Suretin Saltanatı: gerçeklik hiçbir şeydir, imaj her şey
Görüntü, suret, imaj, temsil ya da gösteri… Bu kavramlarla tanımlanabilecek zahiri görünüşün hâkimiyetiyle birlikte her şeyin imajlar, temsiller üzerinden yürüdüğü, yaşamanın giderek izleme ve izlenmeye indirgendiği bir "görünüyorum öyleyse varım" bilincine doğru evriliyoruz adeta. Ancak imajın bu tiranlığı beraberinde izlemeyi, izlenmeyi, teşhiri, sahteliği, yapmacıklığı da tırmandırıyor. Bu kadarla da kalmıyor insanlar arasındaki bağları da göstergelere indirgiyor, bireyleri ve kitleleri hayatın öznesi olmaktan çıkarıp nesnesi olmaya doğru götürüyor; sadece bireyleri değil kitleleri de pasif izleyicilere dönüştürüyor. Tüm yönleriyle hayatın hemen her sahasında saltanatını ilan eden bu hâli bir gözden geçirelim diyoruz ancak sanki biraz geç kaldık gibi.
Asıl ile suretin yer değiştirdiği bir çağ
Bir zamanlar sık sık tekrarlanan bir TV reklamının mottosu şuydu: "İmaj hiçbir şeydir, susuzluk her şey!" Oysa bize gazoz satmak için üretilmiş bu reklam filmi ve sloganı bile başlı başına imajın yani görüntünün, suretin artık her şey olduğunun düpedüz kanıtıydı. Fotoğrafın icadından yüzyıl bile geçmeden dünya iletişimden sanata, siyasetten sağlığa, eğitimden özel hayata ve tabii ki ticarete, modaya, ekonomiye hemen her alanda görüntünün, suretin, temsilin, gözetlenmenin, göstermenin ve giderek teşhirin hakim olduğu bir döneme girdi. Buna yarım asır önce Guy Ernest Debord'un tanımladığı şekilde tek kelimeyle "gösteri" ve bu gösterinin hem objesi hem de nesnesi olmuş topluma ise "gösteri toplumu" da denilebilir. Günümüzde sosyal medya sayesinde gezegenin en ücra köşelerini dahi kuşatmış olan bu imaj hâkimiyeti aynı zamanda gerçekle sahtenin, var olan ile suretin, olan ile "mış gibi"nin birbirlerinin yerine geçtiği bir görsellik çağı oluşturuyor. Mevcut, burada, canlı ve hakiki olan ne varsa bu süreçte toplumsal hayatın en mahrem alanlarında bile yerini salt bir temsile bırakıyor. Yine de insanların hayatın tüm alanlarında geçer akçe haline gelen bu gösteriyi izlemek ve aynı gösteride kendilerini daha görünür kılabilmek için gösterdikleri çaba takdire şayan. İçine doğru giderek daha hızlı düştüğümüz bir görüntü tuzağına yakalanmış gibiyiz ve bize bu konuda yardım edebilecek olanlar da aslında birer suretten ibaret.
ÇOK BOYUTLU BİR GÖSTERİ VE İZLEMEYE ŞARTLANMAK
"Show must go on"… Gösteri sürmeli… Gösteri her yerde… Gösteriş de onunla birlikte. Yolda, metroda, otobüste, işte, evde, TV'de, sinemada, medyada, hatta artık avucunuzun içinde. Ama bence asıl sorun gösterinin hayatın tüm alanlarına eklemlenmesi değil. Asıl sorun bizim onu izlememizde. Yolda, otobüste, iş yerinde, kafelerde, hatta yatakta başını öne eğmiş şekilde elindeki akıllı telefon ekranından sürekli bir şeyler izleyenlere dönüştük. Ama asıl sorun bu değil. Asıl sorun bizim sürekli gösteri mantığıyla tasarlanmış bir şeylere muhatap olmamız. Alışveriş yaparken, haber izlerken, hastaneye giderken, siyasette, sporda sürekli sizi yönlendirme amaçlı tasarlanmış görüntü ve sözlerle karşı karşıyasınız. Savaşlarda insanlar ölüyor ve biz yemek sofrasında bunu bir seyirlik olarak izliyoruz. Birileri bizim adımıza ve bizi doğrudan etkileyecek kararlar alıyor ve biz tüm bunları bize kakalanmaya çalışıldığı şekliyle izliyoruz. Birileri ne yememiz gerektiğini, ne giyeceğimizi, neyi nasıl okuyacağımızı ya da tatilde nereye gideceğimizi seyirlikler eşliğinde telkin ediyor ve biz yine izliyoruz. Hayal edip de ulaşamadıklarımızı hayal edip ulaşanların mutlu görüntüleri üzerinden gıpta ile izliyoruz. İnsanlar ölüm korkusuyla uçak tekerlerine sarılıp düşerken biz izliyoruz. Göçmenlerin yağmur kar çamur altında kucaklarında çocuklarıyla sınırlara dizilmeleri ya da şişme botlarla ölüme gitmeleri de artık birer seyirlik bizim için. Annesinin yıllardır her gün pişirdiği yemeği bir kez olsun izlemeyenler birilerinin en beylik yemekleri nasıl pişirdiğini izlemeye doyamıyor.
İMAJ ÜZERİNDEN BİR PAZARLAMA BAŞARISININ KISA HİKÂYESİ
Gösteri, temsil, temaşa, imaj ya da teşhir toplumu ne derseniz deyin. İşte bunun ekonomideki yansımalarından bir "başarı" hikâyesi. 90 sene önce İzmir'de kurulan makarna üreticisi ve onun neredeyse o kadar eski yerli makarna markası… 60 sene ayakta durmayı başaran makarna markası 1990'larda ekonomik krizle karşılaşıyor ve batmanın eşiğine geliyor. Serbest piyasanın ve onunla beraber allı pullu imaj dünyasının ülkemizi de hâkimiyeti altına aldığı bu yıllarda bu yerli isimli markaya da itibar azalıyor. Fabrika ya kapanacak ya da satılacak gibi. Ancak markanın sahibi son bir çıkış yolu olarak profesyonel bir reklamcıya başvuruyor. Reklamcı makarna markasını kurtarmak üzere bir strateji hazırlıyor. Aslında strateji şu: Makarnanın ismini değiştirip, İtalyanca bir isim koymak ve markayı da İtalya ile özdeşleştirmek. Yerli marka İtalya patentli makarnayı çağrıştıran başka bir isme dönüştürülüyor, İtalya'ya gidilerek değişik makarna kalıpları getirtiliyor, İtalya'nın bayrak renklerini taşıyan ve orayı çağrıştıran bir logo hazırlanıyor. Son olarak İzmirli İtalyan asıllı bir Levanten ile anlaşılarak pazarlamayla alakası olmadığı halde şirketin pazarlama müdürü yapılıyor. Bu yeni müdür makarna ustası olarak tanıtılıp reklam filmlerinde oynatılıyor. Sonuç tüketicinin büyük ilgisi, rekor cirolar, pazar liderliği ve markanın Türkiye'nin en büyük holdinglerinden biri tarafından satın alınması… Hak yememek lazım gerçek bir başarı hikâyesi… Bunda kapitalizmin, gösteri ve imaj toplumunun eğilim ve şartlanmalarının katkısı da yadsınamaz. Peki, gerçekte değişen neydi ki?
"ŞOV"UN YENİ YÜZLERİ: 'FENOMEN'LER, 'INFLUENCER'LAR
Toplumsal alanlarda maruz kaldığımız ve büyük ölçüde gerçeğin kurgusal uyarlamalarından oluşan gösteri ve imajlar dünyasının en büyük amacı bizi etkilemek. İdeolojik, politik, manevi ya da ekonomik vb. açılardan etkilemek ve yönlendirmek… Bunun başlıca vasıtası ise nüfuz gücüne sahip aktörler ve simalar… Dijital dünya ve sosyal medyanın revaçta olduğu son dönemde özellikle ticari yönlendirmenin aktörlerine günümüzde bir de "influencer" denilen aktörler katıldı. Sosyal medyada edindikleri takipçi kitlesini etkilediği varsayılan ve böylece insanları belli ürünlere yönlendirmeyi başardığı söylenen pazarlama aktörleri bunlar. Geçmişteki benzerleri gibi günümüzün influencer'ları da rol yapan, büyük ölçüde ticari ve yapmacık imajlardan ibaret. Aslında kendilerini, meraklarını, deneyimlerini, beğenilerini parlaşırken bir yandan "fenomen" olup takipçi kazanmanın, öte yandan da bu mecrada "mış" gibi yaparak oluşturdukları imaj üzerinden markaların açık ya da gizli reklamını yaparak nemalanmanın peşindeler. Görünüşe göre bu sistem gayet de kazançlı işliyor gibi. Ne kadar donanımlı, ne kadar gerçek, ne kadar samimi oldukları ise kimsenin umurunda değil. Alan memnun, satan memnun, aracı olan memnun neticede.
INFLUENCER'IN BİLE SANALLARI GELİYOR
Ne var ki bu ticari amaçlı sahte karakterlerin bile ötesinde artık gerçekten "gerçek olmayan" influencer'ların yükselişine şahit olduğumuz bir dünyada yaşıyoruz. Bu pazarlama ve yönlendirme gösterisinde sanal influencer'lar da yerlerini almaya başladılar ve bazıları şimdiden hayli nüfuza kavuştu bile. Birkaç örnek verelim: Mesela video oyunları üzerine çalışan ve gençleri belli oyunlara yönlendirmek üzere oyun şirketleriyle işbirliği yapan Laserbolt son dönemlerin en tanınmış sanal influencer'larından biri. Paylaştığı videolarda gerçek bir insan görünümünde arz-ı endam eden bu influencer sosyal medyada dijital bir yüz kullanıyor; gerçekte ise böyle biri hiç yok. Kendisini "23 yaşında dijital insan" olarak tanımlayan bu pazarlama figürü şöyle diyor: "Ben de sizin gibi bir insanım tek farkım dijital bir bedene sahip olmam. Ama güçlü bir kişiliğim var ve bekârım." 19 yaşında, Brezilyalı bir model, şarkıcı ve sosyal medya fenomeni olan bir başka influencer Lil Miquela ise bunun dijital bir karakter olduğunu açıkça ilan eden türü. 250 bin takipçili gerektiğinde sahte gözyaşları bile dökebilen Japon influencer Imma da sanal influencer'ların en bilinenlerinden. Daha çok şarkıcı olarak tasarlanan Japon karakter Hatsune Miku ve benzerleri ile bu liste daha da uzatılabilir. Uzun lafın kısası sanal influencer'lar giderek popülerleşiyor ve gerçeklerinin de tahtını sallayacak gibi görünüyor. Pazarlamacılar tarafından itibar edilmelerinin en büyük sebebi ise gerçek influencer'lar gibi skandallara meyilli olmayışları ve doğal olarak kendilerinden ne istenirse onu yapmaya programlanmış olmaları. Dolayısıyla mutlak olarak müşterilerinin kontrolüne tabiler.
GÖSTERİ TOPLUMU ADINA BİR MİHENK TAŞI: OTOPSİ ŞOV
Görme, gösterme, ifşa, teşhir, gösteriş ve imaj çılgınlığı içindeki dünyanın nereye doğru gittiğini görmek adına kuramlara gerek yok; bazı somut vakalar tek başına bile yeterli bunu göstermeye. Alın size daha birkaç hafta önce yaşanmış gerçek bir hadise: Parasını ödeyen herkese açık bir otopsi "gösterisinden" bahsediyorum. 17 Ekim 2021'de Oregon Portland'da büyük bir otelde düzenlenen, ücretli ve halka açık gerçek bir otopsi gösteriminden. Hukuk fakültesinde okuduğum yıllarda ben de böyle bir otopsiye misafir öğrenci olarak katılmıştım ancak bu bir gösteri değil tıp dersiydi. Colin Henderson adlı emekli bir anatomist tarafından lüks bir otelde, gerçek bir kadavra üzerinde gerçekleştirilen bu kesme-biçme işlemine ise seyirci olarak tam 70 kişi katıldı ve bu otopsi gösterisini deneyimlemek için her biri ücret olarak tam 500 dolar ödedi. Saatlerce süren bu "gösteri" sırasında Covid-19 sebebiyle 98 yaşında vefat etmiş bir adamın cesedi seyircilerin huzurunda parçalara ayrıldı, organları tek tek çıkarılarak seyirciler bilgilendirildi, bir otopsinin merhaleleri hakkında bilgi verildi, hatta cerrahî eldiven giymiş seyircilerin ceset parçalarına dokunmalarına ve incelemelerine izin verildi. Bu gösterinin görüntüleri bazı tv kanallarına da yansıdı. Üstelik tüm bunlar olurken kadavrası otopsiye konu olan adamın ailesine ne bilgi verildi ne de izin alındı. Daha sonra cesedin bilimsel araştırmalar yapan bir laboratuvardan temin edildiği de ortaya çıktı. Bu otopsi şovunun Death Science adlı kendini bağımsız eğitim platformu olarak sunan bir kurum tarafından düzenlendiği ortaya çıktı. Gösteri toplumunun geldiği bu noktada en azından şundan emin olabiliriz ki canlı halimiz para etmese bile cesedimizin para etme şansı mevcut. Benden söylemesi; bundan ilham alan yeni gösterilere hazırlıklı olsanız iyi olur.
TEŞHİR ŞOVLARININ ŞÖHRETLERİ VE KURBANLARI
Her şeyin ve her türlü mahremiyetin – üstelik gönüllü olarak - ifşa olunacağı bir gösteri toplumuna doğru gidişatın kör gözüne parmağım misali en bariz işaretini aslında 90'lı yıllarla birlikte bizde de bir furyaya dönüşmeye başlayan "Reality Show"larla almaya başlamıştık. ABD'de televizyonların "rating" rekabeti uğruna en hayâsızca özel ve ailevi sırları bile ortaya döktükleri bu programlar kısa sürede Türkiye'de dâhil neredeyse bütün ülkelere yayıldı. Para ödenen konukların en mahrem taraflarını gereğinde kavga dövüş açıkladıkları Jerry Springer'ın programının rating rekorları kırmasıyla kısa sürede bu programın farklı formatlarda binlerce benzeri dünya sathına yayılmaya başladı. Artık en kepaze mahremiyetler bile üç kuruşluk bir menfaat ve birkaç günlük bir şöhret için ifşa ediliyor, insanlar olmadık hallere bile bürünebiliyorlardı. Ne var ki gösteri toplumunun bu en pespaye hali sayesinde ucuz şöhret heveslileri kalıcı olmadıkları gibi bazıları da kendilerini kurban olarak buldu. Reality şov pespayeliğiyle şöhret peşinde koşarken rezil ya da kurban olanları kısaca bir hatırlayalım: Bir evlilik programında "Kaynana Semra" olarak ibretlik bir portre çizen Semra Y. ve oğlu Ata Türk'ün sonu intihara varan maceraları belki de ilk akla gelen olacaktır. Bir dans yarışmasında adını duyuran ve daha sonra beşinci kattan atlayarak intihar eden Alkan Alp'i de belki hatırlarsınız. "Biri Bizi Gözetliyor" başta olmak üzere birçok gösteri/yarışmada şöhret arayan Hülya Y.'nin ismi de biz dizi skandaldan sonra Barbie Operasyonları ile anılır olmuştu. Bu listeyi sayfalarca uzatmak mümkün.
PANOPTİKON ETKİSİ
Ortada bir gösteri varsa, seyreden ve dahi gözetleyen de vardır. İngiliz toplum bilimci Jeremy Bentham 18. yüzyılın sonlarına doğru "Panoptikon" adını verdiği kurumsal bir yapı tasarlar. "Her şeyi gözetleyen" mealindeki, Panoptikon isminin seçilmesi boşuna değildir zira bu yapı doğrudan gözetleme amacıyla tasarlanmıştır. O zamanlar ekranlar, kameralar, dronlar, yüz tanıma sistemleri olmadığı için bu yapının temel gözetleme unsuru mimari tasarımıdır; Panoptikon mükemmelen ve sürekli gözetlemeye müsait bir şekilde tasarlanmıştır. Bu yapı tasarımı esas olarak merkezinde bulunan bir gözetleme kulesinin etrafını çevreleyen dizili odalar ya da hücrelerden oluşmaktadır. Bu odaların içe bakan kısmı doğrudan bir pencereyle gözetleme kulesine bakmaktadır. Yapının tam ortasında bulunan gözetleme kulesi ya da odasında bulunan bir gözcü çevredeki tüm odaları ve içindekileri doğrudan ve sürekli olarak gözleyebilmektedir. Oysa hücrelerde bulunan insanlar onu görememektedirler; dolayısıyla gözetlendiklerini belki bilseler bile ne zaman ve kim tarafından gözetlendiklerini bilmemektedirler. Düşünür ve sosyal teorisyen Bentham'ın tasarımı gerçekte günümüzde kurulmuş olan gösteri ve gözetleme toplumunun da ilk adımlarını atmıştır. Ne var ki bu yapı gerçekte bir hapishanedir, tımarhaneye de uyarlanabilmektedir. Bentham bu yapıyı tasarladığında toplumun mükemmelen kontrol edilebilmesi, gücün ise hem görünür kılınması hem de öngörülemez olması fikrine dayanmaktadır. İzlenenler artık her an izlenme şuuruyla hareketlerini otomatik olarak kontrol edeceklerdi. Bentham'ın bu hapishanesi günümüzün durumunu da anlatmaktadır. Üstelik bugün bir mimari yapıya gerek yoktur; günümüzün Panoptikon'u doğrudan dijital veridir. Hatta Byung-Chul Han'a göre günümüzde tüm yerküre yeni bir panoptikona dönüşmüş durumda. Bu yeni panoptikonda ise artık tekbir izleyen ve tek izlenen yok; onun yerini herkesin birbirini izlediği ve yine pek çoklarının kendini izlenilir kıldığı bir dünya almış durumda