Ortaçağ Avrupası’nda kadına bakış
Avrupa'da kadına olan bakış açısının zeminini oluşturur. Ancak genel olarak bakıldığında cadılık, çok ilginç bir kavram olarak bazen basit bir efsunculuğa bazen modern yeni paganlığa ve bazen de Anglo-Sakson ülkelerde küçük gruplarla sınırlı kalmış günümüzdeki dirilişine işaret eder.
Yaygın olan anlamıyla cadı; çocukları öldüren, insan eti yiyen ve geceleri geziye çıkan dişi hayalettir. Kadınlar da fal bakabilme, büyü yapabilme, iyileştirici ve hatta bitkilerle ilaç yapabilme yeteneklerinden dolayı cadı olarak adlandırılmışlardır. Ayrıca zayıf ve duygusal varlıklar olarak kabul edildikleri için tüm bu özellikler kadına atfedilmiştir.
Gecenin kraliçeleri
Cadılar da "genellikle yaşlı, topal, donuk, solgun, kümes içinde ve kırışıklarla dolu kadınlar" olarak da tanımlanmış olup ayrıca karanlığın kendisiydiler. Gecenin kraliçeleriydiler. Tanrı, onlara güç verdiği zaman, dünyevi olan her şeyi kontrol altına alabilirlerdi. Onlar, büyü ile herhangi bir bağlantısı olmayan bağımsız olan bilgiyi dahi açığa çıkarabilirlerdi. Hatta kurbanlara yani öldürülen kadınlara sempati duyan yazarlardan Scot bu konuyu eserlerinde de işlemiştir.
Boguet ve Remy gibi bazı cadı avcıları da cadılıkla suçlanan kadınlar için "bu sefil ve lanet olası haşarat" ve "diğerlerinden çok daha çirkin bir ucube" tarzındaki ifadeleri kullanırlar. Yani bu klişelere rağmen kayıtlardaki ifadelere bakıldığında cadı olarak suçlanan kişilerin tek bir tanımının yapılamayacağı anlaşılır. Ancak çoğunluğa bakıldığında yaşlı, itici ve sevilmeyen bir kadın figürü ortaya çıkar.
Elbette kadınların bu şekilde suçlanmasının nedenleri arasında kadınların Hristiyanlığın ilk zamanlarında bazen lanetlenmiş bazen de yüceltilmiş olmalarının da etkisi bulunur. Ayrıca Hz. Adem ve Hz. Havva'nın durumunda Havva'nın suçlu bulunması kadınlara farklı gözle bakılmasına sebep olur. Özellikle kadınların, aslında Havva'nın yeryüzündeki temsilcisi olarak kabul edilme durumları da buna dayanmaktadır. Bu nedenle de kadınların lanetli bir hayat yaşamaları gerektiği ve bunu da hak ettikleri düşünülür. Anlaşılacağı gibi burada kadın, aşağılanmakta ve her kötülüğün sahibiymiş gibi gösterilerek böylesi bir batıl inanç oluşturulmaya çalışılmaktadır.
Kilise, bu tablo karşısında çok mücadele etmiş olsa da pagan inançlar, hem Hristiyan halk arasında hem de ruhban sınıfı arasında etkisini sürdürmeye devam ediyordu. Bu durum, özellikle kadınlara yönelik olan tartışmalar üzerinde etkisini gösteriyordu.
"Kadın, insan olarak kabul edildi mi?"
Kadınların cadı olarak kabulünün ardından cadılar da heretik yani sapkın kabul edilen gruplardan sayılır. Bu nedenle de kurulan engizisyon mahkemelerinde kadınlar, cadı olarak suçlanır, çeşitli işkencelere maruz kalır ve en acısı da yakılırlar. Kadınların duygusal varlıklar olmaları onların ikinci hatta dördüncü sınıf olarak görülmelerine neden olur.
Tüm bunlar, Ortaçağ'da kadınların bir yandan gerçekleşen her felaketten, buna veba hastalığı da dâhil olmak üzere, sorumlu tutulmalarına sebep olur. Bunlara rağmen yine de özgürlük için savaşan kadınlar da mevcuttur. Trotula, Rebecca Guarna, Bingenli Hildegard ve Jeanne d'Arc bunlardan sadece birkaçıdır. Bu kadınlar, Ortaçağ Avrupa'sının hem aydınlık hem de karanlık taraflarını yansıtıyorlardı. Bir yanda yakılan kadınlar diğer yanda ise kitap yazan, üniversitelerde ders veren kadınlar… Hangisi gerçekti. Kadına değer verilmeye mi başlanmıştı, yoksa bu bir yanılgı mıydı?
Aslında 12. yüzyılın başları ile 15. yüzyılın sonları arasındaki dönemde kadın küçümsenirken bu dönemin sonuna doğru biraz değer görmeye başlaması dikkat çeker. Ama yine de bu durum, pek devrim sayılmaz. Çünkü psikolojik ve genetik unsurların da etkisiyle yeni bir değişim dönemine girmek üzereydiler. Şunu da hatırlamak yerinde olacaktır ki; bu değişimler, günümüzde dahi gerçekleşmemiştir.
Daha da geriye gidecek olursak ilk çağlarda erkek, aslında kadına önem vermiş ama bunu kontrol altına alamamıştır. İşte bu noktada da asıl hatanın kim tarafından ya da neden yapıldığına yönelik varsayımlar ortaya çıkmaktadır. Şöyle ki erkek, aklını kendi ruhani yüceliği üzerine odaklamıştı. Ortaçağ dönemindeki kadın-erkek ilişkileri üzerine gerçekten farklı tanımlamalar ve anlatımlar yapılabilir. Ancak cevabı verilemeyen bir tek soru vardır: "Acaba kadın, insan olarak kabul edildi mi?" gibi mantığa aykırı olan bu sorunun cevabı bir muammadır.
Ortaçağ'ın profesyonel kadınları
Bu noktada Ortaçağ'ın önemli bir olayı olan Haçlı Seferlerinin de bu konuyla bağlantısının olduğu söylenebilir. Belki de klasik dünyanın bilimini ve bilgeliğini yeniden keşfetmiş olmanın kadının üzerinde büyük etkisi vardır. Haçlı Seferleri döneminde pek çok kadın, şartlar gereği kocasının mülklerinin sorumluluğunu üstlenmiş, siyasetin ve vergilerin içinde yerini almıştır. Dolayısıyla kadınların ulaşılmaz gizemlerini tam da bu sırada keşfetmiş olmaları, zirve noktasını oluşturur.
Aslında kadınlar, keyfi bir özellik algısı ile değil, erdemleri sayesinde tarihte önemli bir yer edinmişlerdi. Christine de Pizan ile "kadınlar tartışması" adı verilen yeni bir dönem başlar. Bu tarz eserlerin Avrupa'nın tamamında yol açtığı geniş kapsamlı tartışma, üç yüzyıl kadar sürer ve cinsiyetler arası eşitliği veya farkları konu alan tartışmalar, diyaloglar ve hicivsel yazılar gibi sayısız eserin yayımlanmasına neden olur.
Onun Kadınlar Şehri adlı eseri; mimari, sosyal, politik, entelektüel ve pratik kadın ütopyasını oluşturur. Buradaki üç önemli unsur "akıl, doğru düşünme ve adalettir." Daha önce bahsettiğimiz kadın yazarların ardından gelen onlara ek olarak Countess de Dia, Marie de France, Christine de Pizan ve Marguerite de Navarre, Ortaçağ ve Rönesans dünyasının dört profesyonel kadınını betimler. Ve gelecekte pek çok şeyin değişiminin de temelini atacaklardır, özellikle de sanat ve edebiyatta…
Kelly-Gadol, özgürlüğün olmamasının Rönesans'ın kadınlar üzerindeki olumsuz etkisinin, iş ve eğitim seçeneklerinin eksikliğinin kadınların karşılaştığı sorunlarla çok ilgisi olduğunu belirtir. Ve bu durum, zamanın Hristiyan değerlerine ve kadınların saf tutmak ve onurlu bir hayat yaşayabilmek için onlara yaşam boyunca rehberlik edilmesi gerektiği inancına dayanır. Bu onurlu bir hayat yaşamak temasıyla birlikte, kadınları ve kadınların hayatındaki hamilelik, doğum ve evlilik gibi önemli olayları anlatan yeni bir düzen ortaya çıkar. Ancak kadınların hayatlarının gerçeklerini tasvir etmezler.
Adeta bir "kadın soykırımı"
Yine Rönesans İtalya'sının sanatı, edebiyatı ve felsefesi erkeklerin tutumlarına göre şekillenir. Öyleyse kadınların bir Rönesansı yoktur. Peki, kendilerine ait bir alanları var mıydı? Erkekler, hamilelik ve doğum gibi kadınların hayatlarının en mahrem yönlerinde bile önemli bir rol oynadığı için, kadınların kendilerine ait bir alanı varmış gibi görünmez. Dolayısıyla bu durum, en fazla güce sahip olan erkek cinsiyet olması gerçeğinden kaynaklanır. Yani ataerkil toplum ve patriyarkal sistem, kadını ve de doğayı baskı altına almıştır.
Erkekler tarafından yaratılan kurallar ve düzenlemelerle izlendikleri, kontrol edildikleri ve yaşamalarının beklendiği bir dünyada yaşadılar. İdeal bir yaşam tarzı olduğu düşünülen şeyi yaşayabilmeleri bekleniyordu. Ama kadınların özgürlüğü kısıtlanmıştı. Ancak erkeklere verilen de aynı özgürlüktü. Kadınların konumu, bir ülkenin veya bir çağın medeniyetinin değerlendirilebileceği test noktası olarak kullanılıyordu. Tarihsel düşüncelerin çoğunda, kadınların ve sanatın aslında pek çok ortak noktası bulunur. Bunlar: Her ikisi de statik ilham kaynaklarıdır ve her ikisi de gerçekten uygar olanların yetiştirdiği lükslerdir.
İşte böyle karmaşık bir görünüme sahip olan Ortaçağ'ın ürkütücü yanıdır bu şiddet ve korku! Korkunun asıl zirve noktası olarak Avrupa'nın aydınlanma denilen sürecinde adeta bir "Kadın Soykırımı" yaşanmıştır. Adına isterseniz hastalık ve şiddet deyin isterseniz pişmanlık ve cinayet! Ama yine de artık "Kadın nedir" sorusu sorulmaya başlanmıştı.
*Prof. Dr., Tokat Gaziosmanpaşa Üniversitesi Fen-Edebiyat Fakültesi Tarih Bölümü