1977-1981 arasında Samuel Huntington'la birlikte ABD Başkanı Jimmy Carter'ın ulusal güvenlik danışmanlığı görevinde bulunan Zbigniew Brzezinski, İslami uyanışı Amerikan küresel çıkarlarını riske eden stratejik bir gelişme olarak görüyordu.
Benzer şekilde Francis Fukuyama da 1990'ların başında, İslam dünyasını Batılı liberal değerleri tehdit eden en büyük odak diye nitelemişti. ABD'nin resmi politikalarının teorisyenliğini yapan müzmin "siyasetnameci" Huntington 1980'lerde "Batı için temel problem İslami fundamentalizm değildir. Asıl problem, kültürlerinin üstünlüğüne inanan ve takipçileriyle çok farklı bir uygarlık olan bizzat İslam'ın kendisidir" diyerek bilinçaltındaki düşmanlığı net bir şekilde sergilemişti. Aynı patolojik akıl yürütmeyi 1990'larda da sürdüren Huntington, tarihteki "en üstün ve eşsiz uygarlık" diye tanımladığı Batı'nın diğer medeniyetlerle girişeceği savaşın merkezinde yine İslam'ın yer alacağını ilan ediyordu.
Nitekim 1990'lardan sonra Soğuk Savaş'taki komünizm yerine İslam'ı "Şer İmparatorluğu" ilan eden ve Sovyet Rusya yerine de "Şer Ekseni" adı altında Müslüman ülkeleri hedef seçen ABD, devasa imkânlarına ve kılı kırk yaran stratejik hesaplamalarına rağmen tarihinde hiç ummadığı darbeler aldı.
Geçen yüzyıla hükmeden, bu yüzyılın başında ise tek süper güç olarak kalma hesapları yapan ABD, şimdi kendi halkına "devlet şiddeti" uygulayacak kadar acizleşmiş halde.
Cehenneme dönüşen yeni dünya
Kaderin cilvesine bakın ki Huntington'ın 1970'lerde Batılı olmayan toplumlar ve uluslararası sistemin periferisindeki ülkeler için pejoratif anlamda kullandığı "siyasi çürüme" ifadesi bugün merkezdeki ABD ve Avrupa için dile getiriliyor.
Fukuyama başta olmak üzere birçok sosyal bilimci son yıllarda peş peşe yazdıkları "ıslahat fermanları" ile Amerikan yönetimindeki artan arkaikliği, sürdürülemez noktaya doğru ilerleyen oligarşik hantallığı, iş çevrelerinin lobiler ve düşünce kuruluşlarının ise uzmanlar/danışmanlar yoluyla siyaset üzerinde oluşturduğu kirli tekeli rapor etme yarışı içindeler.
En ciddi çıkış ise 2015'te Princeton Üniversitesi'nden geldi. Altı yıl önce açıklanan araştırmada; ABD'nin artık bir demokrasi olmadığı, siyasetin halktan çok bir avuç zenginin çıkarlarını savunan ve onlar için Kongre'den kanunlar çıkaran bir oligarşiye dönüştüğü vurgulanıyor.
Polisin siyahileri çekinmeden öldürdüğü "yeni dünya" sadece zincirlerle getirilen Afrika kökenliler için değil Avrupa'dan bu kıtaya sürülen beyazlar için de giderek bir cehenneme dönüşüyor.
Avrupa'daki krizleri de eklersek, küresel bir Batı sorunu ile karşı karşıyayız. Değerlerini insanlığa evrensel doğrular diye dayatan ABD ve Avrupa'nın bugün orta sınıfları fakirleşiyor. Endüstrisi eskiyor, kentleri iflas ediyor, alt yapısı çürüyor.
Ülkeler eğitim sistemini finanse edemiyor, sağlık mekanizmaları zorda. Siyasi yönetim işlerliğini kaybetti, rejimleri demokrasiden ziyade birer oligarşiye benziyor, yasalar halktan çok lobi ve çıkar gruplarına göre yapılıyor.
Akademisyenlerin büyük kısmı yurt dışında iş peşinde; hukuk, eğlence, kültür ve medya dâhil her alandaki sıkışma had safhada. Toplumsal katmanlar, kültürel ve sosyo-ekonomik bunalımın eşiğinde.
Avrupa'da yükselen ırkçılık ile ABD'deki siyahilere yönelik "devlet şiddeti" nedeniyle patlak veren olaylarda da gördüğümüz üzere kutuplaşma ve ümitsizlik had safhada. Rüyaları giderek kâbusa dönüşen Amerikan halkı, Washington'un oyunu artık Asya, Afrika veya Ortadoğu'da değil Ohio, Missouri, Detroit, Ferguson ve Baltimore'da kurmasından yana.
Batı'ya katlanmanın külfeti
Tarihçi ve ekonomist David Goldman, akraba olan hanedanlar tarafından yönetilen "aydınlanmış" Avrupalıların irrasyonel güdülerle iki dünya savaşı çıkararak medeniyetlerinin sonunu bizzat kendilerinin getirdiğini hayıflanarak itiraf ediyor.
Gerçekten de 1492'den bu yana yeryüzünü kolonileştiren Batılılar, tarihi alt üst eden uygarlık felaketlerine, onarılması çok zor kültürel yıkımlara, korkunç köleleştirmelere, ırkların yok oluşuna, soykırım ve hafızalara kazınan insanlık suçlarına yol açtı. Batı dünyası, yüzyıllardır refah içinde yaşarken sömürülen Afrika, Asya ve Güney Amerikalılar yoksulluğa, yokluğa ve savaşlara mahkûm edildi.
PSR adlı Berlin merkezli hekimler kuruluşunun hazırladığı Mart 2015 raporuna göre 2001'de başlayan "terörle savaş"ın ilk 10 yılında sadece Irak, Afganistan ve Pakistan'da 1 milyon 300 bin insan hayatını kaybetti. Sonraki yıllarda da bu sistematik katliam sürdürüldü. Buna Suriye, Libya, Mısır, Yemen, Somali ve diğer Afrika ülkelerindeki son beş yıllık kayıplar da eklenince bilanço neredeyse ikiye katlanıyor.
Bu tablo bile, Batı'ya katlanmanın ne kadar külfetli olduğunun belgesi. Çünkü mitolojik canavarları andıran Batı hegemonyası sadece kanla, kaosla besleniyor. Doğası gereği iç çatışmalar, etnik ve dini mücadelelerle, bölgesel savaşlar ve darbeleri körüklüyor. İnsanoğluna barış ve refah yerine yıkım, ölüm ve yoksulluk dışında bir şey veremedi. Yolun sonuna geldi ve artık vadedeceği bir şeyi de kalmadı.
Avrupa Konseyi bile içine düştükleri darboğazı itiraf ederek Avrupa ülkelerindeki demokrasi, insan hakları ve hukuk devleti anlayışında gerilemeye çözüm bulunmasını istiyor.
Batı toplumu yol ayrımında
Gerçi İngiliz tarihçi Arnold Toynbee yarım asır önceden, "Batı emperyalizmi yerküreyi birleştirdi ancak bu çaba Batı'nın dünyaya sonsuza kadar hâkim olacağı garantisini veremiyor" demişti.
Nitekim Amerikalı tarihçi Robert Christopher Lasch de 1994 tarihli Demokrasinin İhaneti'nde "Batı medeniyeti, burjuva sınıfının rahatı için feodal baskı yöntemlerini devam ettiren organize bir tahakküm siteminden başka bir anlama gelmiyor artık" diye özetlemişti genel manzarayı. "İdeolojinin Sonu" çalışmasıyla tanınan sosyolog Daniell Bell ise 1976'da Kapitalizm'in Kültürel Çelişkileri kitabında "Batı toplumunda bir yol ayırıma geldik.
Artık burjuva düşüncesinin sonuna tanıklık ediyoruz. Olağandışı bir medeniyet olarak hala güçlü olmasına rağmen Batı giderek sıradanlaşıyor" uyarısında bulunmuştu. Ekonomist Joseph Schumpeter (1883-1950) ile sosyolog Thorstein Veblen (1857-1929) ikilisi ise daha geçen yüzyılın başında faşist eğilimlerle liberal emperyalizm arasındaki güçlü siyasi ittifakı deşifre etmişlerdi.
Amerikalı siyaset bilimci Louis Hartz da (1919–1986) The Liberal Tradition in America (Amerika'da Liberal Gelenek- 1955) adlı kitabında iktisat sosyolojisinin önemli isimlerinden Thorstein Bunde Veblen ve Avustralyalı ekonomist ve sosyolog Joseph Alois Schumpeter'in yaklaşımını doğrulayan tespitlerde bulunuyor: "Siyaset, siyasi elitlerin ve savaş lobilerinin esiridir. Batılı yönetici zümreler demokratik değil faşist bir zihniyete sahiptir."
Hasılı kelam askeri ve ekonomik gücü sarsılan ABD öncülüğündeki Batı dünyası, kültürel olarak da bütün cazibesini kaybediyor. Narkotik kavramları etkisini yitiren Atlantik dünyasının meşruiyet krizi de derinleşiyor.
Jeo-kültürel iflas ve meşruiyet krizi
İslam ve diğer medeniyetlere savaş açan Fukuyama, Huntington, Kissinger ve Brzezinski gibi Amerikalı son dönem stratejistlerin yazdığı birer utanç belgesi niteliğindeki "modern siyasetnameler" kadim uygarlıkların siyaset felsefesi eserleriyle karşılaştırılınca Batı'nın kültürel sefaleti ve faşistliği açık olarak ortaya çıkıyor.
Diğer uygarlıkların birer "ahlak, adalet ve erdem" şaheseri olan "siyasetnameleri" yanında ABD ve Avrupa'nın tahakküm merkezli, insanın insan ve doğayla savaşını vazeden siyaset kitapları, kışla bültenlerini ve birer soykırım fermanını andırıyor. Aristo'nun Devlet ve Eflatun'un Cumhuriyet'inden Yusuf Has Hacib'in Kutadgu Bilig'ine, Makyavelli'nin Prens'inden Nizamülmülk'ün Siyeru'l- Mülk'üne Hobbes'un Leviathan'ından Maverdi'nin Ahkamü's Sultaniye'sine Beydeba'nın Kelile ve Dimne'sinden Farabi'nin Medinetü'l-Fazıla'sına, Firdevsi'nin Şehname'sinden Kınalızâde"nin Ahlâk-ı Alâi'sine kadar ister doğuda ister batıda olsun yazılan bütün "siyasetnameler", ideal ve adil toplum düzenine ait şaheserlerdir.
Nitekim Hint siyasi felsefesini hikâyelerle anlatan Kelile ve Dimne (Doğru ve Yanlış) isimli siyasetnamede Beydeba, bir kıssadan şu hisseyi çıkarır: "İnsan kendi saadetini bulmak için başkalarının saadetine saygı göstermelidir."
1328'de Harran'da hayata gözlerini yuman İbn-i Teymiyye, "İnsanlar tek bir cinstendir. Kişinin kendisinin üstün, başkasının ise aşağıda olmasını arzulaması zulümdür" der.
Nasreddin Tusi, daha 13. yüzyılda kaleme aldığı Ahlak-ı Nasıri'de despotizme dayanan yönetimleri "medine-i cabbaran" (şiddet devleti) diye niteleyerek, bunun uzun ömürlü olamayacağını kaydeder.
Aristo'nun Devlet'i, öğrencisi Büyük İskender'e ve yükselen Makedonya İmparatorluğu'nun işlediği insanlık suçlarına karşı bir reddiyedir. Eflatun'un Cumhuriyet'i hocası Sokrates'in eleştirilerine dayanamayarak onu idam eden çürümüş Atina devletinin eleştirisidir.
Stratejik kibrin kurbanları
Avrupalı ve Amerikalı siyasetnamecilerde bu klasik eserlerdeki erdem, adalet ve ahlak çağrısının milyonda birini dahi göremiyoruz. 2008-2016 yıllarında ABD başkanlığı yapan Barack Obama'nın dış politikadaki akıl hocalarından Anne-Marie Slaughter, ABD'nin trajedisini "reel-politik dayatmalardan çok artık giderek soyut bir kavrama dönüşen liberal demokrasi'yi savunmasına" bağlıyor. Yani ABD'nin stratejik amaçlarına hizmet etmeyen düşünceleri ne kadar ahlaki ve erdemli olursa olsun terk etmesi gerektiğini söylüyor.
Gerçekten de Batılılara göre bir eylem veya fikir sadece amaçlara hizmet ediyorsa hakikattir. Bu yüzden Batı dünyası, çıkarlarına uymayan her hakikati çarpıtarak onu "terör, gericilik, despotizm, diktatörlük ve ilkellikle" damgalar. Adına da "uyum stratejisi/ pragmatizm" der. Ancak hakikati çarpıtma ve yeniden kurgulama gücünü yitiren günümüzün modern mitolojik canavarı Batı, artık tarihin ritmine ayak uyduramıyor. Stratejiden tarih, toplum, kültür, ahlak, adalet ve erdeme doğru giden her akıl kendini sadece engin bir çatışma okyanusunda bulur.
Bu akıl, en güçlü silahlara ve dünyanın en cins zekâsına da sahip olsa huzur, adalet ve barışın kıyılarına varamaz. Başka toplumların kültür ve tarihini hor görüp onları basit birer istatistiki veriye indirgeyen Batılı stratejik akıl, bu nedenle kaostan başka bir çözüm üretemedi.
Ve gün geldi taşlarını döşedikleri kıyametin kurbanı oldular. Nitekim dünyanın en güçlü iki devleti stratejik kibirlerinin enkazı altında kaldı. Kaderin cilvesine bakın ki bu tarihi zafere imza atan aktör, dünyanın en fakir ülkelerinden Afganistan oldu.
Bu fakir ama yiğit ülke, modern zamanların Rusya ve ABD gibi iki süper gücünü de arkalarındaki zihniyeti de yerle bir etti. Önce SSCB'yi alt ederek onunla simgelenen "reel-sosyalizmi" gelecek için bir seçenek olmaktan çıkardı (1989). Aynı Afganistan, 32 yıl sonra bu kez ABD'yi gerileterek onun temsil ettiği kapitalist ve neo-liberal ideolojinin büyüsünü bozdu (2021).
İşte zamana hükmünü nakşeden insandaki o erdem ve direnç ruhu, çağımızın Batılı mitolojik canavarlarını da diğerleri gibi tarihe gömmeyi başardı. İnsan ve insanlık bir savaştan daha yine zaferle ayrıldı.