Tarihsel tecrübe; inanma biçim ve pratiklerinin kavramlara, insanlara, zamana, dönemin yaşam tarzı ve tercihlerine bağlı olarak değişiklik göstereceğini ortaya koymuş bulunuyor. Müphemlik Kültürü ve İslam kitabında dinlerin aşkınlık fikrine bağlı olmasını, hakikatin tamamına hâkim olunamayacağına, hakikatin tam bilinmezliğini ise dinin müphemliğine bağlıyor Thomas Bauer.
Aydınlanmayla başlayan "kesinlik" fikri akademi ve ilim efradının dışında günlük hayatı da ele geçirmiş durumda. Metnin ve sözde alışılmışın dışında bir inanma arayışı doğrudan yadırganabiliyor. Oysa din, Arap dili-edebiyatı ve İslâm sahalarında uzman bir araştırmacı olan Bauer'e göre her şeyden önce iletişimdir: İnsan-insan, insan-Tanrı iletişimi… Bu da doğal olarak müphemliğe yol açar. Ve Allah'a giden yolların sonsuzluğu da buradan hareketle dinin süregelirliğini (daimiliğini) gösterir.
İnanmak mucize gibi bir şeydir âdeta; kesinlikten uzak birçok yol ve yordama tâbi, açık ve insanidir. Emile Durkheim, "dinle kastedilen şeyin ne olduğunu tanımlamakla işe başlamak gerekir" diyerek, inanma biçimlerine dayatılan sınırlılığı ve tahakkümü açıyor ve İbrahimi olanı hatırlatıyor bana göre. Her dönemde varlığı anlamlandırma çabası devam edecek ve insan var olduğu sürece doğal olarak inanmak gibi benzersiz bir çabaya tutulacaktır.
Yeniden inanmaya doğru
On dokuzuncu yüzyıl düşünürleri modernliğin bütün dünyayı etkisi altına alacağını, sekülerleşmenin yaygınlaşarak dinin yok olacağını görece dinin seküler toplumların kutsalından çıkarak belirli bir alanda kısıtlı oluşum göstereceğini düşünüyorlardı. Gelinen nokta böyle bir ihtimali geçersiz kıldı elbette. Aksine dinin azalıp etkilerinin yok olmasından ziyade kutsala dönüşte bir yükseliş söz konusu. İnanma biçim ve pratikleri yenilenerek süreklilik arz ediyor. Din sosyologları, dini ve ruhsal yönelimin görüldüğü özellikle altmışlı yıllardan sonraki dönemi; "büyük uyanış", "oryantal dinî uyanış", "yeni dinsel bilinçlilik", "dinin yeniden kuruluşu" gibi ifadelerle tanımlıyorlar. Altmışlardan bu yana özellikle gelişmiş toplumlarda dinsel ve ruhsal temalar, doğulu dinler, geleneksel dinî öğretiler, mistik inançlar, büyüsel eğilimler, yeni paganlık akımları çok boyutlu biçimde görünmeye başlıyor. Yaşanılan bu sürece sekülerleşmenin etki ettiği görüşü yaygınlık kazanıyor. Sekülerleşme, rasyonel bir toplum içinde dinin gerilemesi olarak değil, dindarlık formlarının yeniden şekillenmesi ve pratikte farklılaşması olarak okunmalı. Yeni dinî bilinçlilik, sekülerleşmenin bir sonucu olarak toplumların marjinal kesimlerinde değil tam merkezinde gerçekleşti. Dinî yenilenme hareketlerinin önce Amerikan kampüslerinde ortaya çıkıp ilk olarak eğitimli, orta sınıf beyazlar arasında yayıldığı gözlemlendi. Moderne ait bir bütünleşme öyküsü gibi aslında.
Yeni mistik sancılar
Tüm bireysel arayışların da ötesinde modern çağda varoluşu arama şekilleri artarak devam ediyor. Kutsala hiç bu kadar sarılmamıştı insan belki de. 19. yüzyılda ortaya çıkan spritüalist felsefe akımlarının ve ezoterik inançların temelinde yer alan New Age akımı, modern çağın sembolik anlatımını içeriyor. New Age adı altındaki eğilimler, "meditasyon", "holistik sağlık", "yoga", "spritüel enerji" gibi kavramların ve bu kavramlara ilişkin aktivitelerin zaman içinde genişleyen yönelimleri oldu. Seksenlerden sonra çeşitlenip son dönemde halihazırda artarak süren "yeni dinî hareketler" geniş bir yelpazede spritüalist, mistik, egzotik, eksantrik, fantastik, fanatik, vs. şekilde karşımıza çıkıyor.
Bu eğilimlere; Yoga, Hare Krishna, Zen Budizm gibi akımlar Ron Hubbard'ın daha dünyevi mahiyetli Scientology hareketi, neopagan "Wicca" hareketi, yanı sıra neo-şamanizm tarzı büyüsel işlemlerle sarmalanmış hareketlere ek olarak son dönem Moonculuk, Satanizm, Teosofi gibi modern kültlerin yaygınlaşması eklenebilir.
Bu geniş yönelime internette astrolojiden, el falına, medyumluktan büyüye, telepatiden psişiğe sayısız sitenin ve forum gruplarının varlığını da eklemek gerekli. Bu inanışlar kitle iletişim araçları ve internetin yaygınlaşmasıyla etkinliklerini daha da artırmış durumda.
Bu tür arayışların listesi hayli kalabalık benzerlerine ve temsilcilerine ülkemizde de rastlamak artık işten bile değil. Birkaç örnek vermekle yetinirsek; Türkiye'de Çetin Çetintaş, Uzakdoğu'daki çeşit ülkelerde ve manastırlarda kalarak, yoga ve meditasyon üzerine çalışmalar yaparak, Hindistan'da Sanskrit dilini öğrenerek eski yoga yazıtları üzerine çalışarak birçok eski yazıtı Türkçeye çevirip Türkiye'de yoga kültürünün yerleşmesi ve gelişmesi adına çalışan bir yogi. Serdar Prem bugün tasavvuf, yoga, psikoterapi, meditasyon tekniklerini harmanlayarak "farkında yaşam" ve "manevi rehberlik" veren bir diğer isim. Deniz Erten son dönem popüleritesini arttırmış, tasavvuf romanlarını "farklı alanlardan" insanlara tanıtan ve "kitlesini" oluşturan etkin bir isim yine. İslami çevrelerce daha çok kabul gören Kubilay Aktaş ise astrolojiye ilgi duyan, içinde bulunduğumuz dönemi bilimselliğinde, metafizik deneyimi ve bilgeliğinde okumaya çalışan biri kendi ifadesiyle. Celcelutiye, Kur'an Terapisi gibi eserleri var. Böylelikle Cumhuriyetle birlikte etki alanından uzaklaşan tasavvufi eğilimlerin boşluğu bir şekilde doldurulmuş oluyor.
"Tanrı düşüncesini pekiştiren kalemler"
Bilindiği üzere, Weber'e göre katı olan her şey buharlaşacak, din ve modernizm ilişkilerinde etkilenme dindar bireyler aleyhine ve modern bireyler lehine bir dönüşüm yaşayacaktı. Weber'in "büyü bozma" diye isimlendirdiği bu kehâneti düşünürsek; günümüz dünyasında artık inançların kaybolacağı yönünde ön kabullerin doğrulandığı söylenebilir mi?
Tanrı düşüncesi her insan kadar yeni ve kadimdir. Yavan, kuru anlatımların ötesinde filozof ve edebiyatçılar Tanrı'yı yüksek bir bilinçle aramışlardır. Mesela Simon Weil, Spiniza, Dotoyevski, Tolstoy, Kazancakis gibi kalemlerin zihin açıcı ve bitmeyen arayışları inanca bizi yaklaştıran metinler olma özelliği taşır.
Bir de elbette neyi anlayıp neyi reddettiğini bilmesi gerekiyor insanın. Mesela Aydınlanma düşüncesinin filozofları Tanrı düşüncesini yadsımıyorlardı. Onlar, Ortodoks inancının zalim tanrı anlayışını reddediyorlardı. "Eğer tanrı yoksa onu uydurmak gereklidir" diyen Voltaire, insan için tek tanrıya inanmaktan daha akılcı ve daha doğal bir şeyin olmadığını dile getirerek Hıristiyanlığın teslis inancına dayalı tanrı anlayışını eleştirmiş oluyordu.
"İncil'in Tanrı'sını" reddeden ama monist anlamda bir Tanrı anlayışını kabul eden düşünürlerden Spinoza, Amsterdam sinagogundan aforoz edilerek ateist kabul edilmişti. Onun suçu, Kitab-ı Mukaddes tarihine eleştirel bir gözle yaklaşmış olmasıydı.
Bu, dinî düşünceyi tekelleştiren tanım, dönem ve kavramlar, müphemliği her zaman kendi dayanaklarıyla temellendirmiş İslam kültürü için uzak kutuplaşmalar olması gerekirken tarihte ve günümüzde inanmayı belirli yol ve yordama itmek daha çok sahipleniliyor maalesef.
Yeni dinî akımların gidilen durakta nerede duracağı şu an için kestirilemiyor ancak kadim ve kesin olan bir şey varsa; kişisel manifesto ve akıldan yola çıkan hakikate ulaşma çabası her dönem değerli ve biricik olacaktır.