardan biri de erkekliğin ve kadınlığın ulus-devlet bağlamında inşa edilmesi: "Makbul vatandaşı belirlemede kışlaya alınan ve çoğunluğunu köylü erkeklerin oluşturduğu kışlalar bir eğitim yuvası olmuştur. Geç Osmanlı ve Erken Cumhuriyet döneminde toplumsal cinsiyet rolleri bu yeni vatandaşlık modelinin en önemli parçalarından biridir. Devletin kadın ve erkek vatandaşla ilişkisini farklı kurduğunu ve yeni erkek modelini zorunlu askerlik kavramıyla net bir şekilde görebilmekteyiz" (…) Milli savunma görevinin erkeklere yüklenmesi, erkeklerin kendilerini feda etmeleri gerektiği ve vatanın, yani askere gitmeyip kalanların korunması gerektiğine dair inanç doğrultusunda erkeklik kodları militarize edilmiş, bu kodlar milliyetçilik ve ataerkil bir vatandaşlık kurgusuyla desteklenmiştir. Bu kurguya göre erkek koruyan, vatan korunandır. Erkek bu kodlarla donatıldıktan sonra öncelikli olarak asker olmuş, hatta erkekliği askerlik üzerinden tanımlanmıştır." (…) Erkekliğin inşa edildiği, yeniden üretildiği ve tüketildiği yerler arasında ordular askeri, geleneksel erkek cinsiyet rollerine dayalı davranışların vücuda gelmiş hali olarak tanımlamaktadır."