ENSO: JAPON ESTETİĞİ
Estetik farklı ve derin açılımları olan bir kavramdır. Tüm bu katmanları bir kenara bırakıp dar anlamda (bediiyat) tanımlanması istenirse, bir ürünün sanat eseri olup olmadığını belirleyen ve belli bir insan kümesinin sanat eserlerine yönelik beğeni kıstaslarının bütününü tespit eden çalışmadır diyebiliriz.
Başlıktaki Enso kelimesi makalede hangi coğrafyanın estetik anlayışından bahsedeceğimi belli ediyor etmesine ama hangi zamandan bahsedeceğimin altını çizmem gerekir. Öyle ya, yüzyıllara yayılan Japon kültürünün hangi döneminden bahsedeceğim?
O hâlde kısaca ifade edeyim. Kökleri maziye dayansa da bugün geçerliliğini, güncelliğini koruyan klasik estetiği ele alacağım. Unutulmuş, terk edilmiş ve nevzuhur estetik kaygılar ile ilgilenmeyeceğim. Köksüz ve 1970'lerden sonra Japon estetiğine hâkim olan "sevimlilik" (Kawaii) ilkesini konu harici bırakacağım. Bu ilke son zamanlarda Japonya'da hâkim oldu: Hep bir sevimli olma, şirinlik hâli söz konusu: Popkültürde, eğlencede, giyim-kuşamda, yiyeceklerde, oyuncaklarda, kişisel görünümde, davranışlarda ve üslupta... Bu ilke bana oldukça ucuz ve bayağı (kitsch) geliyor. Ama belki bir gün başka biri bu konuyu ele alırsa ben de okurum.
Peki, başlıkta kullandığım Enso nedir? Enso bir dairedir; mutlak olanın remzidir. Arınma (Samadhi) amacıyla ibadet (Hitsuzendo) olarak her gün mürekkebe bandırdıkları fırçalarıyla Enso çizen on binlerce insan var Japonya'da. Enso uzmanları da çizilen Enso'ya bakarak çizenin derece ve mertebesini tahlil etmeye çalışıyorlar.
Bu tekâmül eğitiminin bir benzerini de Japon okçuluğunda (Kyudo) görüyoruz. Okçular yıllarca didinir, çalışır, çabalarlar ve artık sonunda her attıkları oku tam merkeze isabet ettirir hâle gelirler. "Eğitimim nihayet bitti" dediklerinde ise aslında yeni başladığını fark ederler. Şimdi asıl hedef, her attıklarını tam merkezden vurduklarında kalplerinde zerre miktar sürurun (mutluluk ve heyecanın) kalmamasıdır. Bunun bir ileri aşaması "Oku ben atmadım; ok beni kullanarak hedefe gitti!" diyebilmektir. İşte bu, Zen çalışmalarında enaniyet eğitimidir (self-negation/non-self/subjectlessness) ve estetik tam olarak budur.
Japon estetiğinin temeli
Gelelim estetiğin bu geniş anlamından dar anlamıyla Japon estetiğinin temelleri meselesine.13. yüzyıla kadar Şintoizm neredeyse tek başına Japon estetiğinde başat etken oldu. Ama bugün de etkisini diğer öğretilerle birlikte sürdürmeye devam ediyor.
Şintoizm'in temelinde imkanat düşüncesi bulunur. İmkanat kısaca var olmakla olmamanın eşit olmalarıdır. Terazinin bir kefesinde herhangi bir şeyin yok olduğu hâl, diğerindeyse var olduğu hâl bulunur. İki kefe tam olarak dengede durmaktadır. Tercih, hangi kefeden yana kullanılırsa o hal galip gelir: Tercih var olma hâlinden yana kullanıldıysa o şey varlık sahnesinde görünür; yok olma hâlinden yana kullanılırsa o şey ademde kalır.
Kısaca Şintoizm'e göre her şey ondan gelmiş ve ona dönecektir. Tıpkı dalgalar gibi. Dalgalar denizden gelir, denize dönerler; baki değil fanidirler ve mutlaka zayi olacaklardır. Bu anlayış Japon estetiğinin temelini oluşturur. Bir yapıt, sanat eseri sayılabilmesi için de işte bu temel üzerine inşa ve imal edilmelidir.
Bu temel üzerine inşa veya imal edilecek eserin ayrıca bazı ilkelere de sahip olması beklenir. Japon estetiğinin önemli sacayaklarından ikisi Wabi ve Sabi'dir. Wabi geçiciliği ve sadeliği, sabi ise eskiliği ve yaşlılığı temsil eder. Zaman içinde anlamları birbirinin içine geçerek neredeyse bir bütün oluşturmuş bu iki kavramın sanat eserinde çoğunlukla bir arada bulunmaları beklenir.
Wabi-Sabi nakıs (tamamlanmamış), kusurlu, zayi/fani (geçici) olanların güzelliğine dikkat çeker. Asıl güzellik kusurun kabulünde saklıdır; kemalde, parlaklıkta, parıltıda değil. Bu sebeple her şeyin ilk doğum anı (tomurcuk) ve zayi olmaya başladığı (kuruma, çürüme) son aşaması olan ölüm, kemal hâlinden (tam çiçek açmış) çok daha anlamlıdır ve anlam yüklüdür. Çünkü bu ilk ve son aşama, ihtişamı değil imkanatı (olmayabilirliği) ve faniliği vurgulayarak baki olanı işaret ederler.
Faniden bakiye sessiz davet
Şintoizm'i anlamlandırmak için kullandığım dalga istiaresiyle (metafor) devam edeyim: Muhteşem kabarık, kemal ve doruğa tırmanan bir dalga, en mükemmel şekline eriştiğinde bütün dikkatleri üzerinde toplar. Bu dalgada fanilik ve nahiflik içkin olarak bulunsa da asıl gösterdiği kendi ihtişamı ve kudretidir. Buna karşın kıyıda usulca sönümlenen dalga faniliği, eksikliği ve yokluğu vurgulayarak engin ve uçsuz bucaksız denizi işaret eder; dalga sönümlendikten sonra birden bire nazarları engin denize döndürür. Sönümlenmekte olan dalga sırf bu yüzden bile değerlidir. Bakışları faniden bakiye celp eder, bu sessiz daveti insana şuur, farkındalık kazandırır.
Söz konusu geçicilik ve kusurluluk hâli Japon hatt (kaligrafi) sanatında (Şodo) da tezahür eder; fırçayla yazılan bir ibaredeki işaretlerin içi eksiktir, mükemmel şekilde dolu değildir. Bu açıdan Osmanlı hatt estetiğiyle mukayese ilginç olacaktır.
Bir başka örnek: Fiziksel bakımdan çok güzel, kusursuz hatta enfes bir bedene sahip biri tüm dikkatleri üzerinde toplar. Faniliği, nahifliği hatırlatmaz. Baki olana dikkatleri yönlendir(e)mez. Oysaki insan maddi, manevi nakısalarıyla, zayıflıklarıyla, kusurlarıyla, muvazenesizlikleriyle (asimetri) mükemmel olanı işaret eder ve böylelikle bizzat kendisi bir sanat eserine dönüşür. Bu bağlamda, kusurları örtmek veya gidermek adına yaptırılan estetik ameliyatların düşünmesi yerinde olacaktır.
Eksik, nakıs, kırık, muvazenesiz, mükemmel olmama ilkelerinin yanı sıra bir eserin sanat eseri sayılabilmesi için başka kıstaslar da söz konusudur: Bunlardan ilki Iki'dir: Biçim, içerik, malzeme itibarıyla sade ve katışıksız ama efsunlu ve cazip olmak. Cesaret içeren bir rahatlık ama aynı zamanda sakin bir teslimiyet (mahviyet). Her zaman ihtimalilik halini muhafaza etmek, dayatmaktan uzak durmak.
Diğer kıstas Şibui'dir. Bu şaşaadan uzak, kolay fark edilmeyen, mütevazı ama yıllar içinde keşfedilen maharetli inceliğe sahip olmayı anlatır. Burada mühim bir ayrıntı vardır: Şibui ilkesine göre üretilen eserlerin her zaman kusurlu ya da muvazenesiz olması gerekmez. Ama mutlaka mütevazılığını muhafaza etmeli ve muazzam bir incelik içermelidir.
"Maalesef, her şey fani!"
Ölüm ve zayi olma anına yönelik Japon estetiğindeki temel idelerden biri de miyabi ya da mono no aware yani "Maalesef, her şey fani!" (Romalı şair Virgilius'un (İ.Ö. 70-İ.Ö. 19) dediği gibi Lacrimae rerum) deyiminde ifadesini bulur. Bu deyim Japon zihniyet dünyasında oldukça baskındır; Manga yazınında bile yoğun olarak karşımıza çıkar.
Japonya'da kiraz ağaçlarının (Sakura) çiçeklendiği dönem bunun en güzel örneğidir. Bu görüntü öyle büyük bir coşku verir ki çiçeklerin bir hafta içinde dökülüp yok olacak olmaları faniliği birdenbire zihinlere getirir ve o an etrafa muazzam bir hüzün yayılır. Çiçeklerle bezeli oldukları hafta boyunca bütün ağaçlar çiçeklerle zarif ve nahif faniliği üzerinde taşırlar. Benzer bir hüzün, yine sonbaharda bütün ağaçlar yapraklarını dökerken yaşanır; insanlar yeniden "mono no aware"yi idrak ederler.
Tüm bu ilkeler sadece sanat eserlerine değil giyim-kuşama (örneğin kimono), gastronomiye (örneğin Kaiseki), mimariye de yansır. Ayrıca bu ilkeler insan hayatının tamamına ölçülülük kaidesine riayet edilerek yayılırsa hem düzgün bir şahsiyet hem de yüksek farkındalık (Şibui) kazandırır.
Zekâ, aşk ve neşe dolu, dingin bir güzellik, güneşin doğuşunda, bir kadının varlığında ya da basit bir çömlekteki gibi sade, doğal ve gündelik olay ve nesneler vasıtasıyla da anlaşılır, yakalanır. Aleladelik (olağanlık) içinde fevkaladelik (olağanüstülük) hissedilir, görülür. Bu hissedişte çok derin ve uzun süren bir tecrübe yaşanır. Bu, basit, kusurlu bir cisme bakarken ya da âşık maşukuna nazar ederken veya bir şiiri dinlerken de yakalanabilecek bir histir.
Bu hissin yakalanıp yakalanmadığını anlamak için yanındakinin gözlerinin içine bakmak kâfidir. Gözler hemen ele verir. Bu zarafeti ve inceliği görmek için dingin bir zihin ve keskin bir nazar gereklidir. Bu da doğada içkin olan zen ilkelerine uyularak üretilen sanat eserleriyle elde edilmeye ve insana kazandırılmaya çalışılır.
Bu ilave kaideler muvazenesizlik ve düzensizlik (Fukinsei), basitlik (Kanso), ham ve yıpranmışlık (Koko), sahilik ve doğallık (Şizen), görünenin ötesinde ince, gizemli ve derin bir zarafet (Yügen), hürriyet (Datsuzoku), sükûnet ve sessizlik (Seijaku) olarak sıralanabilir.
Aniden sükûnet, doyum ve kut
Japon estetiğinin önemli ilkelerinden biri de Jo-ha-kyu'dur. Özellikle Japon tiyatrosunda (No, Kabuki, Joruri), Japon klasik müziğinde (Gagaku), Japon şiirinde (Renga ve Renku) ve karı-koca arasındaki en mahrem anda ortaya çıkar: Tıpkı dalganınki gibi sakin, yavaş, derin bir başlangıç, önce usul usul, sonra gitgide hızlanan bir yükselme, salınımının doruğuna erdiği noktada o dev, muhteşem dalganın katlanarak, çarparak şahikasından aniden sükunet, doyum ve kuta varması… Bu ilkeyi yukarıda da belirttiğim gibi tiyatroda, resimde ve müzikte de yoğun şekilde görürüz.
Tüm bu ilkelerle üretilmiş ikebana (çiçek sanatı), Japon bahçeleri (Karesansui), Hagi ve Raku tarzı çömlekler, kırık çömlekleri altın, gümüş veya platin tozuyla reçineyi karıştırarak onarma sanatı Kintsugi'yi de burada hatırlamak gerekir.
Diğer yandan Japon estetiğinde parlak olan reddedilir anlamı çıkmamalıdır. Yerine göre -çiğ olmamak kaydıyla- parlak nesneler beğenilir ve sevilir. Yine de nesnelerin üzerindeki ışığın tefekküre sevk eden bir perdah olması tercih edilir; ışık Antikçağın belli belirsiz parıltısını taşıyorsa Japon zevkine uygundur. Yeni teknoloji ürünleri bu tarz bir ışıktan yoksundur; onlar hep parlak, hep kaygan ya da hep lakedir... Eskitme tekniği de esere yapaylık verdiği için tercih edilmez; gezginlere (turist) satılacak ürünlerde kullanılır ve hediyelik eşya dükkânlarında bulunabilir.
Derin ve köklü Japon estetiği Enso'yu birkaç örnek ve ilkeyle özetlemek elbette mümkün değil. Yavaşça yükseldikten sonra birdenbire sonlandırdığım bu makalenin Jo-ha-kyu tarzına öykünerek yazıldığını itiraf etmeliyim. Japon estetiğinin içindeki uyumu keşfedebilmek belki de Japonlara özgü bir sabırla mümkün. Bu da Enso'yu çizenlerin, çizebilenlerin mertebesini anlayabilmekten, Enso'nun mahrem sırlarına bir nebze vakıf olabilmekten geçiyor.
*Yıldız Teknik Üniversitesi, Tarih Felsefecisi