Sana ne, lan?
Hayır, adam gitmiş, parasıyla girmiş kanala, orada birbirine küfreden insanları izliyor; bundan sana ne? Çıkmışsın, "Yok efendim ahlak diye evrensel kurallar varmış da. Birinin başka birine sövmesini izlemek insanoğlunun şu kadar bin yıldır geliştirdiği beğeni, lezzet, zevk, tat ilkelerine aykırıymış da…" verip veriştiriyorsun. Bir kelimeyle cevap vereyim sana: Sana ne?
İki kelime mi oldu? Ona da karışma! Bir kelimeyle cevap vereceğim dedimse bu Allah emri mi? Hem ayrıca Allah emri dediğin ne? Orta Çağ'da geliştirilmiş bir takım davranış kalıpları. Üstünden binlerce yıl geçmiş! Bu kalıpların yorumu da değişti. Siz hiç mi Roland Barthes okumadınız? Hiç mi Paul-Michel okumadınız? Siz tabii şimdi Paul-Michel kim diye kara kara düşünüyorsunuz. Belli okumadığınız! Foucault'dan söz ediyorum. Ama "Ahlak" diye tutturan adam Foucault'yu nereden bilsin? Değil mi?
Bak aziz kardeşim: Yazar öldü! Biraz Barthes okusaydınız bilirdiniz. Yazarın niyeti, geçmişi, birikimi, bir şeyi neden yazdığı, o yazısıyla neyi murat ettiği hiç mi hiç önemli değil. Yazar diye bir şey yok aslında. Sadece okuyucu var. Yazar sizlere ömür… İncil'de ne yazdığı, sadece ve sadece onu okuyanın verdiği anlamla sınırlıdır. Sizin "Biblical ethic" dediğiniz şey, bundan şu kadar yıl önce Filistin'de yaşamış bir egemen sınıfın insanlara empoze etmek istediği şeyler, yani bir "bilgi-iktidar" ilişkisinin tezahürüdür.
Tabii okulda Foucault bahsi açılınca, yan sıradaki kızlara bakmakla meşguldünüz; dolayısıyla iktidar-güç ile bilgi arasındaki çok yakından ilişkiyi duymadınız bile. Oysa biraz dikkat etmiş olsaydınız, Foucault'nun bu iki kelimeyi ayrı ayrı kullanmayı bile reddettiğini, ortaya "le savoir-pouvoir" diye bir yeni terim attığını bilirdiniz.
Artık çok geç: Sizin "evrensel" veya "ilahî" dediğiniz her şey çoktan öldü, bitti, gitti.
Her şey, modernizmle başladı
Bakın, ne oldu? Kısaca anlatayım. Her şey, modernizmle başladı. Modernizmi, modernlik-modernite ile karıştırmayın. Modernite bir devirdir; eski çağın bitmesiyle, bir bakıma Fatih Sultan Mehmet'in Bizans'ı yıkmasıyla başlayan bir çağdır. Kimi bunu kapitalizm ve sanayileşmeyle başlatır. Meselemiz o değil; mesele modernizmi anlamaktır. 19. yüzyılda, sanat ve kültürde bir hareket, bir değişiklik hareketi doğdu. Antikite'nin "evrensel doğrular" döneminde doğan resmi, şiiri, romanı onunla beraber öldü ve yeni kentlerle birlikte avangart sanatçılar, sonunda modernizme varacak bir akım başlattılar.
Orta Çağ savaşları, toplumların üzerindeki kilise etkisini zaten sarsmıştı; mesela ahlaklı davranış ile zengin olma arasındaki Hazreti İsa öğretileri yok olmuştu. Ne kadar ahlaksız davranırsan, o kadar çok kazanırsın! Öyleyse, romanda şiirde ahlak, dürüstlük, aşk-sevgi reklamına ne gerek var? "Kendini gerçekleştirme" ve "öz bilinç" kavramları artık ahlakın temeliydi. "Knowledge" (bilgi) yerini "information" (istihbarat) kavramına bırakmıştı. T. S. Eliot, soruyordu: "Bilgiyle birlikte yitirdiğimiz bilgelik nerede? Enformasyonla kaybettiğimiz bilgi nerede?"
Enformasyon, bilgi ve bilgelik arasındaki bu fark, kimsenin umurunda değildi artık. İletişim kuramcısı Harold Innis, tarih boyunca imparatorlukların enformasyon ve iletişim kaynaklarını istismar ederek, "bilgi tekelleri" kurduğunu yazıyordu. Yani artık bilgi sadece imparatorların değil, halkın malıydı ve onu istediği gibi kullanabilirdi. İmparatorlar bu bilgi ile güç elde etmişlerdi; şimdi artık halk bu gücün sahibi olacaktı. Bu "söylem" (discourse) ile gerçekleşecekti.
Foucault'ya göre bilgiyi oluşturan sosyal uygulamalar, güç ilişkilerinin içinde içkin öznellik, topluca söylemi oluşturuyor; bu da toplumda düşünme ve anlam oluşturma mekanizmasını harekete geçiriyordu.
Anlam mı dediniz? Yani anlam bilgiden doğmuyordu. Öyle mi? Evet! Anlam bir toplumsal yapımdı. Bugün böyle, yarın öyle!
Kuralsızlığın kural oluşu
Ahlak da sonuçta bir "bilgi" değil mi? Modernizm deyince, şimdi kimilerinin arkaik bir biçimde "Yok televizyonda o olmaz, bu olmaz!" diye kendi kurallarını empoze etmeye kalktıklarını görünce, "Yahu o senin dediğin şey, öleli çok oldu. Ama senin haberin yok!" diyesim geliyor.
Modernizm sadece anlam kavramını görece hale getirmekle kaldı; ama bunun bir de "post" sürümü oldu: Post-modernizm! "Zamansal/tarihsel süreçler, kendine özgü ve tekrarlanamaz sanatı yaratır" algısı postmodernizm ile tamamen yok oldu. Adındaki "izm" ekine bakıp da post-modernizmi diğer ideolojiler gibi sanmamak gerekir. Post-modernizm, temel ilkelere sahip olmayan belirsizlik kuramıdır; kuralsızlık, kural halini alır. Olamayacak hiçbir şey yoktur, her şey mümkündür: "Anything goes!" (Her şey olur.)
Yani bir edebi metni veya sosyal süreci anlamlandırma, bu sürecin farklında olan bir "üst-okur" gerektirir. Yazar yapıtı ile bütünleşir; yazarın öyküsüne, öykü de yazara dönüşür ve bunların hepsine okur anlam verir. "Post" kavramını "sonrası" diye çeviriyorlar; hata ediyorlar. Burada "post" kelimesini "dahası", "daha da fazlası" diye anlamak gerekir.
Ama hala bazı kişilerin "gerçek" veya "doğru" kavramında ısrar ettiğini görüyoruz. Beyefendilerin kafasında bir doğru var: Kutsal kitaptan mı almışlar? Nereden almışlarsa artık! Burada kutsal kitap kelimelerini de tırnak içine almak lazım. Çünkü kutsallıkları bir toplumsal kabulden ibaret… Yakın zamana kadar illa bir merkez devletin, milletin Merkez Bankasının ihraç ettiği kâğıda para dendiği gibi. Ne oldu? Bitcoin çıktı, mertlik bozulmadı mı? Aynen öyle. (Bu "Aynen öyle" deyimi de olmasaydı nasıl anlaşacaktık?)
Yok, nada, nihil…
Friedrich Nietzsche, Max Weber, Hannah Arendt, Carl Sagan derken, "gerçeğin dahası" kavramına eriştik. Bu yazarların, felsefecilerin hepsi, fizik veya metafizik, bir varlıktan söz ettiler; ancak bunun anlamlandırılmasındaki toplumsal kurguya işaretle yetindiler. Ne var ki, sizin gibi ahlakçılar veya "Hemen her şeye hakikat sonrası (post-truth) den denmeye başlandı. Rica ederim yalana yalan densin" diye öfkelenen gazeteciler, bu "hakikatten daha fazlası" meselesine nedense akıl erdirmek istemiyorlar.
Bu gerçeği farklı, görece, zamana göre, bir sosyal-yapı olarak yorumlamaktan öte bir şeydir. 2016 yılında Oxford Sözlük Şirketi'nin editörleri "post-truth" kelimesini "Yılın kelimesi" seçmeselerdi, çoğu kişi gerçeğin ne olduğunu bile düşünmek ihtiyacını hissetmeyecekti.
Gerçek, bir toplumsal kurgudur, yapıdır. Bir şeye gerçekten hakikat gözüyle bakabilmek için, hakikat diyebilmek için bunu kimin söylediğine bakmak gerekir. (Ben de diyorum ya? "Gerçekten hakikat" ne demek? İnsanda akıl mı bıraktınız?) Burada sosyal medyadaki "fake" haberlerden söz etmiyorum. Anlatılan deneyimlerdeki söylemlerden söz ediyorum.
"Hakikat fikri uğruna mücadele etmek" dediğiniz zaman boş bir fikri savunduğunuzun farkında mısınız? Sizin "hakikat fikri" dediğiniz şey, bir zaman biriminde (yani tarihin belirli bir noktasında) belirli bir toplumun yaptığı, ortaya attığı, varlık kazandırdığı bir şey. "Namus" gibi… "Ahlak" gibi… Bir televizyon programında sunucunun –velev ki komedyen olsun— bir oda dolusu insanın önünde, o insanların tümüne veya birine "Ben senin babanın…" diye saydırmasına yanlış bir şey demek gibi… Bunların hepsi toplumsal icatlardır; yoktur öyle şey fizik veya metafizik olarak. Yok, nada, nihil…
Bu yeni tarihselcilik…
"Nihil est ab omni parte beatum" Pardon yanlış oldu. Bu "Her gülün bir dikeni vardır" demekti. Benim aradığı özdeyiş: Ex nihilo nihil fit. "Hiçbir şeyden hiçbir şey çıkar." Yani "Hiçten hiç çıkar" Gerçek yok ki ondan bir şey çıksın.
Şimdi gelmişsiniz programa; adam sahnede ana-avrat sövecek; seyirciler de yerlerde... LOL vaziyeti yani. Ne var bunda? Eğer senin için ana-baba mukaddes şeylerse, gitmezsin o programa; o programın yayınlandığı kanalı veren şirkete abone olmazsın. İşte bu kadar… Kendi gerçekliğini ve ona verdiğin yorumu topluma, herkese dayatmaya hakkın var mı? Yok.
Ne dedik demin: "Hakikat fikri" belirli bir zaman biriminde ortaya atılmış oluyor. Nedir belirli bir zaman dilimi? Olaylara, kavramlara ve toplumlara "tarihsellik kazandıran şey." Ama bunu sizin orta mektepte okuduğunuz tarih ile karıştırmayın. Bu Yeni Tarihselcilik… Bu tarih anlayışının temel kuralı şu: "Hayal edilen veya arşivden alınan hiç bir söylem, değişmez gerçeklere veya değişmez insan doğasını ifade edemez." Yani? Her dışavurumcu eylemin bir maddi pratikler ağına gömülü olduğunu kabul edeceksiniz.
Bunu Harold Aram Veeser'in öğrencisi olduğu hocası hakkındaki kitabından aynen alıyorum ki itiraz edemeyesiniz. Hocası kim mi? Edward Said. Filistinli felsefeci ve bayıldığınız Oryantalizm kavramının çağdaş mucidi.
Artık onun öğrencisine de itiraz edecek haliniz yoktur, umarım. O halde artık bırakın mizah kriterleri komiserliğini. Sen "Mizah Standartları Enstitüsü" müsün? Sana ne? Benim ve tarihin bu aşamasında mizah-küfür dengesini belirleyen bizler, para verip anamıza babamıza sövdürtmek istiyorsak, bundan sana ne? Unutmadan ekleyim: Ulan.